1859’da, İngiltere’de yayımlanan “On The Origin Of Species” – By Means Of Natural Selection (Türlerin Kökeni) adlı bir kitabın tüm baskısı çıkar çıkmaz hemen tükenmişti. Bu kitabın yazarı, öne sürdüğü görüşleriyle o zamanlarda ve daha sonraları bilim ve din çevrelerini derinden etkileyen Charles Darwin idi.

Aslında Darwin fen bilimleri dallarından herhangi birinin öğrenimini görmüş değildi. Yani aslında diplomalı bir biyolog değildi. Ama bu konulara meraklıydı ve çizim yeteneği de vardı.
Önce tıp okumaya başlamış ama o zamanlarda anestezi kullanılmadan yapılan ameliyatlara dayanamadığı için bunu devam ettirememişti. Sonra ilahiyat okumak üzere Cambridge’e gönderildi ama bu konuda da sebatlı olamadı. Fakat orada botanik profesörü J.Henslow ve diğer bilim adamlarıyla yaptığı tartışmalar bu konuda kendine güven duymasını ve doğayı incelemeye ilgi duymasını sağladı. Daha sonra, Prof. Henslow, Güney Amerika kıyılarının haritasını çıkarmak için yolculuğa çıkacak bir Kraliyet Donanması gemisi için aranan doğa bilimcisi görevine Darwin’i önerdi. Bu gezi Darwin’in parlak bilimsel hayatının başlangıcı oldu.

Her ne kadar Darwin, oluşturduğu evrim teorisinde’  doğrudan “insan, maymunların soyundan gelmiştir” demediyse ve insanın atası olarak primatlardan söz ettiyse de (*), geliştirmiş olduğu tezler ve bunların açıklanma biçimi, -değişik kültürlerden olan insanlara bile- hem Darwin zamanında, hem de daha sonraları ‘insanın maymunlardan türemiş bir varlık olduğunun’ söylendiği izlenimini verdi. Darwin’in açıklamalarında bu anlama işaret eden belirgin bir ima olduğu söylenebilir.
Aslında başka bir izlenim vermesi de pek söz konusu olamazdı, çünkü Darwin teorisinin temelinde bulunan “doğal seleksiyonla” oluştuğu öne sürülen ‘insanın’ kökenine (soy ağacına) yerleştirilen varlıklar maymunlar ve primatlardan (goriller ve orangutanlar, vs.) başkası değildi.

(*)Primat/Primatlar kelimesi ve bu kelimenin kapsadığı sınıflandırma Linneaus tarafından oluşturuldu. Linneaus, -ilk baskısı 1735, son baskısı 1758’de yayımlanan- ‘Systema Naturae’ adlı eserinde pek çok bitki ve hayvanın sınıflandırmasını yaptı. Bu bakımdan Linneaus ‘taksonomi’ biliminin (canlıların sınıflandırılması) babası olarak bilinir. Bu kitabında Linneaus, Primatlar sınıfına’  goril ve orangutan türü hayvanlar koydu. Ancak aynı zamanda bu kategoriye, insanın atası olabileceğine inandığı bir ‘goril-insan’ ya da ‘orangutan-insan’ denebilecek bir varlık da yerleştirdi. Darwin’in teorisinde insanın atası olduğu ‘ima edilen’ de bu varlıktır. Yani Darwinizm’den kaynaklanan tezlere göre insanın atası, tam anlamıyla doğrudan bir goril veya orangutan olmasa bile, onların familyasından gelen ve onların belirgin özelliklerini taşıyan bir varlıktı.
Ancak Linneaus bu sınıflandırmasından çok emin değildi ve bir anlamda bir öneri/bir fikir şeklinde sunduğu, ‘insanın atasının primatlar olabileceği’ fikrini hiçbir zaman -bu fikri Linneaus’tan almış olan- Darwin gibi vurgulamadı ve bununla ilgili bir teori öne sürmedi. Zaten kendisi bir ateist veya Darwin gibi agnostik değildi. ‘Systeme Naturae’ adlı eserinin son baskılarının girişinde de şu sözleri yer almaktaydı:
“ Her şeyi bilen, her şeye kadir ve sonsuz Tanrı’nın doğadaki çayırlar üzerindeki adımlarını izledim ve her yerde sonsuz hikmet, güç ve sırrına erişilemez bir mükemmellik gördüm.”

Bu bakımdan, bu yazıda sıkça geçen primatlar kelimesiyle,ilksel zamanlarda ‘yaşamış olabileceğine’ inanıldığı için, Linneaus’un taksonomisinde goril ve orangutan gibi türlerle aynı sınıfa konmuş olan ve Darwin teorisinde ima edilengorilimsi, orangutanımsı bir tür insan’ kastedilmemektedir. Bu yazıda kastedilen; primatlar sınıfının ‘gerçek temsilcileri olan’ goriller, orangutanlar ve babunlar gibi hayvanlardır.

Darwin’in bu düşünceleriyle ilgili tartışmalar zamanımızda da şiddetinden hiçbir şey yitirmeden devam etmektedir. Kendi açılarından bakıldığında, hem Darwin’in evrim görüşlerini destekleyen Darwinizmcilerin (evrimcilerin), hem de karşıt görüş olan ‘yaratılışçıların’ ve ‘akıllı tasarımcıların’ savundukları görüşlerin kulağa doğru gelen tarafları olduğu söylenebilir. Sonuçta, her iki taraf da şahsi kanaatlerini insanlığın dikkatine sunmaktadır ve her insan bunları ancak kendi ‘özgür inanç ve düşünceleri’ doğrultusunda değerlendirebilir.
Hiç kimse, böyle hassas bir konuda bir başkasına -inanılması mecburi- bir ‘resmi görüş’ dayatmak konumunda değildir.

Birbirinin zıddı bu iki görüşten birinin üzerine, “Din ve ilahiyattan kaynaklanmış inançlardır” şeklinde bir damga, öteki tarafın öne sürdükleri üzerine de, “tamamen bilimseldir, inançla ilgisi yoktur” biçiminde bir damga vurarak insanlara illa ki, ya onu, ya da bunu benimsemeleri için sunulmasının doğru bir yaklaşım olduğu söylenemez. Bu doğrultuda, Darwin teorisinin doğruluğuna ikna olup onu destekleyenler “Tanrı tanımaz”  olarak yargılanmamalı, bu teoriye sempati duymayıp varoluşun arkasında ‘yaratan ilahi bir varlık’ olduğuna kani olanlar ise “tutucu-gerici ve bilim düşmanı”  olarak nitelendirilmemelidir.
Ne kadar farklı ve zıt görüşlere sahip olsalar da, insanların özgür düşünce, özgür görüş ve özgür inançları mutlaka tanınmalı, kısacası benimsediğimiz kanaatlere uymayan karşıt görüşlerin varlığına anlayış ve saygı gösterilmelidir.

Çağımızda, bir ateisti Tanrı’ya inanmaya zorlayamayacağımız gibi, Tanrı’nın varlığına inanan bir insanı da ateist olmaya zorlayamayız. Bunun gibi, salt bilimsel bir anlayış ile sunulan ‘insanın varoluşuna’ dair bilimsel teori ve varsayımların herkes tarafından aynen kabul edilmesini veya karşıt görüş olan ‘yaratılışın temelinde ilahi bir güç olduğu’ inancını herkesin hiç kuşku duymadan kabullenmesini ummak da gerçekçi bir yaklaşım değildir.

Geçmişten gelen spiritüel inançlarla bağlantılı olarak, Tanrı’nın Varlığı ve Tanrı’nın ‘yaratılışla ilgili işlerine’ hiç kuşku duymadan inanma hakkına sahip olunması ne kadar geçerliyse, -artık bilim ve teknolojinin ön plana çıktığı zamanımızda-  ‘her şeyin kaynağında Tanrısal bir gücün olduğu’ görüşünü benimsemeyen insanların var olması da çok doğaldır.

İnsan evriminde (*) gelinen aşamada, yalnızca dogmatik dini inançlara dayanan açıklamaların artık bazı insanlar için yeterli olmadığı bir noktaya gelinmesi, iki karşıt görüşün ortaya çıkması ve bunların ortak bir noktada buluşamamaları kaçınılmaz bir gelişmeydi. Eski zamanlardan gelen açıklamalar bazı insanları artık tatmin edemiyordu çünkü geçen çağlar boyunca insanın düşünce akıl ve mantık yeteneği gelişmiş  ve bu gelişmeler doğrultusunda insanın ruhsal ve tinsel (spiritüel) yapısı da değişmişti. Bunun sonucunda da,  insan artık fiziksel dünyaya ‘farklı gözlerle’ bakmaya ve ‘farklı bir dünya tarifi’  oluşturmaya başlamıştı.

(*) Sözü geçen insan evrimi’Darwin teorisinde öne sürülen ‘evrim’ değildir. Bu incelemede değinilen ‘evrim’  Tinsel (spiritüel) bir evrimdir.  Bu konu ilerde açıklanacak.

Bu yazıda da, -karşıt görüşler olan- ‘yaratılışçıları’ /‘akıllı tasarımcıları’  ya da ‘evrimcileri’  tek yönlü olarak haklı veya haksız çıkarma gayesi gütmeden,objektif bir yaklaşımla bazı farklı bilgilere yer vererek insanın varoluşu değişik bir açıdan incelenecek.

Darwin’in öne sürdüğü neydi ve bu hangi anlamda anlaşılıyor?

Darwin’in evrim teorisinin özünü/temelini ‘Doğal seleksiyon’ – ‘Doğal seçilim’ ve ‘Güçlü olanın soyunu sürdüreceği’ şeklindeki düşünceler oluşturuyordu.
Darwin’in doğrudan “insan maymundan gelmiştir” demediğine değinildi. Ancak onun, ‘insanın ortaya çıkışına’  dair tezlerinde öne sürdüğü aşamaları geriye doğru takip ettiğimizde, böyle bir iddiaya endirekt olarak işaret ettiği görülür. Darwin’in söylediği,  “insanların da, primatların da ortak bir atası vardır” sözüne bakılırsa, bunun oldukça belirgin bir ima olduğu söylenebilir. Bu bakımdan, Darwin teorisinin ilk ortaya atıldığı zamanlardan itibaren bu savlara büyük tepkiler gösterilmiş olması şaşırtıcı değildir.

Darwin’in öne sürdüğü teoriyi ve imalarını ‘bu şekilde’  anlayan yalnızca din çevreleri değildir. Nitekim Darwin teorisinin ve Darwinizmin Almanya’daki ilk savunucusu olan Ernst Hackel, ‘İnsan Evrimi’ adlı kitabında yer alan bir evrim ağacı çiziminde gayet açıkça:  ağacın tepesinden biraz aşağıya maymunları/primatları, bunların üstüne, -ağacın en tepesine de- insanı yerleştirmiştir. Ağacın tepesinden biraz aşağıda yer alan ‘maymun insandan sola doğru çıkan yan dala şempanzeleri, sağdaki dala şebekleri, yine solda şempanzenin üzerindeki dala gorilleri, sağda ise şebeklerin üzerindeki dala orangutanları yerleştirmiştir.

Bir bilim adamı olan E. Hackel, Darwin’in sözlerini bu şekilde anlayıp, Darwinizm’de yer alan tezlerin savunucusu olmuş ve bunu ‘o şekilde’ kitabında ve kitabındaki ‘soy ağacında’ da açıkça belirtmişse, bilimci olmayan insanların da, bu sözleri “insan maymunlardan türemiş bir varlıktır”  şeklinde yorumlaması pek de haksız sayılmaz.
Darwin teorisinde ‘ima edilen’ ama bu imanın neye işaret ettiği çok belirgin olan tez, daha sonraları da evrim biyologları tarafından mikroevrim ve makroevrim gibi kelimelere yüklenen bazı bilimsel farklılıkların ilavesiyle prezante edilmiştir.

Darwin’in evrim teorisinde yer alan bu fikirlere katılmayanların yanı sıra, bu teori Darwin’den ve Hackel’den zamanımıza kadar pek çok kişi tarafından kabul görmüş ve desteklenmiştir.

Darwin’den önce, ‘Tanrı kavramından’ uzaklaşmaya neden olan bazı gelişmeler

Aslında, bazı canlıların birbirleriyle bağlantılı olduklarına ve bir evrimden geçmekte olduklarına dair düşünceler daha önceleri de vardı. 17. yüzyılda türlerin sınıflandırılması, gelişmesi ve mutasyonu konularında gelişmeler oldu. Örneğin Marco Severino 1645’de yayımlanan ‘Zoolomia Demokritae’ adlı insan ve hayvanların karşılaştırmalı anatomisine yer verdiği kitabında, insan ile maymun ve genel olarak memeliler arasında yapı benzerlikleri olduğunu göstermeye çalıştı. Bu doğrultuda, Edward Tyson ‘Anatomy of Male Pigmy’ (Erkek bir Pigme’nin Anatomisi) adlı kitabında pigmenin(*) gelişmiş bir şempanze olduğu sonucuna vardı.

(*)Pigme/pigmeler: Boy ortalaması 150cm. altında olan Afrika kökenli bir zenci topluluğu oluşturan insanlar.

Doğa bilimcisi John Ray ise, yaratılışta ilahi bir gücün rolü olduğuna dair düşünceleri benimsemeye devam ediyordu. 1693’de ve 1710’da çeşitli hayvanların sınıflandırmalarını yaptığı iki kitap yazdı. J. Ray yaptığı tasniflerde, Tanrı’nın,  hayvanların yaşamalarını planladığı çevreye uyum sağlayacak şekilde yaratılmış olduklarını yansıtmaya çalıştı. Bu tasniflerini yaparken, ‘doğada hayvanları değiştiren biçimlendirici bir kuvvetin’  olduğunu öne sürdü. (J.Ray’in, ilahi bir güce atıfta bulunarak ‘biçimlendirici güç’  dediği şey, daha sonra Darwin teorisinde ‘doğadaki değişimlerden kaynaklanan doğal seleksiyon’ şekline büründü).

İsveçli Linneaus’un da, 1735’de yayımlanan, bitki ve hayvanların sınıflandırmasını yaptığı ‘Systema Naturae’ adlı kitabında J. Ray’in görüşleri doğrultusunda düşündüğü görülmekteydi.
Bu ve diğer çalışmalarında Linneaus, yaptığı bilimsel çalışmaların ‘Tanrı’nın eseriyle uyumlu olmasına’ özen gösterdi. -Yukarıda da değinildiği gibi- Systema Naturae adlı kitabının son baskılarında şöyle demekteydi: “Her şeyi bilen ve her şeye kadir sonsuz Tanrı’nın doğadaki çayırlar üzerindeki adımlarını izledim ve her yerde sonsuz hikmet, güç ve sırrına erişilmez bir mükemmellik gördüm.”
Ancak Darwin, 1831’de Güney Amerika ve Galapagos adalarına yapmış olduğu beş yıl süren inceleme gezisinde karşısına çıkan -önceden hiç görmediği- zengin bitki ve hayvan türleriyle karşılaştığında bile, onlarda Tanrı’nın hikmet, güç ve mükemmelliğini göremeyecek ve daha sonraları da, –içinde Tanrı’nın hiç rolü olmayan- ve kendi kendine oluştuğuna (var olduğuna) inandığı  ‘mekanik’ gelişmeleri  temel alan açıklamalara yönelecekti.

Avrupa’da ortaya çıkmış olan Rönesans ve Reform hareketinin sonuçlarından biri de,‘Katolik Kilisesinin’  eski gücünü kaybetmeye başlamasıydı. 1517’de Almanya’da Martin Luther’in, Katolik Kilisesinin kusurlarını ve işlerini ifşa eden protesto yazısını  bir kilisenin kapısına çakıp halka duyurmasıyla tüm Avrupa’yı etkileyen ‘Protestan reform hareketi’ başlamış oldu.

Kilisenin din adına yaptığı baskılar, insanların cadılıkla, dine karşı gelmekle ve şeytanla işbirliği etmekle suçlanarak yargılanması, engizisyon işkenceleri yapılması ve pek çoğunun yakılması, insanların Kiliseden ve dini inançlardan uzaklaşmasına neden olmuştu.
Bunların yanı sıra, uzaya ve dünyaya farklı bir biçimde bakarak, Kilisenin görüşlerine uymayan görüşler/bulgular öne süren o zamanın bilim adamları da Kiliseden sert tepkiler alıyorlardı. Katolik Kilisesi (engizisyon), yaşlı Galileo’yu işkenceyle korkutarak sindirmiş ve öne sürdüğü her şeyi inkâr etmesini zorla sağlamıştı.
Dini doğmaların yerini artık akıl ve mantığın alması gerektiğini vurgulayan ve bu yaklaşımını doğa bilimleri ve astronomiyle ilgili çalışmalarına yansıtan Giordana Bruno ise, öne sürdüğü görüşlerini geri almadığı için 1600’de yakılarak öldürüldü.

Kilise, hala dünyanın düz olduğunu iddia ederken, Copernic dünyanın bir küre şeklinde olup uzayda yörüngeler üzerinde dönen kürelerden biri olduğunu söylemiş ve dünyanın uzaydaki konumuyla ilgili olarak -merkezde dünyanın olduğunu söyleyen Kilisenin aksine- Güneş’in merkezde olduğunu ileri sürmüştü.
Ayrıca, Copernic’in çağdaşı olan Johannes Kepler’in Güneş sistemiyle ilgili olarak öne sürdüğü kanunlar da Katolik Kilisesinin görüşlerine aykırıydı ve Kilise, yeryüzüne ve uzaya farklı bir açıdan bakarak farklı görüşler öne süren bilimsel yaklaşıma  sert tepkiler göstermekteydi.
Bütün bu gelişmeler bazı çevrelerin Kiliseden soğuyup uzaklaşmasına, dolayısıyla Kilisenin giderek etkinliğini yitirmesine neden olmuştu.

Katolik Kilisesine karşı gelişen tepkiler doğrultusunda artık farklı görüşler benimseyen  bazı bilim adamları, ‘yaratılışta ilahi bir varlığın rolü olduğu’ kavramını dışlamayan John Ray ve Linneaus’un bu tutumunu benimsemedi ve onların anlayışını sürdürmedi.
Birçok bilim adamı 17. yüzyılda başlayan  ‘Aydınlanma’  hareketine katılmayı seçtiler.
Aydınlanma, dünyaya yeni bir açıdan ve rasyonalizmle bakan hareketin ismiydi. Temelinde ‘rasyonalizm’ olan bu görüş, fiziksel evrenle, Tanrı’nın bu evrenle olan ilişkisi arasındaki bütün bağları giderek ortadan kaldırmaktaydı.

Ayrıca, bu gelişmelerin yer aldığı süreç içinde Batılıların Uzakdoğu’ya yaptıkları seyahatlerde, kendilerinin -Semavi- dini olan Hristiyanlıktan farklı spiritüel inançlara sahip, fakat ‘faziletli’ insanlarla karşılaşmaları sonucunda da,’ ‘insanlardaki din duygusunun Tanrı tarafından vahiyle gönderilmiş olmasından ziyade, bunun insanlara doğa tarafından aşılanan bir şey olduğu’   fikri gelişti.
Bu fikirlere göre, farklı bir coğrafyada yaşayan bu insanların gerçek bir dini olmamasına rağmen ‘doğal bir dine’ sahiptiler ve kaba ve barbar değillerdi.
Bu da, Hristiyanlığın Batıda var olduğu biçiminin sorgulanmasına neden olan sebeplerden biriydi.

Daha sonraları bu görüşler, Tanrı’nın ‘İlahi Baba Tanrı’ olduğu kavramından giderek uzaklaştı ve Newton’un ‘Principia’ adlı kitabında yaptığı sentezle ortaya koyduğu fikirlerle birleşti.
İncil’in verdiği ilham kabul edilmez oldu ve kutsal kitaplar sorgulanmaya başlandı.
Newton’un ‘Principia’da betimlediği evren daha çok doğayı ve doğa yasalarını ön plana çıkartıyordu. Ona göre; evren bir kere kuruldu mu, doğanın davranış yasaları etkin olacak ve bu yasalara uyulacaktı.

Değişik coğrafyalarda yaşayan bu insanların, kendi dinlerinden farklı da olsa spiritüel/tinsel duygulara (Budizm, Hinduizm ve Taoizm gibi) sahip olmaları, yani din duygusunun doğa tarafından aşılanmış bir şey olduğu inancı, İngiltere’de ‘deizm’ olarak bilinen hareketin oluşmasına neden oldu. Bu gelişme doğrultusunda filozof Edward Herbert,  ‘De Veritate’ adlı kitabında ‘eğitilmiş akıl’ın gerçeğe ulaşmada en güvenilir bir rehber olduğunu öne sürmekteydi.

Deizm’in Fransa’daki en büyük savunucularından biri de Voltaire idi. Deizm’le İngiltere’de kaldığı yıllarda tanışmış olan Voltaire, anti Hıristiyan rasyonalizm ile bağlantılı deist görüşlerini 1734’de yazdığı ‘Lettres Philosophiques’ adlı kitabında tanıttı. Daha sonraları Jan Jak Rousseau’da  ‘Emile’ adlı romanı ve ‘Le Contrat Social’ adlı kitabında deizm’i destekledi.

Batı dünyasının giderek dinin etkinliğinden sıyrıldığı bu süreçte, ‘Şüphecilik’ olarak adlandırılan görüş de daha sonraları etkin oldu. Şüphecilik, deizm’e benzer bir bakış açısıydı. Bu dönemde Hristiyanlık âleminde çok kutsal addedilen inançlara hücum edildi.
Bu akım Fransa’da daha da ileri giderek açıkça ‘ateizm’i  öne sürdü.
Julien La Mettrie 1747’de yazdığı ‘ L’Homme- machine ’ adlı kitabında tamamen materyalist bir görüşü ortaya koydu: “İnsan denen varlık hareket halindeki maddeden başka bir şey değildir.”
Hatta La Metttrie daha da ileri giderek, “insanın, ilkel içgüdülerine itaat ederek işlediği herhangi bir suç, Nil nehrinin veya denizin taşıp zarar vererek işlediği suçtan daha büyük değildir.”  dedi.

Bu görüşler filozof D. Diderot tarafından da benimsendi. Diderot, Jan d’Alambert’le birlikte ‘Encyclopedie ou Dictionnaire des Sciences’ adlı kitabı yayımladı. Bu kitap, dine ve dini kurumlara ciddi eleştiriler getiren yeni akılcı düşüncenin bir derlemesiydi.

Avrupa’da ortaya çıkan ‘Aydınlanma’ akımının rasyonel bakış açısına deist, şüpheci, agnostik ve ateistgörüşler de eklenmişti. Aydınlanma’nın devrim yaratan yeni düşünceleri doğrultusunda bazı biyologlar, Linneaus’un  ‘Systema Naturae’ adlı eserini inceleyip, Linneaus gibi Tanrı’nın izinden gitmenin onların amaç ve hedefi olmayacağını belirlediler. Onların yolu, tamamen ‘materyalizm’in belirlediği bir yol idi.

Bu biyologlar arasında en ileri fikirli olan G.Leclerc’in çalışmaları 1788’de ‘ Historie Naturelle ’ adıyla yayımlandı. Bu çalışmada Leclerc’in yeryüzünün tarihiyle ilgili fikirleri yer almaktaydı. Leclerc, fosilleri artık var olmayan türlerin delilleri olarak kabul etti. Ancak kitabındaki en önemli fikir, türlerin ‘zamanla değiştiği’ yani ‘evrime uğradığı ’  fikriydi.
Leclerc bu fikirlerini, ‘insan, maymun ve dört ayaklıların tek bir atası olabileceğini’ teklif edecek kadar ileri götürmüştü.

C.Darwin’in evrim teorisinin ortaya çıkışından evvelki aşamalara,  bilim alanındaki gelişmelere ve bilim adamlarının düşüncelerini etkileyerek onların bilimsel çalışmalarına/tutumlarına yön veren  deizm, şüphecilik, agnostisizm ve ateizm gibi akımlara dair kısaca anlatılanlarla, Darwin teorisine doğru giden yolun temelinde yer alan ve bu teorinin oluşmasında katkısı olan ‘etkenlere’  işaret etmiş oluyoruz.

Darwin’in teorisine zemin hazırlayan etken ve faktörleri göz önünde bulundurmadan, onun, İlahi bir gücün varlığını’ tamamen dışlayan fikirlerinin  durup dururken nereden ortaya çıktığını anlamakta güçlük çekilebilir.

Darwin’den önceki bilimsel gelişmelere katkısı olan ve onun düşüncelerini etkileyip yönlendiren başka bilim adamları da vardı. Bunların hepsinin ayrıntılı bir biçimde açıklanması
bu incelemenin kapsamı dışında kalıyor. Ancak, Darwin’den önce yaptıkları çalışmalarla onu
etkilemiş olan  iki bilim adamına daha mutlaka değinmek gerekir.
Bunlar, Darwin’in dedesi Erasmus Darwin ve Lamarck idi.

Bir tıp doktoru olan Erasmus Darwin yaptığı incelemeler sonucunda hayvanlarda, sonradan kazanılmış özelliklerin miras (soya çekim) yoluyla yeni nesillere aktarıldığına  inandı ve
-fikirleri birçok soruyu yanıtsız bırakmış olsa da-  ‘gelişmekte olan bir evrim’  teorisi ortaya koydu.

Lamarck’da, türlerin mutasyonlarını (kalıtsal değişimleri) etkileyen faktörlerin çevre koşullarındaki değişimlerden kaynaklandığına (*)  inandı. Ayrıca evrimle ilgili olarak, kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarıldığına dair fikirleri de Erasmus Darwin’in evrim hakkındaki düşüncelerine benziyordu. 

(*) Sonraları Charles Darwin’in, ‘doğal seleksiyon’la ilgili fikirlerini desteklemek için, bu fikirlerin temeline yerleştirdiği tez.

Yukarıda, Roma Katolik Kilisesinin tutumuna değinilmişti. Kilisenin bu bağnaz yaklaşımlarına karşın insanların artık uzayı ve içinde bulundukları doğayı daha farklı bir biçimde bilme istekleri giderek güçlenmekteydi. Dolayısıyla dini dogmalardan kaynaklanan yanıtlar artık onları tatmin etmiyordu. Bu zihinsel kıpırtıların, merakın ve yeni gözlemlerin/bulguların yanı sıra, Kilisenin acımasız engizisyonu da insanları dini inançlardan uzaklaştırmış ve Kiliseye karşı tepki göstermelerinin zeminini hazırlamıştı.

Martin Luther’le başlayan Reform hareketlerini takip eden süreçte, deizm ve şüphecilik akımlarından geçerek, agnostisizm ve ateizm’e kadar varan süreç, Avrupa insanının -deyim uygunsa- Kiliseyle göbek bağının kopması süreciydi. (Bu söylenen, Avrupa’daki her insanın Kilise’den tamamen koptuğu şeklinde anlaşılmamalı). Böylece artık, dini inançlarla bağlantısını kesmiş ve dini kaynaklı açıklamalara inanmayıp bağımsız gözlem ve incelemelere dayanan ‘bilimsel yaklaşımın’ önü açılmış oldu. Dolayısıyla artık insanlığın önünde, sadece gözle görünenlere dayalımateryalistik bakış’ı benimseme yolu da açılmıştı.

Esasen gelinen bu nokta, yani Kilisenin bağnazlığı ve baskısından kurtulmuş olarak bilimin ön plana çıkması, insanlık tarihinde (tinsel evriminde) belli ön hazırlıklardan sonra insanlığın yaşaması gereken doğal bir gelişmeydi. Bu bakımdan, yukarıda açıklanan gelişmelerin evveliyatını biraz daha incelediğimizde, ne Roma Kilisesi kendini bağnaz durumuna düşüren bazı tutucu fikirlerde ısrar etmekle çok fazla suçlanabilir, ne de, agnostik ve ateist görüşler doğrultusunda Tanrı’nın Varlığını giderek dışlayan ve sonunda tamamen ret eden ‘aydınlanma akımının’ temsilcileri olan bilimciler ayakta alkışlanabilir. Çünkü her iki taraf da, insanlığın geçirmekte olduğu bu belli ve kaçınılmaz süreç içindeki rollerini oynamaktaydılar.

Kilisenin temsil ettiği skolastik düşüncenin arkasındaki bilgilere şimdinin bilimi açısından bakıldığında, bunların dini dogmalardan kaynaklanan bilgilerden oluştuğu -ve o sıralarda insanlık henüz bilimsel bakışa sahip olmadığı için- bir anlamda bunların ‘bilimsel bilgilerin yokluğundan’ kaynaklandığı öne sürülebilir. Ancak, sonradan ‘bağnaz olma’ konumuna düşen skolastik felsefe ile, aslında dini konuların anlaşılır kılınması hedefleniyordu. Orta çağda da dini konuların anlaşılması hala önemliydi. Bu doğrultuda geçerli olan skolastik felsefe, aslında, Rönesans ve Reform dönemi öncesinde dünyaya ve uzaya çok farklı bir anlayışla bakan insanlar için pek çok kıymetli ve doğru bilgiler de içeriyordu. Fakat yeni gelişen ‘akılcı ve şüpheci yaklaşım’,  skolastik yaklaşımı bağnaz durumuna düşürdü.
Tabi bu gelişmelerde Kilisenin benimsediği tutumların da büyük rolü oldu.

(Aslında insanlığın tinsel gerçeklerden uzaklaşması sürecine çok büyük katkısı olan bir gelişmeye çok önceleri bizzat Kilise önayak olmuştu. 869 yılında 8. Constantinople Ekümenik Konseyinde, insanın yalnızca fiziksel ve ruhsal bir varlık olduğu ve insan doğasının tinsel (spiritüel) bir yönünün olmadığına hükmedildi. Kilisenin, 9. yüzyılda aldığı bu karar, zamanla insanlığın tin/tinsellik kavramıyla ilişiğini tamamen yitirmesine neden oldu. Aynı zamanda, bu doğrultudaki bir hüküm, zaten giderek Tinsel Dünya’dan uzaklaşmakta olan insanlığın ‘materyalizme’ doğru gidişatını sabitlemiş oldu).

Ancak, geçen zaman içinde insanın ruhsal ve tinsel doğası değişmiş ve Katolik Kilisesi de bu değişimin ‘farkına varmayarak’, insanın evvelki ruhsal yapısıyla (dünyayı kavrama yetenek ve kapasitesiyle) doğal bir biçimde bağdaşabilen farklı karakterdeki skolastik bilgilerin hala geçerli olduğunda ısrar etmişti. Fakat artık bu bilgilerin çoğu, yeni bilimsel bakışla elde edilen bilgilerle/yeni materyalist dünya tarifiyle örtüşmüyordu.
Bu bakımdan, eğer Katolik Kilisesinin bir şeyle suçlanması gerekiyorsa, çok yönlü gelişmelerin farkına varamamakla ve insanlığın içinden geçmekte olduğu bu doğal gelişmeler karşısında gerekli esnekliği ve anlayışı göstermeyip buna karşı çıkmakla suçlanabilir.
Ayrıca, Roma Katolik Kilisesinin engizisyonlarının korkunç ve gayriinsani olduğunu kimse inkâr edemez. Bir dinin ve tinselliğin (*) temsilcisi olma konumunda olanların, insanların üzerine korku salması ve şiddet uygulaması büyük bir yanlış ve kabahat olarak hatırlanacaktır.

(*) Aslında, 869’daki Konseyde artık insanın tinsel yönü silik bir varlık olduğuna hükmetmiş olan Kilisenin, çok daha sonraları Hıristiyanları engizisyon işkencelerinden geçirmesi çok şaşırtıcı değildir. Çünkü karşımızdaki insanın tinsel bir varlık olduğu bilincine sahip olmak, ona çok daha farklı davranılmasını gerektirir. İnsanın tinsel yönünün yok sayılması, Kilise mensuplarının kendi tinsel yönlerinin de üzerinin örtülmesine ve çarpık davranışlara sapmalarına neden oldu.

Öte yanda her ne kadar, bilim adamlarının agnostik ve ateist görüşler benimseyip dine ve ilahiyata dair düşünceleri tamamen dışladığı gibi bir izlenim ortaya çıksa da, bu, bütün bilim adamlarının bu görüşlere aynen katıldığı anlamına gelmemektedir.

Örneğin, Galileo ve Kepler gibi, modern bilimsel astronominin temellerini atmış olan Copernic, Güneş sistemi olarak bilinen sistemin merkezinde dünyanın değil, Güneşin olduğunu ileri sürdüğü kitabında şöyle yazmaktadır:
“Hareketsiz olmakla birlikte, her şeyin ortasında duran Güneştir. Çünkü bu en güzel tapınakta, kim lambayı herşeyi aynı anda aydınlatabileceği bir yerden alıp başka ve daha iyi bir yere koyacaktı?  Güneşin bazıları tarafından evrenin feneri, bazılarınca ‘evrenin aklı’ ve daha başkalarınca da onun hükümdarı olarak adlandırılması yersiz değildir.”

Bu sözlerine bakıldığında, Copernic’in eski Mısır’ın kadim bilgeliği olan Hermetizm’den etkilendiği görülmektedir. Copernic, bu satırların devamında -eski Mısır uygarlığının kurucusu olan- Hermes Trismegistus’un adını vererek ona atıfta bulunmuştur. Kitabında ‘Hermetik bilgeliğe’ yer vermekle Copernic, tesadüfler sonucunda kendi kendine oluşup var olan bir evren yerine, Hermetik bilgeliğin özünde yer alan ‘Tanrısal bir düzenleyicinin’ ve ‘Kozmik bir zekâ’nın varlığına ve bu göksel idareciden kaynaklanan Kozmik ahenge işaret etmiş oluyordu.

Bir de, başka bir insanın bilgelik yansıtan bazı sözlerine göz atalım:

“Gezegenlerin ve birbirleriyle bağlantılı pozisyonlarının insanın ruhsal güçleri üzerinde etkisi vardır. Bu tip etkiler, insanın duygularında ve çeşitli tutkularında karışıklık yaratır ve onun çok kötü davranış ve olaylara sürüklenmesine neden olurlar. Bunlar hamile kalma (ilkah) zamanında da etkin olur ve dolayısıyla insanın huyunu ve karakterini etkilerler; astrolojinin büyük bir bölümü bununla ilgilidir. Güneş, Kozmos’a sadece ışık ve sıcaklık yayıyor olmayabilir; aynı zamanda saf aklın bulunduğu yer  ve saf evrensel ahengin kaynağıolabilir. Bütün gezegenler bir ruha sahiptirler.”

“Bütün yaratılışta muazzam ve harika bir ahenk mevcuttur. Bu ahenk, hem duyularla algılanan âlemde, hem de duyuüstü âlemde, hem düşüncede, hem de maddesel yapısı olan cisimlerde, ayrıca doğadaki âlemlerde (mineral, bitki, hayvan ve insan) ve bizlere hediye olarak verilen lütuflarda görülür. Bu ahenk hem her şeyin kendi içinde, hem de diğer şeylerle aralarındaki ilişkide bulunur”.
“En yüksek/yüce ahenk Tanrı’dır ve bütün ruhların üzerine kendi imzası gibi bunu işlemiştir. Sayılar, biçimler, yıldızlar ve genelde doğa, Hıristiyanlık dininin özündeki belli gizemlerle uyum içindedir. Bundan dolayı mesela Kozmos’ta üç şey hareketsizdir. Güneş, sabit yıldızlar ve aralarındaki uzay. Bunun dışındakiler devinim halindedir; bu doğrultuda ‘Tanrı’nın Birliği’ içinde Baba Tanrı, Oğul ve Kutsal Tin’in Varlıkları bulunur. Bu küre (tinsel küre) Teslis’i (Kutsal Üçlü’yü) temsil eder. Baba merkezdir, Oğul yüzeyi, Kutsal Tin ise merkez ile yüzey arasındaki mesafelerin düzenini oluşturur. Bu, kâinattaki diğer gizemlere de yansımıştır.”
“Tinler (spirits) ve ruhlar olmadan her yerde ahenk olamazdı. Bütün dünya bir ruha sahiptir, bundan dolayı her şeyde muazzam bir ahenk bulunmaktadır. Ve bu, sadece dünyada değil, dünya ve takımyıldızların arasında da mevcuttur. Bu ruh bütün dünya üzerinde etkisini göstermektedir. Ancak, insan ruhunun bulunduğu yer kalp olduğu gibi, bu ruhun da bulunduğu belli bir yer vardır; etkileri buradan kaynaklanıp okyanuslar ve atmosferin üzerinde etkin olur. Dünyanın yıldızlarla yakınlığı/bağı ve doğa olaylarında var olan düzenin arkasındaki neden budur”…

Bu satırlardan yansıyan derin anlamların verdiği izlenime bakıldığında, bu sözlerin sahibinin bir Hıristiyan rahip yahut bir ilahiyatçı olduğu düşünülebilir. Ancak bu satırların yazarı, modern ve bilimsel astronominin kurulmasına ve temellerinin oluşmasına büyük katkısı olmuş ve günümüzde halen geçerli olan ‘Kepler Kanunlarının’ sahibi olan Johannes Kepler’dir.

Bu yazıda kısaca değinebildiğimiz Keplerin sözleri, bugünkü astronominin henüz dikkatini çekmemiş olan “Kürelerin Müziği” (gök kürelerin devinimlerinden ve aralarındaki olağanüstü ahenkten kaynaklanan tinsel müzik) kavramına dair söyledikleriyle beraber 1618 yılında yayımlanmış olan ‘Harmonica Mundi’ adlı eserinde daha detaylı olarak okunabilir.

Yıllarca bilimsel çalışma ve gözlem sonucunda Kepler, Evrenin arkasındaki İlahi Varlığın yadsınamayacak mevcudiyetini hissederek/sezerek görebilmiş ve bir bilim adamı konumunda olmasına rağmen bu anlayışını açık yüreklilikle belirtmekten çekinmemiştir.

Verilen örneklerden başka bilim adamları da, Kâinatta ‘Tanrısal bir gücün’ etkin olduğu veya olabileceği düşüncesini benimseyerek bilimsel çalışmalarına devam etmişlerdir.
Bu tutumu benimsemiş bilim adamlarının var olmasına bakılırsa şöyle bir sonuca varılabilir:
Tarafsız – objektif gözlem ve incelemelere dayanan bilimsel yöntemi benimseyen ve ‘bilim adamı’ sıfatını taşıyanlar, evrende Tanrısal bir prensibin varlığını ve etkinliğini otomatikman reddetmek zorunda değildirler.
Başka bir deyişle, bir bilim adamı olarak yola çıkıldığında, bilimsel olabilmenin ilk şartı, başlangıç olarak dünyada ve kâinatta bulunan olağanüstü ahengin arkasında ‘bir yaratan’ olabileceği kavramını tamamen dışlamak değildir.

Bilimdeki, ‘her olasılığın göz önünde bulundurulması gerektiği’ prensibinden  yola çıkılacak olursa, bilimle uğraşanlar bu olasılığı da (ilahi bir gücün varlığı) göz önünde bulundurmazsa, bu tutumun tamamen objektif olduğu söylenemez. Hatta bunun önyargılı bir yaklaşım olduğu söylenebilir.
Bilimsel yaklaşımın temel esaslarından biri, her olasılığın göz önünde bulundurulmasıdır. Evrenin arkasında bir ‘ilahi güç’ olduğu kavramı tamamen dışlanırsa, pek çok bilimsel araştırma, ne amaca hizmet ettiği belirsiz düşünce veya varsayımlardan öteye geçememe durumuna düşme tehlikesiyle karşılaşabilir.
Bağnazlık, yani başka görüşleri hiç göz önünde bulundurmadan sadece tek bir bakış açısını benimsemek ve katı savunucusu olmak yalnızca Katolik Kilisesinin düştüğü bir yanılgı olmayabilir. Bilimin temsilcileri de bu yanılgıya düşmekten muaf değillerdir.

İnsan, ‘tinsel evrimi’ doğrultusunda belli aşamalardan geçerken, -farkına varılması çok zor bir kaynaktan gelip-  insanlığın üzerinde etkin olan bazı ‘itkilerin ve ilhamların’ sonucunda, Kilisenin temsil ettiği dogmatik fikirlere (ve bağnazlığa) karşı koyma, yani ‘yaratıcı Tanrı’ kavramının dışlanması sürecini mücadeleli bir biçimde yaşadı. Çünkü o sıralarda Kilise, ‘yeni bir evren görüşünün’ oluşması ve yeni kavramların benimsenmesine karşıt bir konumda yer almaktaydı.
Fakat zamanımızda Kilisenin konumu artık böyle değildir  ve de varlığı artık bilimsel gelişmelere bir engel oluşturmamaktadır. Dolayısıyla artık evrende bir Tanrının ve O’nun hizmetindeki tinsel güçlerin varlığını eskiden gelme tepkisel alışkanlıkla otomatikman ret etmek gerekmeyebilir. Bilimle uğraşanlar bu konuda rahat olabilmeli ve yakın bir geçmişten çağımıza yansımış olan bu tepkisel tutumu artık geride bırakabilmelidirler.

Bilimsel astronomi ve fiziğin babalarından olan J.Kepler örneğinde görüldüğü gibi, Kepler, Kilisenin mecburi bir inanç olarak dayattığı bir Tanrı kavramından yola çıkarak değil, kendi objektif ve bilimsel gözlemlerinin sonucunda, Tanrı’nın yarattığı olağanüstü evrenin ahenk ve ayrıntılarına aklıyla bizzat tanık olduğu ve önündeki verileri anlayıp kavradığı için Tanrı’dan söz etmektedir.
Bunlar,‘dogmatik inançları reddetme’ ruh hali içine girip, ‘inanmamanın verdiği gücün’ etkisi altında kalmadan belirtilmiş özgür bireysel kanaatlerdir.

J.Keplerden çağımıza geldiğimizde, Rölativite (görecelilik) teorisi gibi açıklamaların sahibi olan A.Einstein’ın da Tanrı’yla ilgili konulara yaklaşımının ve söylediklerinin kayda değer olduğu görülür.

A.Einstein:
“Benim dinden anladığım şey; biz insanların ancak yetersiz ve zayıf aklımızla algılayabildiğimiz, ‘kendisini’  varoluşun en ince detaylarında gösteren sınırsız yücelikteki tinsel varlığa  alçak gönüllülükle duyduğum hayranlıktan ibarettir.”

Görüldüğü gibi, dünya çapında dahi bir bilim adamı olan Einstein, ‘sınırsız yücelikteki ilahi bir gücün evrendeki varlığı’  kavramına ‘bazı paradigmalar’ doğrultusunda tepki göstermemiş ve ‘bilim adamı olduğu için Tanrı’nın varlığını ret etmeyi’ otomatikman benimsememiştir.
Bu sözleri incelediğimizde Einstein’ın, ‘ilahi bir gücün varlığı’ kavramını yalnızca bir olasılık olarak düşünmediği ve bu kanaatlere Kepler gibi bizzat kendi objektif gözlemleri sonucunda ulaştığı anlaşılır.

Kendisine, ‘Tanrı’ya inanıp inanmadığı’ sorulduğunda Einstein şöyle yanıtlamıştı:

“Bunu basit bir ‘evet’ ya da ‘hayır’ ile yanıtlayamam. Ben bir ateist değilim. Tam olarak panteist olduğumu da söyleyemem. Biz insanlar, içinde çeşitli dillerde yazılmış kitaplarla dolu muazzam bir kütüphaneye girmiş küçük bir çocuğun konumundayız. Çocuk, bir şekilde,
bunları birisinin yazmış olması gerektiğini  bilmekte ama bunun nasıl olduğunu bilememektedir. Çocuk, sönük bir anlayışla olsa da, kitapların dizilişindeki gizemli düzenin farkındadır ama bunun ne olduğunu bilememektedir. En akıllı bir insanın bile Tanrı’ya yaklaşımının bu olduğunu düşünüyorum”.
“Bizler evrenin muhteşem bir şekilde düzenlenmiş olduğunu ve bazı yasaların etkin olduğunu gözlemliyor fakat bu yasaları ancak sönük bir biçimde anlayabiliyoruz. Bizlerin kısıtlı aklı, takımyıldızları hareket ettiren gücü kavrayamıyor.”
“Öte yanda bilimle  ciddi bir şekilde meşgul olanlar, insanın çok yükseklerinde olan bir tinsel varlığın evrendeki bütün yasalarda kendini gösterdiğini  ve bunun karşısında naçizane yeteneklerimizle, bizlerin mütevazı olması gerektiği kanaatine varır. Bu anlamda bir bilimsellikle de, ‘özel bir maneviyatın’ yolu açılacak ve bu, daha nahif bir insanın dindarlığından daha farklı olacaktır.”

Bu sözlerinden açıkça anlaşılacağı gibi Einstein, evrendeki her ayrıntıda ve yasada gözlemlenen irfan – ahenk (ve yasalar) karşısında ciddi bir bilim adamının ancak mütevazı bir yaklaşım sergileyebileceğini anlatmaya çalışmaktadır. Yukarıdaki sözleriyle Einstein, ‘bir bilim adamının hemen en baştan Tanrı’nın varlığını dışlamaya gerek görmeden, objektif ve tarafsız gözlemler sonucunda özel ve farklı bir maneviyatın yolunu açabileceğine ve bunun, sıradan ve dogmatik dini anlayışlardan daha farklı bir anlayış/biliş olacağına’ işaret etmektedir.

Einstein ayrıca, “Gözlem ve bulgularının sonucunda hayret ve şaşkınlık deneyimlemeyen bir bilim adamının ölüden farklı olamayacağını” da söylemiştir.

Bilim dalında bir dahi sayılan ve saygın bir yeri olan Einstein nasıl oluyor da bilimcilerin genel olarak benimsedikleri “din ve Tanrı’ya dair kavramların benimsenmesinin bilimin gelişmesi yolunda engel oluşturacağı” jargonundan hiç etkilenmeden, açık yüreklilikle ve dürüstçe, olağanüstü ve sınırsız bir gücün evrenin en ince detaylarında bile kendini gösterdiğinden bahsedebiliyordu?

Bunun yanıtı, Einstein’ın, gözlemlerini sadece fiziksel gözler’  ve ‘ fiziksel bir beyinle’mekanik’ bir biçimde yapmayıp (sadece kuru bir entelektüel kapasite kullanmayıp) ruhunu ve ‘ tinsel yüksek benliğini’ de işin içine katmasında  bulunabilir.
Ayrıca, Einstein’ın böyle bir anlayışı ve yaklaşımı benimseyebilmesinin bir nedeni de, Yahudi dininden gelmiş olmasıyla açıklanabilir. Yahudi dininden olanların, Katolik Kilisesinin Hıristiyanlar üzerindeki tahakkümünün dışında kalmaları ve engizisyon şiddetine hedef olmamaları nedeniyle Kilisenin temsil ettiği dini doğmalara ve Tanrı kavramına karşı kişisel bir antipatileri yoktu. Dolayısıyla, herhangi bir tepki içeren karşıt bir görüş öne sürmek veya ‘tepkisel bir harekete’ katılmak durumunda değillerdi. Bundan dolayı Einstein da, deist, şüpheci agnostik veya ateizm gibi tepkisel görüşleri benimsemek gereğini hissetmemişti. (Yukarıdaki sözlerinde de zaten ‘ateist olmadığını’ açıklamaktadır).
Bu bakımdan Einstein’ın bir bilim adamı olarak herkese örnek olabilecek, gerçekten tarafsız /objektif bir anlayış ve yaklaşıma sahip olduğunu söylenebilir.

‘Evrim teorisini’ öne sürmüş olan Darwin’e döndüğümüzde, onun zamanlarında etkin olan şüphecilik, agnostisizm ve ateizmgibi tepkisel akımların olduğu bir ortamdan ‘Tanrı’nın, yaratılıştaki rolünü tamamen dışlayan’  bir teorinin çıkmasını doğal karşılamak gerekir.
Başka bir deyişle Darwin’in evrim teorisinin, Katolik Kilisesine karşı gelişen tepkilerin güçlendiği ve ‘ilahi bir gücün varlığı’ kavramından giderek uzaklaşıldığı bir süreçte, doğa bilimleri alanında (dedesi Erasmus Darwin’in görüşleri de dahil olmak üzere) –C. Darwin öncesi- ortaya çıkan tüm gelişmelerin sentezi olan ‘bir düşünce’ olduğu söylenebilir.

Darwin’in evrim teorisinin temelini oluşturan kurgunun, arka planda etkin olan bilim ortamından etkilenmiş olmasının yanı sıra, böyle bir teorinin oluşmasında elbette Darwin’in şahsi kanaatleri de rol oynamıştı. Darwin tam anlamıyla bir ateist olmasa bile, ateizme eğilimli bir agnostik (Bilinmezci) idi.
Ayrıca Darwin, ailesine düşkün ve çocuklarını çok seven bir insandı. Belki de, baş Darwin’i giderek ‘Tanrının Varlığı’ kavramından uzaklaştıran etkenlerden biri de, çok sevdiği küçük kızının erken ölümü olmuştur. Kızının vakitsiz kaybından, Darwin’in Tanrı’yı sorumlu tutup tutmadığı hiçbir zaman bilinemeyecek…

Darwin, Tanrı’nın varlığını tamamen reddeden bir ateist olmasa bile yine de O’nun varlığına dair bazı kuşkuları vardı. Örneğin şu sözleri onun kuşkularını açıkça yansıtmaktadır:
“Fareyle oyun oynayan kedileri tasarlayan ve yaratanın, lütufkâr ve kadir-i mutlak bir Tanrısal varlık olabileceğine kendimi ikna edemiyorum.”

Bundan anlaşılan, eğer Tanrı, ‘evrenin yaratıcısı olma’ sıfatıyla uyumlu işler yapan bir varlık konumundaysa, bilinçsizce fareyle oynayan bir kedinin yaratılmasından çok daha ciddi işlerle uğraşmalı ve daha ziyade büyük kozmik projelerin arkasında imzası olmalıydı.
Kim bilir, Darwin yalnızca doğanın işleyiş mekanizmalarını inceleyen biyolojiye meraklı birisi değil de, Kepler ve Einstein gibi sonsuzluğa açılan uzayı inceleyen bir astro fizikçi olsaydı, onların uzayda görmüş olduğu ilahi imzayı belki o da görebilirdi.

Şimdiye kadar anlatılanlarla, ‘ilahi/Tanrısal bir güce hiçbir rol vermeden’ insanın varoluşuna bir açıklama getirmeye çalışan Darwin’in, öne sürdüğü teoriyi oluştururken içinde bulunduğu ruh haline ve çevresini kuşatan entelektüel-bilimsel yaklaşımın onun düşüncelerini nasıl etkilemiş olabileceğine değinilmek istendi.

Bir insanın ruhuna, düşüncelerine ve mantığına “yaratılışa dair gizemler bilinemez” (agnostisizm) şeklinde bir ruhsal ve zihinsel kelepçe takılmışsa, o insan, varoluş gibi ‘yaşamsal öneme sahip’  bir konuyu doğru değerlendirmekte zorlanacaktır. Çünkü “Aslında bunlar bilinemez şeylerdir dolayısıyla bir Tanrı’nın varlığıyla da bağdaştırılamaz” denildiği zaman, ‘daha öte bilinçli düşüncenin’ etkin olabilmesi en baştan engellenmektedir.

Darwin de tam anlamıyla bir ateist olmasa bile, dünyaya ‘agnostik bir bakış açısından’ baktığı için, çevresindeki olağanüstü gizemleri ‘ilahi bir gücün varlığıyla’ bağdaştırmadan bir açıklama yapabilmek istemiştir. Darwin en baştan kendini, ‘zaten tinsel dünya, Tanrı ve fizik ötesi anlaşılamaz ve bilinemez şeylerdir’  gibi bir düşüncenin getirdiği kısıtlamanın içine sokmuştur.

Darwin, söz konusu kısıtlamayla, hem kendi düşünce kapasitesinin -19. yüzyılda çok güçlenmiş olan- materyalistik görüşlerin etkisinde kalmadan gelişip Einstein gibi farklı bir algılama boyutuna geçebilmesinin önünü kapatmış, hem de, ‘yaratılışın arkasındaki Tanrı kavramını’ tamamen dışladığı için aklını kurcalayan ama aklının çözmekte zorlandığı ‘varoluş gizemine’ yanıt bulmak gibi bir ikilemle karşı karşıya kalmıştır.
Bunun sonucunda da çıkış yolunu, -dış biçimiitibariyle- insanı biraz andıran maymun ve primatlara ‘insanın atası olmak’ rolünü veren bir teoriyi öne sürmekte bulmuştur.
(Çok daha evvel öne sürdüğü benzer düşüncelerle G.Leclerc, onun bu varsayımlarının önünü ve yolunu açmış oldu).

Ancak Darwin teorisi, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde ‘insanın atası olduğu’ öne sürülen bu primatların en başta ‘hiç yoktan’ nasıl var olabildiğini  açıklayamadı.

Ancak bu sözler yanlış anlaşılmamalı. Burada Darwin’in inançsızlığı veya şahsen ‘doğru olduğuna inanarak’ öne sürdüğü düşünceler yargılanmıyor.
Onun öne sürdüğü düşünceleri, ‘yaratılışçılarla’  ‘evrimciler’ arasındaki bitmeyen tartışma doğrultusunda; yaratılışçıların dediği gibi, “adı üstünde, Darwin’in öne sürmüş olduğu şeyler sadece bir teoridir, teori denen şey de, henüz ispatlanmamış varsayımlardır” diyerek bir kalemde silmek ona haksızlık olurdu. Çünkü aslında Darwin teorisinin doğru olan bir yönü de vardır. Ancak doğru olan yönü sadece hayvanlara dair gelişmeleri/değişimleri (mutasyonları) kapsamaktadır. İnsanla ilgili bölümünün ise, “iyi niyetle şansını denemiş bir varsayım” olduğunu söylemeliyiz.

Darwin kuramına gönül vermiş olanlar, evrim biyologları ve insan fosillerine ait son bulguları takip eden paleontologlar bu son söylenenden pek hoşnut olmayabilirler. Ancak bu inceleme sabırla okunmaya devam edilirse, dogmatik inanç ötesi başka bilgilerle de karşılaşılacak.

Önce, Darwin’in öne sürmüş olduğu şeyin ne olduğunu tekrar belirlemeye çalışalım.
Güney Amerika seyahatinde Darwin, yeni (evvelce karşılaşmadığı) hayvan türleriyle karşılaştı. İncelemeleri sürecinde bu hayvanlardan bazılarının fosil kalıntılarını da buldu. Ancak aynı hayvanın fosillerini ve canlısını karşılaştırınca arada bazı farklılıklar olduğunu gözlemledi.
Aynı türden olmalarına rağmen aralarında neden farklılıklar olduğunu merak etti.
Acaba bu farklılaşmaya ne sebep olmuştu?

Ayrıca Darwin bu gezisinde,  Tierra del Fuego’da vahşi bir insan ırkıyla karşılaştı. Kendi kültürünün ürünü (ve benzeri) olan insanların ‘insan’ olarak bilindiği bir ülkeden geldiği için, karşılaştığı bu farklı yapıdaki insanları bildik insan kategorisine koymakta zorlandı. Darwin’in bu duyguları da anlaşılabilir çünkü hayatında ilk defa vahşi bir insanla karşılaşıyordu. Ancak, bu vahşi ve ilkel ırk, -yani onun bildiği anlamda insana benzemeyen geri kalmış bir insanın varlığı- Darwin’de, insanın kökeninin ‘daha da geri’ bir varlıkla (örn. primatlarla)  bağlantısı olabileceğine dair bazı kuşkular oluşmasına neden olmuştu.

Darwin, yolculuğu boyunca yanına almış olduğu Charles Lyell’in kitaplarını incelemekteydi. Dolayısıyla Darwin’in seyahati sırasında yaptığı çalışmalar C. Lyell’den aldığı etkiler altında gelişti. C. Lyell, jeolojiyi ve katman kayaları belli katmanlarda çıkan fosillere göre tarihlendirebileceğine inanıyordu. Lyell, bu görüşünü desteklemek için bitkilerin ve hayvanların coğrafi yayılışlarından çıkardığı delilleri kullanmıştı. Her türün belli bir merkezde doğduğunu, etrafa buradan yayıldığını ileri sürmüş ve her türün yok olup yerine başka türler gelmeden önce, varlığını bir müddet daha sürdürdüğüne inanmıştı. Lyell, yeni türlerin ortaya çıkışının jeolojideki tarihsel değişimlerle bağlantılı olduğunu öne sürmekteydi. Yani jeolojik yapı değiştikçe değişen doğa koşulları, bu koşullarla uyumlu türlerin ortaya çıkmasına neden oluyordu.

Darwin de, -yukarıda değinildiği gibi- aynı türden olduğu belli olan, ama canlı olanlarla, bunların fosillerinin arasında farklılıklar gözlemlediği hayvan türleriyle karşılaşmıştı ve bunun açıklaması üzerinde düşünmekteydi. Sonunda Darwin, Lyell’den etkilenmiş olarak, doğa ve çevre koşullarındaki değişimlerin  ‘türlerdeki değişimlere’  neden olduğuna kanaat getirdi.
Ona göre, doğa ve çevre koşullarındaki değişimlere uyum sağlayamayan hayvanlar zamanla yok oluyor, yerine uyum sağlayacak yeni türler geliyordu. Doğanın güçlü etkilerine karşı koyabilenler hayatta kalmaya ve varlıklarını sürdürmeye devam edebiliyordu. (Survival of the fittest). Bu gelişmenin temelinde doğal bir ayıklama, yani ‘doğal seçilim’ – ‘doğal seleksiyon’ vardı.

İşin sadece ‘mekanik yönü’ ve ‘yalnızca hayvanlar’ söz konusu olduğu sürece, Darwin’in bu öne sürdükleri bir dereceye kadar doğru idi. Darwin, farklı kaynaklardan elde ettiği verileri bir araya getirerek türlerdeki değişimlerin (mutasyonların) arkasındaki bir ‘doğa yasasına’ ulaşmıştı. Ama o, arkasında bir ‘İrade’ olması gereken bu ‘canlı yasanın’  varlığını ve dolayısıyla hayvanlardaki mutasyonları sadece ‘kendi kendine gelişen’  ‘otomatik ve mekanik fiziksel etkilerle’ açıklamaya çalışmıştı.
Böylece Darwin, doğada etkin olan bu yasanın aslında ‘tinsel gerçeklikle dolu olan içini’  boşaltmış  oluyordu.
 
Darwin, öne sürdüğü evrim teorisini fiziksel nedenlerle bağdaştırarak açıklamayı başarmış ve bunun işleyiş mekanizması olarak da ‘doğal seleksiyon’ ve ‘güçlü olanın hayatta kalması’ gibi açıklayıcı ilkeler öne sürmüştü. Tanrı’nın, yani belli bir Kozmik ‘Benliğin’ rolü de böylece doğaya devredilmiş oldu.

Ona göre, ‘değişik türlerin ortaya çıkması için artık yaratan bir Tanrı’ya ihtiyaç yoktu’.  Fiziksel gözlerle bakıldığında zaten doğada Tinsel-Tanrısal bir özellik görülmüyordu. Görünüşe bakılırsa doğa, zaten gayet sessiz ve ‘kendi kendine’ bütün bu işlevleri otomatikman yerine getirmekteydi. Türlerin kendilerine has biçimlerinin oluşmasında da doğadan kaynaklanan nedenler etkiliydi.
Ayrıca, kendi başına milyonlarca değişik türden hayvan ve bitkiler oluşturan, kendi başına meyveler büyütüp çiçekler açtıran, rüzgârları yönlendiren, yağmur, kar ve dolu yağdıran bu doğanın yaratıcı (yaratan)  bir ‘kişilik’ (bir benlik) olmak gibi bir iddiası da yoktu. Doğa, ‘Tanrı Baba’ gibi bir zat, bir şahsiyet değildi, dolayısıyla doğanın şahsına inanılması ve hürmet edilmesi de gerekmiyordu. İnsanın varoluşu dâhil tüm soruların yanıtları artık doğada bulunabilirdi!
Dolayısıyla, bundan böyle Tanrı’nın varlığı ve rolü sona ermişti.

‘Zaten var olan’ bir dünyada, ‘zaten var olan’ doğaya  yüklediği yeni role bakılırsa, sayısız kozmik fenomenin varlığını kanıksadığı anlaşılan Darwin, ayrıca yaratılışın ve insanın dünyada var olmasının arkasındaki tüm ‘tinsel’ faktörleri (ve ‘Kutsal Olan’a dair kavramları da) göz ardı etmişti.

Böylece, belli bir süredir gelişmekte olan ve insanlığın üzerinde etkin/hâkim olan materyalistik anlayış, Darwinizm’in temeline yerleştirmeyi başardığı bu tür ‘ilhamlarla’, sonunda insanın yaratılışını Tanrısal Âlemden alıp, sadece fiziksel – maddesel – mineral  (dolayısıyla cansız) bir dünyadan kaynaklanan nedenlere bağlamayı başarmıştı.

 

İnsan ‘tesadüfen’ (kendiliğinden) meydana gelmiş bir varlık olabilir mi? 

Evvelce değinildiği gibi, Darwin’in bu savları, ‘hayvan türleri’ söz konusu olduğunda 
-bir yere kadar- doğru ve geçerliydi. Ancak, sadece doğa kanunlarının etkileri göz önünde bulundurularak hayvanlar için geçerli kılınan bu tezlerin, ‘insan’  için deaynen geçerli’ olduğunun öne sürülmesi ciddi bir yanılgıdır. Çünkü ‘insan’ söz konusu olduğunda, sadece doğa yasalarına ve bunların mekanik ve otomatik işleyişine dayanarak oluşturulmuş olan bir teori, insanın fiziksel bedenine dair soruları bile yeterince aydınlatamaz. İnsanın ‘bütününe’ dair gizemleri aydınlatacak yanıtlara ulaşabilmek için ise, doğa yasalarının yanı sıra, insan varlığını oluşturan çok daha önemli unsurların varlığını da göz önünde bulundurmak gerekir.
İnsanın yalnızca fiziksel bedeni bile tek bir tıp uzmanının bilmesi mümkün olamayacak kadar karmaşık bir yapıya sahipken, Makrokozmos ile doğrudan bağlantılı bu ruhsaltinsel  varlıkta bulunan ‘daha öte ve yüksek unsurları’  hiç kaale almadan, yalnızca mekanik ve fiziksele (maddesele) indirgenmiş bir teori ile açıklamak yetersizdir. Bu da kaçınılmaz olarak bu teoriyle ilgili oldukça ciddi kuşkuların doğmasına neden olmaktadır.  

 

İnsanın ‘sadece fiziksel bedeninin’ bile çok karmaşık bir yapıya sahip olduğuna değinildi.
Bu doğrultuda, insan bedeniyle ilgili tıptaki uzmanlık alanlarından bazılarına göz atalım.

Anatomi, Biyofizik, Histoloji, İmmünoloji, Mikrobiyoloji, Tıp bilişimi, Tıbbi biyokimya, Tıbbi genetik, İç hastalıkları, Hematoloji, Gastroenteroloji, Endokrinoloji, Nöroloji, Onkoloji,
Romatoloji, Enfeksiyon hastalıkları, Fizik tedavi, Uyku hastalıkları tanı ve tedavi, Anestezi ve reanimasyon, Çocuk cerrahisi, Genel cerrahi, Kalp ve damar cerrahisi, Göz hastalıkları,  İlk ve acil yardım, Kadın hastalıkları ve doğum, Kulak burun ve boğaz, Beyin ve sinir cerrahisi,
Ortopedi ve travmatoloji, Patoloji, Plastik ve rekonstrüktif cerrahi, Üroloji, Çocuk hastalıkları, Dermatoloji, Tıbbi farmakoloji, Fiziksel tıp ve rehabilitasyon, Göğüs hastalıkları, Kardiyoloji,
Radyoloji, Nükleer tıp, Radyasyon onkolojisi, Diş tedavisi, Alerji, Nöroşirurji, Plastik cerrahi,
Göğüs cerrahisi.

Yalnızca ‘fiziksel bedenle’  ilgili dendiği için, yukarıda ‘insanın ruhsal boyutuyla’ ilgili alanlara değinilmedi. Modern ‘bilimsel araştırmaların’ yapılabildiği ve teknolojik tıbbi aletlerin tıbbın hizmetinde kullanılabildiği ‘çağımızda bile’  hiç kimse tek başına bütün bu alanları kavrama ve uzmanı olma kapasitesine ve yeteneğine sahip değildir.
Yukarıda belirtilen dalların her biri yıllarca eğitim gerektiren ayrı uzmanlık alanlarıdır. Bu bakımdan, örneğin, bir göz hastalıkları mütehassısı diş problemini kendisi halledemez, mutlaka bir diş doktoruna gitmek zorundadır, keza bir dermatolog, gerektiği taktirde mutlaka bir kardiyologa görünmek zorundadır…

Kozmos’la olan ‘ruhsal ve tinsel’ bağlantılarına henüz hiç değinmeden, fiziksel bedeninin bile  ne kadar karmaşık bir yapıya sahip olduğu açıkça görülen insanın, “sadece doğadan kaynaklanan etkilerle tesadüfî (random) mutasyonlar geçirerek bir hayvandan oluşa geldiğini” öne süren bir teorinin, ‘varoluş gerçeği’ ne derece doğru yansıtabildiği hakkında kuşku duymamak olası değildir. Yukarıda değinilen noktalar üzerinde önyargısız ve objektif bir biçimde düşünmek, ‘insanın kendi kendine tesadüfî oluşumlar sonucunda öylesine evrilmiş’  bir varlık olduğuna dair soyut fikirlere daha ihtiyatlı yaklaşmamızı sağlayabilir.

İlkel nükleik asidin ve amino asitlerin kendi kendilerine hiç yoktan ortaya çıkıp,yaşamın’ yapı taşlarını oluşturabilmelerinin, hücre oluşumlarının, bu hücrelerin yan yana gelebilmesinin ve bunların, yaşam dolu organizmalara dönüşebilmeye uygun atmosfer ve ısı şartlarını da  arkasına alarak ‘belli bir canlı varlığı’ oluşturabilmesini (ve ayrıca milyonlarca birbirinden farklı canlının meydana gelmesini) hep bazı tesadüflerin sonucuna bağlamak ne kadar açıklayıcı, inandırıcı ve gerçekçi olabilir?

Yine bu doğrultuda, kendi kendini tesadüfler sonucunda oluşturmuş bir varlığın fiziksel bedeninin içine, farklı dokulardan oluşmuş ve çeşitli hayati işlevleri hiç aksatmadan yerine getiren, beyin, karaciğer, kalp ve mide gibi birbirleriyle ahenkli bir koordinasyon içinde çalışan bu organların, bedendeki yerlerine kendi kendilerine yerleşmiş olduğu ve işlevleri doğrultusunda yine ‘kendi kendilerini görevlendirmiş oldukları’ gibi varsayımlar akıl ve mantığı ne kadar tatmin edebilir?

Ayrıca bilindiği gibi, insanın yanı sıra dünyada var olan milyonlarca bitki türü ve yüz binlerce birbirinden farklı hayvan cinsi vardır. Farklı iklim koşullarında, karada, tatlı ve tuzlu suda yaşayan bitki türlerinin, yine farklı iklim ve ısı koşullarına uyum sağlamış olarak hava, su ve kara (ve toprak altı) ortamlarında yaşayan hayvanların yalnızca ‘doğadaki değişimlerden’ ve ‘tesadüfî birleşimler’ sonucunda meydana geldiği gibi tezlerin ikna edici açıklamalar olduğu söylenebilir mi?

Bütün bu varlıkların, organizmalarıyla uyumlu  çeşitli gıdaların zaten dünyada tesadüfen var olmasına, her varlığın neyle besleneceğini ‘biliyor’ olmasına, yenen gıdaların her bir canlıdaki hazım faaliyetine, bu varlıkların üreyip kendi soyunu devam ettirebilmesine (kendi varlıklarından ortaya benzer canlılar çıkartabilmelerine), nefes almalarına ve hayvanların hareketlerinin arkasında ‘hiç yanılmayan bir içgüdünün’ var olmasına da kısaca değinmek gerekir.

Ya yaşam? Bütün varlıkların her birinin yaşam dolu birer ‘canlı’ olmaları?
Geri dönüşü olmayan ‘ölümle’ karşılaştırıldığında,‘Yaşam’ denen fenomenin varlığı bu kadar kolayca kanıksanıptesadüflerle’ geçiştirilebilir mi?

Kısacası, terazinin bir kefesine bütün bunları koyduktan sonra, öteki kefesine ‘kendi kendine tesadüfî gelişmeler ve değişimler ve ‘doğal seleksiyon’ gibi bir açıklama koymakla bu terazinin dengelenmesini sağlamak pek olası değildir.

Dünya gezegeninde yaşamın ilk olarak nasıl başladığı, bilimin ve evrimcilerin halen yanıtlayamamış oldukları bir gizemdir.
Yaşamın başlangıcına bir yanıt arayan evrimci görüşleri benimseyenler arasında astro kimya analizleri sonucunda yaşamın (ilkel nükleik asit, amino asitler ve bunların oluşturduğu bileşimlerin) uzaydan gelmiş olabileceğini  ve bunların göktaşı içinde dünyaya düşmüş olabileceğini düşünenler vardır. Ayrıca bazıları da, yaşamın ‘evrim dışı’ (evrim öncesi) başlamış olması ihtimaline bir açıklama getirebilmek için “ilk hücreleri milyarlarca yıl önce uzaylıların dünyaya getirmiş olması olasılığına” da (*) yer vermektedir.

(*) Temmuz 2002 ‘Scientific American’da – John Rennie’nin yazısı.

Bilimde öne sürülen teorilerde, bazı unsurların hazırdaki varlığının rahatça kullanılması belki bir dereceye kadar kabul edilebilir. Ancak, göktaşı veya hücre taşıyan uzaylılar (*) tarafından uzayın bilinmeyen bir yerinden getirilen bu ilk hücrelere her bakımdan uyumlu ve elverişli yaşam ortamı (elverişli ısı ve atmosfer, suyun varlığı ve bunların yanı sıra bu ilk hücrelerin ilerde bolca kullanabilecekleri oksijen, hidrojen, azot gibi gazların ve  karbon, kalsiyum ve demir gibi pek çok minerali hazır olarak) sağlayan/sunan bir gezegenin tesadüfi varlığı; ayrıca, dünyada hazır bulunan karbon ve azot bileşiklerinin uzaydan getirilen hücrelerin DNA ve RNA yapılanmasında kullanılabilmesi, kısacası her şeyin birbiriylekendiliğinden’ bu kadar uyum ve ahenk içinde olmasının insanın varoluşuna/kökenine dair bu teoride bu çapta rahatça kanıksanması, bir dereceye kadar kanıksanmasına gösterilebilecek ‘toleransın’ sınırlarını  epeyce zorlamaktadır.

(*) O zaman Tanrı’nın rolü, acaba ‘ultra teknolojik bir uçan metal kutuyla’ uzaydan hücre taşıyan fiziksel bir uzaylıya mı verilmiş oluyor?  Bunun yanı sıra kaçınılmaz olarak, “ilkel nükleik asitler ve amino asitler o gök taşlarının üzerine nasıl ve kim tarafından yüklendi?” sorusu ortaya çıkmakta.

Bilimin varoluşun gizemlerine yaklaşımı, ‘tevazu’ ve gözle görünebilenlerin değeri

‘Dünyadaki yaşamın mutlaka bir başlangıcı olması gerektiği’  gibi mantıklı bir düşünceyi kimse yadsıyamaz. Bu doğrultuda, yaşamda faydalı pek çok buluşu ve doğa ve fen dallarında başarılı bulguları olan bilim de bu soruya bir yanıt aramaktadır. Ancak bilim, fiziksel dünyaya dair diğer konulardaki başarılarına ulaşırken benimsediği yaklaşımı, ‘aynen’ varoluşa dair gizemlere de uyguladığında, evvelki gibi başarılı sonuçlar elde edemeyebilir. Çünkü zaten hazırda ‘var olduğu’ için rahatça gözlemlenebilen fiziksel uzay ve doğadaki mekanik (gibi görünen) işleyiş mekanizmalarına dair bazı bulgular öne sürmek başkadır, doğa ve kozmosun sırlarının anlaşılabilmesi ise bambaşka bir konudur. Bunda başarılı olabilmek çok farklı bir yaklaşım gerektirir.

Bilimin bir yandan, ‘evrenin arkasındaki yaratıcı güç’  kavramını/olasılığını dışlarken, öte yanda evrende nasıl ve neden var olduğu bilinemeyenama her nasılsa en uyumlu ve ahenkli biçimlerde var olan sayısız unsurun veniteliğin ‘varlığını’ bu derece kanıksayan açıklamalar getirmesi  Einstein’ın şu sözlerini hatırlatıyor:

“Bizler evrenin muhteşem bir biçimde düzenlendiğini ve bazı yasaların etkin olduğunu gözlemliyor fakat bu yasaları yalnızca sönük bir biçimde algılayabiliyoruz.”
“Öte yanda bilimle ciddi bir biçimde meşgul olanlar, insanın çok yükseklerinde olan bir tinsel varlığın evrendeki bütün yasalarda kendini gösterdiğini  ve bunun karşısında naçiz yeteneklerimizle bizlerin ‘mütevazı olması gerektiği’ kanaatine varır.”

Bunlar, Einstein’ın sağduyulu sözleri. Fakat genelde bilimin, evrenin sırlarına yaklaşırken benimsediği katı tutuma baktığımızda, sadece fiziksel gözlerle görünene/gözlemlenebilene değer verip kaale aldığını, fakat ‘görünmeyenler’ söz konusu olduğunda Einstein’ın işaret ettiği alçak gönüllülüğü benimsemeden, farklı bir karaktere sahip ama çok değerli kadim bilgileri tamamen göz ardı etmekte bir sakınca görmediğine tanık olmaktayız. Kısacası, özünde bilim, gözle görünmeyen bir ilahi gücün varlığına’  sıcak bakmamakta ve bu olasılığı yok sayarak yoluna devam etmeyi tercih etmektedir. Çünkü materyalizmin etkisi altında olan  bilime göre, gözle görünebilenlerin bir gerçekliği vardır. Görünmeyenlerin gerçekliği ise şüphe götürür.

Aslında, Copernic, Kepler ve Einstein gibi bilim adamlarının kadim bilgeliklerin içeriğindeki bilgilere de  saygıyla yaklaşmaları ve bilimsel bulgularıyla bu bilgilerin bir sentezini yaparak bazı sonuçlara ulaşmaları, bilimin, ‘varoluşun sırlarını anlama’ doğrultusundaki gayretlerine örnek olabilir.
Yalnızca entelektüel kapasitenin kullanıldığı araştırmalarda, farklı bir derinliği olan ve entelektüel kapasitenin yanı sıra bilincin’  kullanılmasını gerektiren ‘tinsel bilgilere’ de yer verebildiği zaman, bilim çok farklı sonuçlara ulaşabilir.
Varoluşun sırlarına yaklaşırken bilimin ihtiyacı olan şey, tevazu ve  iki farklı yaklaşımın önyargısız  bir sentezini oluşturmaktır.

Uzayda belli kozmik yasalarla var olan bugünkü Güneş sisteminin gelecekte de aynen ‘bu şekilde’ var olmaya devam edeceğini, yani bu gezegensel düzenin çok ilerde bir dönüşüme uğrayıp başka bir varoluş biçimiyle devam etmeyeceğinden bilim emin olabilir mi?
Aslında, bilimin tamamen dışladığı kadim bilgeliklere göre, içinde bulunduğumuz gezegenler sistemi belli bir amaca hizmet etmek için bu şekilde var  ve bu kozmik yapı gelecekte farklı bir biçime dönüşecek. Bu gelişmeleri kavrayabilmek için Tinsel Âlemin Varlığından kaynaklanan etkilerin (yani Tinsel Âlemin dinamiklerinin) hesaba katılması gerekir.

Gözle görünmeyen ‘ilahi gücün varlığı’ bir yana, aslında fiziksel dünyada bile gözle görünmeyen birçok şeye sürekli tanık olmaktayız. ‘Yer çekimi’, Kuzey Kutbundaki ‘manyetik güç’ ve göremediğimiz ama ağaçları bile yerinden sökebilen rüzgâr, dolayısıyla tonlarca ağırlığı olan bir uçağın havada kalabilmesini sağlayan ‘havanın varlığı’. Ayrıca, fizikten bilindiği gibi, aslında ‘ışık’ da görünmez. Gündüz görünen aydınlık ‘ışığın görünmesi’ değildir. Aydınlık, Güneşten gelen ışığın yeryüzüne çarpıp yansıması sonucunda ortaya çıkar. Bunun gibi, ‘ısı’ da gözle görünmez, sadece hissedilir. ‘Radyoaktif ışınlar’ da gözle hiç görülememesine rağmen canlılar üzerinde ölümcül etkileri vardır. Çıplak gözle asla görülemeyen atom altı parçacıkların varlığı da ancak çok hassas teknolojik ölçüm aletleriyle ortaya çıkabiliyor.

Gözle bakıldığında görülmedikleri halde, bu örneklerde belirtilenlerin aslında ‘ var olduğu’ gerçeği kimse tarafından inkâr edilmemektedir. Gözle görülmedikleri için onların varlığını ret etmek hiç kimsenin aklından da geçmez çünkü herkes fiziksel gözlerin bunları (ve daha pek çok şeyi) algılamada yetersiz kaldığının bilincindedir.

Dünyada, fiziksel gözle (gözlemle) görünmemesine rağmen varlığı kimse tarafından inkâr edilmeyen pek çok unsur varken, dünya, yaşam ve kâinat bu kadar muhteşem ve ahenkli bir biçimde gözlerimizin önünde olmasına rağmen  –bu oluşumun arkasındaki güç fiziksel gözle görünmediği için-bilimin, bu ‘gücün varlık ve rolünü’  göz önünde bulundurmayı reddetmesi  gibi  önyargılı bir tutumun mantığı tartışılabilir.

Gözün doğrudan gözlemleyememesine rağmen, dolaylı bir biçimde olsa da, ‘algılanabilir olduğu için’ varlığı inkâr edilmeyen  unsurların mevcudiyeti, insan gözünün ve yaptığı fiziksel gözlemin (ve buna dayanan çıkarımların) bazen oldukça yetersiz olduğunu gösteriyor.
Demek ki, insan (bilim adamları), yukarıdaki -var olan fakat görünmeyen- örnekleri (ve benzeri unsurları) dolaylı bir biçimde algılayamasa, -aslında var olmalarına rağmen- bunların varlıklarını da tamamen yok sayacak  ve de buyanlış kanaatin doğru olduğuna kuşku duymadan inanacak.
Böyle bir yaklaşımın benimsenmesinin, insanın düşünce, akıl ve bilinci üzerine bazı kısıtlayıcı etkiler getireceği belirlenmelidir.  

Görünmediği halde; ısının varlığı insan gözünden farklı bir algılama/ölçüm aleti olan termometreyle, radyoaktivite Geiger cihazıyla, manyetik güç pusulayla ve de elektronlar kısa lazer ve attosaniye teknolojisiyle algılanabiliyorsa, ‘varoluşu algılarken’ de gözün yeterli olamadığı durumlarda, fiziksel gözün yetenek ve kapasitesinden çok daha farklı özelliklere sahip ‘algılayıcılar’ gerektiğini belirtmek gerekir.

Bu doğrultuda, Tinsel – Tanrısal Âlemle ilgili unsurların ‘doğrudan gözlemle’ ve teknolojik aletlerle görünmüyor olmasından, hemen bunların varlığının yok sayılması sonucuna  otomatikman atlanmasının çok sağlıklı bir yaklaşım olduğu söylenemez. Çünkü bunları algılamak için de çok farklı bir ‘algılama yeteneği’  gerekmektedir.

Sözü geçen bu ‘yetenek’ (tinsel bilincin gözleri), insanda henüz gelişmemiş  bir tohum olarak potansiyel bir düzeyde  mevcuttur.  Doğası fiziksel gözlere hiç benzemeyen ‘tinsel bilincin gözleri’  insanın astral bedeninde bulunur.

Eğer bilim, temellerine ‘şüpheci olmak’ gibi bir yaklaşım koyuyorsa, gözlemleri için kullandığı fiziksel gözlerin sağladığı verilerden de şüphe duymalıdır. Yoksa özellikle yaratılış  ve varoluş  gibi çok önemli konularda ciddi yanılgılara düşülmesi kaçınılmaz olabilir.

Esasen burada, bilimin önyargılı ve dogmatik olmaya eğilimli bazı tutum ve kanaatlerinin yargılanması söz konusu değil. Her insan kendisini yakın hissettiği düşünce ve tutumu benimsemekte özgür olduğu gibi, her bilim adamı da varoluşun sırlarına nasıl yaklaşacağında elbette özgürdür.
Ancak bilim, “bunlar hiçte bilimsel değil” diyerek kendi bildiğinden ‘değişik yapıda bilgiler’ sunan ‘kadim tinsel bilgileri’  bir çırpıda dışlarken, farkında olmadan kendi düşünce açılımlarının önünü de tıkıyor olabilir.
Önyargılar bir kenara bırakıldığında, insanlığın önünde sonsuza açılan bir kapı aralanabilecekken, sadece maddesel dünya ve fiziksel uzaya dair ‘kısıtlı bulgular ve bilgilerle’ yetinmesi bilimi bir çıkmaz sokakla karşı karşıya getirebilir.

Hiç el değmemiş uçsuz bucaksız bir kumsalda, hiç bilinmeyen bir varlığın kumun üzerinde çok etkileyici bir iz bırakmış olduğunu, -bu muazzam izi bırakan varlık görünür olmadığı için-  izin nasıl oluştuğunun bilinemediğini ve bazı insanların bu gizemi bilimsel olarak çözmek için sayıları kullanarak izi ölçüp, tarttıklarını ve bu ölçümlerin sonuçları doğrultusunda çeşitli teoriler öne sürdüklerini  imgeleyelim.
Buna ilaveten, bu ize dair bilimsel araştırmalar yapıp çeşitli teoriler öne sürenlerin, -bu izi ‘normal aklın kavrama kapasitesinin her bakımdan üstünde’ bir varlığın bırakmış olduğu gerçeğini hiç kaale almadıkları için- ize dair sırların fiziksel gözlemle ve çok kısıtlı bir algılama aracı olan   ‘entelektüel algılama’  yeteneğiyle  kavranmasının mümkün olamayacağı gerçeğini tamamen göz ardı ettiklerini (yani önyargıları yüzünden, ‘maddesel ötesi bir etkenin’ varlığını hesaba katmadıklarını) da düşünelim.  

Bilim, Tinsel (fizik ötesi) bir boyutta var olan bir gücün fiziksel boyuta bıraktığı  ‘ize’ (dünyadaki çok çeşitli varoluşa), örnektekine benzer bir bir tutumla yaklaşmakla kendini bariz bir çelişkinin içine sokmuş olmuyor mu?

Uzaydaki dünya gezegeninin ve üzerindeki mineraller, bitkiler, hayvanlar ve insanlar âleminin varlığı da aynen bu örnekteki ize benzetilebilirAslında evrende  ‘görünür olan herşey’,  insanın bildiğinden çok farklı yapıdaki bir Varlığın bıraktığı bir iz’den başka bir şey değil.
Söz konusu Varlık, bu izi bıraktıktan sonra, yani Kendini fiziksel dünyaya sonsuz biçimlerde ve çeşitli canlılarla yansıttıktan sonra geri çekilmiş durumdadır.
(Bu geri çekilmenin de çok önemli kozmik nedenleri var.)

Zaten, geri çekilmiş olmasa bile, bu Varlığın fiziksel gözlerle görülmesi olası değildir. Fiziksel gözler birer algılama aracıdırlar fakat fiziksel uzaklıkları seçmekte yetersiz kaldıklarında bir dürbün veya teleskopun yardımına başvurulur. Ancak söz konusu olan Varlık bir Tinsel Dünya varlığıdır ve ayrıca Tinsel Âlem fiziksel uzaklıkta bir yer değildir. Bu bakımdan Tinsel kökenli şeyleri algılayabilmek için insanın daha rafine, bambaşka algılama organlarına ihtiyacı vardır.
Gözün fiziksel bir uzaklığı görebilmekte yetersiz kaldığını rahatlıkla kabul edip bir teleskopun yardımına başvurmak bir sorun oluşturmazken, çok daha ince ve rafine bir yapıya sahip olduğundan dolayı  görülemeyen Tinsel Âlemi algılamak için insanınfarklı algı yeteneklerine’  sahip olması gerektiği de alçak gönüllülükle kabul edilebilmelidir.

Fiziksel gözlerle ‘görünebilen’ ve ‘görünemeyen’ şeyler hakkındaki kanaatler ve önyargıların sarmalına dolandığıtakdirde insan yanılgılara sürüklenebilir.

Bilim adamı konumunda olanlar, bilimin temel düsturu olan “herşeyin açık fikirlilikle tartışılabilir ve her olasılığın göz önünde bulundurulabilir olduğunu”  hatırlamalılar.

İnsanlık sadece ‘fiziksel olarak görünür olanla’ yetinip, görülemeyeni tamamen dışlama durumuna nasıl düştü? Bu durum yalnızca Kilisenin dogmatik görüşlerine ve engizisyona gösterilen tepkiler sonucunda mı oluştu, yoksa bunun başka nedenleri de var mıydı?

Bu sorunun açıklaması ve incelemenin bundan sonraki bölümü için Antroposofi – Tinbilim bilgeliğinden kaynaklanan bilgilere yer vermemiz gerekecek.

Antroposofi bilgeliğinin ne olduğuna ve hangi konuları kapsadığına evvelki makalelerde çeşitli açılardan değinildi. Ancak Darwin’in evrim kuramı ve yaratılış/varoluş konusuna bilimin yaklaşımı incelenirken, Antroposofinin, semavi dinlerin etkisiyle orta çıkmış olan yaratılışçı – akıllı tasarımcı görüşü o şekliyle benimsemediği ve ayrıca ‘evrimcilerin de’ göz önünde bulundurmamış olduğu çok önemli noktalara objektif bir yaklaşımla dikkat çekmeye çalıştığını belirtmek gerekir.
Antroposofinin yaradılış ve varoluş gibi konulara yaklaşımı hem ‘yaratılışçı/akıllı tasarımcı’ düşünceden hem de evrimcilerin tezlerinden daha farklıdır.
Başlangıç olarak Antroposofi – Tinbilim, yaratılışa ve varoluşa dair gerçeklere ulaşabilmek için, önyargıların etkisinde kalmadan, her şeyin doğru ve ait olduğu yere konması gerektiğini vurgular.

Antroposofi’ye göre, ‘evrene dair gerçekler’  insan var olmadan önce de mevcuttu, şimdi de var ve gelecekte de bu değişmeyen ‘gerçek’ insandan bağımsız bir biçimde  var olmaya devam edecek. Evrendeki gerçeğin varlığı, insanların bu ‘gerçeği’  kavramaları veya kavramamaları, buna sempati/yakınlık duymaları veya antipati duyup karşı çıkmalarından bağımsızdır.

Tinsel Âlem açısından, evrenle bağlantısı kopuk olan ve kendisinin apayrı konumda bir varlık olduğunu zanneden insanın, bu konudaki kısıtlı/sınırlı fikirlerine ve önyargılı yaklaşımlarına değer verilmesi veya insanın, evrenin gerçeklerini yansıtmayan bazı soyut teorilerle evrenin kendine ait yapısından kaynaklanan  ‘gerçekleri’ etkilemesi olası değil.

Antroposofi’ye göre, bir elin parmaklarının insana ait ve onun ayrılmaz parçaları olduğu gibi, insan da evrene ait ve onun ayrılmaz bir parçasıdır. Ortalıkta bedenden ayrı, tamamen bağımsız bir biçimde bazı parmakların dolaşıyor olması gibi bir gerçeklik mümkün olamayacağı gibi, insan varlığının da ‘evrenden bağımsız bir şekilde, kendi başına kâinatta var olabilmesi’ gibi bir realite söz konusu değildir.
Başka bir deyişle, kâinatla (Tinsel Âlemle) ilgisi/bağlantısı olmayan bir insan varlığından söz etmek, böyle bir varlığın evrende hiçbir zaman var olamayacağını söylemekle eş anlamlıdır.

İnsanın, ‘ kendisinin evrenden ayrı ve bağımsız bir varlık olduğu’  kanaatini benimsemesinin nedenleri.

İnsanın neden kendini evrenden ve evrenin tinsel gerçeklerinden bu kadar uzak hissettiğine, neden böyle bir kopukluğu yaşadığına dair Antroposofik düşüncelere yer vermeden önce, bir bilim adamının ‘insan ve evren’le ilgili bazı düşüncelerine göz atalım.

“İnsan varlığı, bizlerin evren dediği bütünün zaman ve uzay (mekân) ile kısıtlanmış bir parçasıdır. Bizler kendimizi, düşüncelerimizi ve duygularımızı bu bütünden ayrıymışçasına deneyimlemekteyiz. Bu, bilincin optik yanılsaması gibi bir şeydir.”

Sempati ve antipati duygularını ve inanma ve inanmama gibi önyargılarını bir yana bırakıp, objektif bir yaklaşımla insan ve evrene dair çok önemli bir noktayı açıklayan A.Einstein, bir bilim adamı olarak insanın evrenden kopuk bir varlık olmadığını, bilakis evrenin ayrılmaz bir parçası olduğunu ve ‘evrenden kopuk olduğu sanısının’  insandan kaynaklanan bir yanılsama olduğunu kavramıştı.

Antroposofi’nin aktardığı Tinsel bilgiler, dini inançlar veya doğmalardan kaynaklanmamaktadır. Bu bakımdan Antroposofik bilgilere en baştan inanarak yaklaşılması gibi bir önkoşul yoktur. Antroposofide sorgusuz sualsiz inanç beklenmez. Ancak Antroposofi’yi inceleyen kişinin de, bu bilgileri önyargısız bir yaklaşımla, salt düşünce ve mantıkla anlamaya çalışması önerilir.
Böyle bir başlangıç sadece entelektüel bir yaklaşım gibi görünse de, bu çalışma insanın aklından başka bir yeteneğinin, yani ‘tinsel bilinç’ yeteneğinin oluşmasına yardımcı olur.
Akıllı bir varlık olmak, insanın varoluşunda ulaşacağı ‘son nokta’ değildir. Akıllı olmanın ötesindeki aşama, ‘Kozmik bilince’ sahip  bir varlık olmaktır. İnsan da esasen bu yöne doğru gelişen bir varlıktır.

İnsan, varoluşunun başlarında evrenden kopmuş veya kendini evrenden ayrı hisseden bir varlık değildi. Böyle bir kopukluk duygusu varoluşunun daha sonraki aşamalarında oluştu.
Varoluşun başlangıçlarında, insan her bakımdan Tinsel – Tanrısal Âlemin içindeydi.
Bu aşamadayken insan, küçük bir çocuğun kendi evindeyken, kendini bulunabileceği en doğru ve doğal yerde hissetmesine benzer bir duyguya sahipti. Başka bir deyişle,Tinsel Âlemin bağrında bulunan insan kendini ‘evinde’ hissediyordu.
Bizlerin, nefes aldığımızdan ve alınan nefesle canlı kalındığından hiç kuşkumuz olmadığı gibi, o zamanların insanının da, Tinsel Dünyayla birlikteyken duyumsadığı şeylerin gerçek  olup olmadığına dair hiçbir kuşkusu yoktu. Çünkü bunlar ‘doğrudan algıladığı’  ve deneyimlediği bir gerçeklikti. (Yani, bizzat ‘kendinin’ bu gerçekliğin (tinsel bütünün) bir parçası olduğunu doğrudan hissedebiliyordu.)

O zamanlarda, ‘böyle bir gerçekliğin’ kelimelerle (veya -çok sonraları ortaya çıkmış olan yazı o zamanlarda var olabilseydi- yazıyla) ifade edilmesi söz konusu değildi.
Bu dönemin insanları belli bir doğal irfan ve bilgeliğe sahip olmalarına rağmen, bu ‘biliş’ ‘sönük ve fersiz bir bilme’ idi, çünkü arkasında henüz bilinçli bir birey (benlik) yoktu.
Bu bilme duygusu  (belli  ‘doğrudan algılamalar’ sonucunda edinilen bilgileri barındıran içsel-ruhsal duygu) çağımızdaki bir insanın fiziksel dünyayı algıladığı biçimde algılanmıyordu.
İlksel (primordial) zamanların insanı, bizlerin şimdi sahip olduğu düşünce, akıl ve mantığa sahip olmamasının yanı sıra, benliği de henüz bizlerinki gibi gelişmemişti.
İnsanlık başlangıçta ‘bireysel bir benliğe’ sahip değildi ve ortak bir ‘grup ruhunu’ paylaşıyordu.

Dünya gezegenindeki ilksel dönemlerde insan, düşünce, akıl ve mantıktan ziyade astral kaynaklı bir ‘duru görü yeteneğine sahipti’.  İnsan bu doğal yeteneğiyle, ‘içinde’ olduğunu hissettiği Tinsel – Tanrısal Âlemi rahatlıkla algılayabiliyor, ancak düşünce, duygu ve iradesi bireyselleşmediği için varoluşuna dair her şeyi Tinsel – Tanrısal Âlemin güdümünde deneyimliyordu.

İnsan belli bir ‘evrim süreci’ içinde ilerlemekte olan bir varlıktır ancak Antroposofik bilgeliğe göre bu, fiziksel bir evrim değil, ‘tinsel – spiritüel’  anlamda bir evrimdir.

Darwin’in evrim teorisinde, fiziksel bedenin geçirdiği mutasyonlar esas alınarak sadece fiziksel bedene odaklanılmaktadır. Hâlbuki Antroposofi, ‘insan’  söz konusu olduğunda,  fiziksel bedendeki değişimlerin dış etkilerden kaynaklanan kendi başına tesadüfî gelişmeler olmadığını, aksine bunun arkasında Tinsel – Tanrısal Âlemden kaynaklanan astral- tinsel etkiler  olduğunu belirtmektedir.
Önyargılar bir yana bırakılıp dikkatle bakıldığında, hayvanlardan çok farklı özel bir fiziksel bedene sahip olan insanın fiziksel bedeninin yapısında’  bu astral – tinsel etkiler görülebilir.
Astral- tinsel etkilerin ise, Darwin’in inandığı ‘tesadüfî etkilerle’ uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur. Bunlar, evrenin doğasında var olan kozmik zekâ ve bilinç ile özellikle bu biçimde ve özellikle insan varlığı için oluşturulmuş etkilerdir.

Bir binanın yapımında o coğrafi bölgede bulunan çakıl, kum, kireç, demir ve çimento gibi malzemeler kullanılır. Ancak o binayı düşünen ve tasarlayan mimarın düşüncelerinden kaynaklanan -ve o bina üzerine yansıyacak olan- etkiler bambaşka bir gerçekliktir. Yani, binanın fiziksel biçiminde/yapısında kullanılacak olan malzemenin, binanın üzerinde yapacağı etki ile ‘tasarımcının’ tasavvurunda oluşturmayı planladığı ‘esas sonuç’ birbirinden farklı şeylerdir. Bunun gibi, doğa koşullarındaki değişimlerden etkilenerek bugünkü halini aldığı öne sürülen insanın, bugünkü biçimini oluşturan esas etken doğa değil, insanın bu biçimde olacağını  çok önceden tasarlayan Tinsel Âlemin Varlıklarıdır.
Yapılacak binanın tasarımı öncelikle tasarlayanın düşüncelerinde oluşur, daha sonraki aşamalarda da bu tasarım inşa edilmekte olan yapının inşasına yansıtılır. İlerde alacağı biçim ve her türlü özelliği baştan tasarlanmış olan bir binaya belli özellikleri ve görünümü yansıtacak olan yapı malzemeleri de baştan düşünülüp inşaat için önceden hazır edilir.

Bu doğrultuda, karşımıza çıkan muazzam bir binayı gördüğümüzde hiçbir zaman, onun,etrafta bulunan malzemelerlekendi kendine’  nasıl oluştuğunu değil, onu tasarlayanın kimliğini ve bu şekilde var olmasının arkasında ‘kimin  iradesi’ olduğunu sorgularız.

Bunun gibi, insan varlığı da, Tinsel – Tanrısal olarak adlandırdığımız tasarlayıcıların fiziksel dünyaya yansıttıkları bir tasarım harikasıdır. Çünkü Onlar, insanın yaratılışı işlemine ‘kendi öz varlıklarından’  pek çok -tinsel- nitelik katmışlardır.
Bir yapının inşasında kullanılan malzemelerin önceden düşünülüp hazır edildiği örneğinden yola çıkacak olursak, insanın fiziksel bedenini oluşturan tüm malzemeler de, tinsel evrimin dünya öncesi aşamalarında, maddesel dünya basamağına gelindiğinde,düşünce  /düşünebilme kapasitesine sahip olacak  bir varlığın yaratılması için gerekli özelliklere sahip malzemeler olarak önceden hazırlandığı (bu malzemelerin neler olacağının önceden düşünüldüğü) sonucuna ulaşılabilir. Nitekim, insanın fiziksel bedeninin oluşumu için dünyada var olan mineraller, tözler ve gazlar kullanılmıştır.
Bilindiği gibi insan bedeninde belli miktarlarda var olan karbon, kalsiyum, klor, sodyum, demir azot ve magnezyum gibi elementler mineral âlemden gelmedir. Ayrıca, insan bedeninin       % 70 – 80’ni sudan, yani hidrojen ve oksijenden oluşmuştur. Bütün bunlar dünyada kullanılmak üzere önceden düşünülüp hazırlanmış çok özel malzemelerdir.

Bu malzemelerin insanın fiziksel bedeniyle ne derece uyum içinde olduğuna dair bir örnek vermek gerekirse, bilindiği gibi, insan bedeninde eser miktarlarda bulunan krom, çinko veya bakırın biraz eksikliği insanda çeşitli rahatsızlıkların ortaya çıkmasına neden olabilir ve bu rahatsızlıklar ancak bunların takviyesiyle giderilebilir. Fiziksel bedenin sağlıklı bir şekilde var olmaya devam edebilmesi için gerekli bu elementleri yalnızca kimyevi yapıları ve işlevleri açısından bile ele aldığımızda (ve bunların bu kadar hassas ve şaşmaz bir biçimde yan yana gelebilme olasılığı üzerinde düşündüğümüzde), insan bedeni gibi hassas bir organizmanın rasgele tesadüfler sonucunda oluşması gibi bir ihtimali akıl ve mantıkla bağdaştırmak güçleşir.  

Bu bakımdan bazı evrimcilerin, astro kimya analizlerine göre, ilk nükleik asit ve amino asit bileşimlerinin ‘göktaşı ile’ dünyaya gelmiş olabileceği veya uzaylıların getirmiş olabileceği ‘ilk hücrelerin’ daha öte gelişimleri için gerekli tüm malzemelerle -olağanüstü bir tesadüf sonucunda- dünyada buluşmuş olduğu  gibi bir ihtimali tasavvur etmeleri ilginçtir.

(Aslında, ‘göktaşı ile gelme ve uzaylıların getirmiş olması’ gibi fantastik varsayımları bir kenara koyacak olursak, Antroposofik açıdan, insanın yapısını oluşturan ‘öz’ün’ dünya ötesiyle (tinsel uzayla) bir bağlantısı vardır. Ancak bu konu, burada incelenmekte olan konunun kapsamı dışında kalıyor. Kısaca bu bağlantının, “insanın yaratılışının dünya evveli 3 ana evrim aşamasıyla ilgili olduğu” söylenebilir.
Üzerindeki varlıklarla birlikte katılaşmış olan şimdiki fiziksel dünya, insan evrimi sürecinde geçirilen dördüncü ana aşamadır. İnsanın ‘gerçek ilk başlangıcı’  şimdiki fiziksel dünyamız değildir. İlerde bu gerçeğin ayrıntılarıyla ortaya çıkması, yaratılışa dair pek çok gizeme -bazı bilimsel bulgularla da uyumlu- açıklayıcı ve mantıklı yanıtlar sunacaktır.)

İnsanın tinsel evrimi, evrenle bağlantısı, duru görü yeteneği, evrimi süresince geliştireceği diğer yetenekleri, ateizm ve insanlığın kaderi.

İnsan gibi ‘çok katmanlı’ ve karmaşık yapıya sahip bir varlığa, Darwin gibi sadece ‘fiziksel beden’  açısından bakılarak varoluşuna dair yetersiz yanıtlar sunulması ve tinsel evrimin,çok daha ‘kaba’ bir  ‘fiziksel evrime’ indirgenmesi yanlış ve eksik olur.
İnsanın Tinsel Dünya ile bağlantısına hiç yer vermeyen bir teori,  insanın nereden kaynaklandığına, sonsuz bir evrenin içindepara’ kazanmaktan ve materyalizmin etkileriyle doğanın dengelerini alt üst edip dünyayı yaşanmaz hale getirmekten başka ne yapmakta olduğuna, kötülüğün varlığına, neden savaşların bitmediğine, ‘ölüm’ fenomeninin varlığına ve ‘gelecekte’ insanı neyin beklediğine dair hayati önemi olan sorulara bir yanıt veremez.  Zaten şimdiye kadar da verememiştir.

Bilimkurgu filmleri ve hikâyeleri sevenler, dilerlerse “ilk hücreleri uzaylılar getirmiş olabilir” gibi bir düşünceyi benimseyebilirler.
Antroposofik bilgelik doğrultusunda ise; insanın geçmişteki ‘ilksel oluşumunu’ anlayabilmek için insan, tinsel evrimi sürecinde geçirdiği aşamalarda kazandığı yetenekleri (ve bu süreçte kaybettiği yetenekleri), değişen hal’leri ve ruhsal tinsel yapısını (tinsel bağlantılarıyla birlikte) mutlaka incelemeli ve anlamalıdır. Ancak Tinbilimsel objektif bir inceleme ve çalışmanın sonucunda insanın ‘gerçek orijinine’ ve geleceğine bir ışık tutulabilir.

İnsanın tesadüfî oluşumlar sonucunda var olarak, ‘fiziksel’ bir evrim sonucunda şimdiki haline bürünmüş, uzayda rasgele bir varlık olabileceğini öne süren bir teori, ancak insanın tinsel kökenini reddeden materyalist bir düşünce yapısından kaynaklanabilirdi.
Oysa, insanın ‘evrene ait olduğunu’ ve ‘evrenin bir yansıması olduğunu’ anlatan Einstein, insanın kendini evrenden kopuk bir varlık olarak görmesinin salt kendinden kaynaklanan bir ‘yanılsama’ olduğunu belirtmişti.
Darwin’in öne sürdüğü görüşlerin  bu sözü edilen yanılsamanın ürünü olduğunu belirtmek gerekir.

Einstein’ın farkına vardığı fakat Darwin’in farkına varamadığı şey, insanın her bakımdan evrenle bağlantılı ve Tinsel Güçlerin yansıması olan bir varlık olduğudur.

Tinsel evriminde ulaştığı şimdiki son aşamada insan, -kendisi bu bağlantının şu sırada farkında olmasa bile- evvelce de, şimdi de Tinsel Dünya ile bağlantılı bir varlıktır.
Gelecekte de bir kopukluk olması söz konusu değildir çünkü insan Tinsel Dünyadan bir an bile -tamamen- kopmuş olsaydı, kozmos’taki fiziksel yaşamı ve varoluşu derhal sona ererdi.

Yazının daha önceki bir bölümünde “insanın tinsel dünyanın bağrından giderek uzaklaştığı ve sonunda koptuğuna ve Tinsel Dünyayı artık göremediğine” değinildi. Fakat bu kopuş tam anlamıyla ‘nihai bir kopuş’ değildi ve sadece insan açısından bu şekilde deneyimlendi. Esasında Tinsel Dünya açısından ‘insanla’ ilişkinin yitirilmesi gibi bir durum hiçbir zaman gerçekleşmedi. Zamanla ‘gerçeği’  kaybeden yalnızca insan idi.

Yine önceki bir bölümde insanın, “dünya gezegenindeki ilksel varoluş döneminde doğal bir durugörü yeteneğine sahip olduğuna, bu yeteneğiyle Tinsel Dünyayı farklı bir biçimde tanıyıp bildiğine ve bu nedenden dolayı o dönemlerde insanın kendini Tinsel – Tanrısal Dünyadan kopuk bir varlık olarak hissetmediğine” değinildi.
Durugörü yeteneğine sahip olduğu oldukça uzun bir zaman süreci boyunca insan, kendisini ‘yaratan Âlemden’ ve ‘yaratan Âlemin Varlıklarından’ kopuk ve ayrı hissetmemesine rağmen, tinsel evrim yolculuğunda başka yetenekler geliştirmek zorunda olduğu için, zamanla bu doğal durugörü yeteneğini geride bırakmak zorunda kaldı.
Çünkü durugörü yeteneği var olduğu sürece diğer yeteneklerini geliştirmesi olası değildi.

İnsanın tinsel evrimi boyunca geliştirmesi gereken ilk yeteneği: düşünce, akıl ve mantık idi. Yani başka bir ifadeyle, entelektüel kapasite.  Daha sonraki aşamalarda geliştireceği ikinci yeteneği ise bilinçtir.
Örneğin, çok önceki dönemlerde henüz entelektüel kapasiteye sahip olmayan -ama evreni ve dünyayı durugörü yeteneğiyle bambaşka bir biçimde bilip tanıyan- insanlara, “sizler sadece bazı amino asitlerin ve ilkel nükleik asitlerin tesadüfî bir biçimde yapı taşlarını oluşturması, hücre oluşumları ve sonra da çevre koşullarının etkisiyle geçirdiğiniz genetik mutasyon sonucunda meydana geldiniz. Ayrıca doğal seleksiyon sonucunda da, atalarınız olan maymunlardan/primatlardan sıyrılarak insan biçimine büründünüz.” denseydi, bu sözler o zamanın insanı tarafından çok tuhaf, anlamsız, gerçek dışı ve çarpık bir hayal ürünü olarak nitelendirilirdi. Çünkü o devirlerin insanı, kaynaklandığı Tinsel Dünyayı ve kendisini yaratan Tinsel Varlıkları doğrudan deneyimlemekteydi  ve bu algıladıklarının ‘gerçekliğinden’ kuşku duyması asla söz konusu değildi.

İnsan durugörü yeteneğini kaybettikçe, evvelce sahip olmadığı düşünce akıl ve mantık yeteneğini geliştirebildi. Bu doğrultuda, evvelce Tinsel Dünyayı daha iyi bildiği için kendini oraya yakın hisseden ama fiziksel dünyaya yabancı olan insan, daha sonraları fiziksel dünyayla daha fazla aşina olmasından sonra Tinsel Dünyaya yabancılaştı ve kendini bir fiziksel dünya varlığı olarak görmeye/hissetmeye başladı.
Hem fiziksel bedeni hem de  -bir anlamda- ruhu katılaşan insan, zamanla, artık tamamen bir maddesel dünya varlığına dönüştü. Bu sürecin çok sonralarına doğru da,          -özellikle 15. yüzyıldan itibaren- sözü edilen gelişmelerin ve de şüphecilik ve agnostisizm gibi akımların sonucunda ateizmin benimsenmesine kadar gelindi.  Bu nokta, insanlık tarihinde (ve tinsel evrimde) ‘Tanrı’nın adının’ unutulduğu nokta idi.

Tinsel dünyayı gözden kaybetmesinin yanı sıra insan, içinde bulunduğu fiziksel dünyanın Tinsel Dünyayla (yaratan İlahi Varlıklarla) bağlantısını/ilişkisini görmekte de artık çok zorlanmaktaydı. (Bu arada, Katolik Kilisesinin yanlış tutumu da bu süreci hızlandırdı.
Kilisenin özellikle bilim çevrelerinde yarattığı tepki, varoluşun ve evrenin gizemlerine yanıt aramakta olan bazı bilim adamlarının ‘ Tanrı kavramını dışlayan arayışlara ’ eğilmelerine neden oldu.)

Sonuç olarak insanlar, Tanrının varlığına yer vermeyen ‘ateizme’ yer verdiler. İnançların yerini ‘inançsızlık’ aldı. Ancak, Tinsel Âlemin doğrudan görülüp bilinebildiği çok eski dönemlerde yaşayan insanlara ateizme dair düşünceleri hayali bir varsayım olarak bile anlatabilmek imkânsız bir girişim olurdu. Çünkü Tinsel Âlemin yansımaları insanın çevresindeki her şeyde görülebiliyordu.
Ancak ‘Tinsel – Tanrısal olanı’ görememe durumuna düşmek insanlığın kaderiydi.
Bu duruma düşmek, zamanla edindiği düşünce akıl ve mantık yeteneğinin karşılığında ödediği bir bedeldi.
[Bu yeteneğe sahip olmasının karşılığında insanın ödediği bir bedel daha vardı, o da insanın giderek hastalıklı (hasta olabilen) ve ölümlü bir varlığa dönüşmesiydi. Ancak bu konu yazının kapsamı dışında kalıyor.]

İnsanın sorumluluğu, İnsan ve Hayvan, La Mettrie’ye ve Darwin’e göre Ahlak

Yazının başlarında, “bu nedenlerden/gelişmelerden dolayı, bundan böyle salt dini inançlar doğrultusunda Tanrı’nın ve Tinsel Âlemin Varlığına inanılmasının beklenemeyeceği” belirtildi. Çünkü insanlık, tinsel evrimi sürecinde geldiği bu noktaya, yaşanması gerekli ve kaçınılmaz gelişmeler sonucunda gelmişti. Bu nedenden dolayı, dünyaya baktığı zaman fiziksel gözleriyle ‘tinsel plan/tinsel boyut ile ilgili herhangi bir şey’ göremeyip agnostisizmi veya ateizmi benimseyen insanları (ve bilim adamlarını) inançsızlıkla suçlamak çok yanlış olur. Çünkü insan evriminde, aynı zamanda, artık herkesin düşüncelerinde ve inançlarında tamamen özgür olduğu bir aşamaya gelinmiştir. Bu doğrultuda hiç kimse bir başkasını dindar olmamakla, dini doğmalara inanmamakla veya ateist olmakla suçlayamaz.

Buna karşın, La Mettrie’nin “İnsanın ilkel içgüdülerine itaat ederek işlediği herhangi bir suç
Nil nehrinin veya denizin taşıp zarar vererek işlediği suçtan daha büyük değildir” şeklindeki sözlerine katılmak gerçekten olası değildir.

Doğal afetlerin verdiği zararlarla ancak bir ‘hayvanın’ verdiği zararlar bağdaştırılabilir.
Vahşi ve aç bir hayvan karnını doyururken avına karşı acımasız olabiliyorsa, bunun elbette hayvanın ilkel içgüdülerinden kaynaklandığı söylenebilir. Hayvanın yediği av bir insan olsa da bu davranışından dolayı sorumlu tutulamaz. Mahkemeye çıkartılamaz ve cezalandırılamaz. Çünkü hayvanın yaptığı,  karnı aç olduğu için içgüdüleri doğrultusunda karnını doyurmaktır.
Fakat şu noktaya dikkat etmek gerekir, hayvanların ‘amacı’ sadece karın doyurmaktır (bir de belli zamanlarda üremek). Doğal ve içgüdüsel davranışların ötesinde hayvanın, insan gibi materyalizme yönelik farklı amaç ve hedefleri yoktur. (Bir hayvan maddi çıkarlar için insan öldürmez ya da para kazanmak uğruna doğaya zarar vermez).
Bu bakımdan hayvan davranışları kötülükle, ahlaksızlıkla, yalan, kibir veya dünyevi ihtiraslarla bağdaştırılamaz. Fakat aynı kıstas insan için geçerli değildir. Dünyadaki dört âlemin dördüncüsünün temsilcisi olan insan, hayvanlardan çok daha farklı konumda bir varlık olarak her yaptığından hatta düşüncelerinden bile sorumludur.

Bir insan, Tanrı’nın varlığına inanmayan görüşlerden birini benimsemiş ve -onu sorumlu tutan İlahi merci-i artık göremediği için- Tanrı’nın Varlığını göz ardı ediyor olabilir. Ama bu ona
-La Mettrie’nin şahsi kanaatlerinde öne sürdüğü gibi- davranışlarında sorumsuzca ve zarar verecek derecede özgür olabilme iznini kesinlikle vermez. Çünkü ‘sorumluluk,’ (ve vicdan) insanın ruhunu biçimlendiren ve yön veren tinsel bir faktördür.

İnsan, Tanrının Varlığını hissedemiyor/algılayamıyor olabilir ya da en basitinden ilahi boyutla bir ilgisi olmasını istemeyebilir. Bu onun özgürlüğüdür, fakat bunun yanı sıra ‘tinsel sorumluluğunun bilincine varmadığı’ takdirde, insan hayatı için çok değerli bir kavram olan   ‘ahlak kavramı’  yozlaşıp deforme olabilir.
Bunun sonucunda ‘kötülük kavramı’ da biçim değiştirerek, yapılan kötülüklerin kötülük olarak görülmediği/değerlendirilmediği durumlara düşülebilir.
Bu durum hem birey, hem de toplumların geleceği için büyük tehlikeler arz edebilir.

La Mettrie’ninki gibi bir düşüncenin, insanları kötü davranışlar konusunda yanılgılara sürükleyebileceğine dair bir örneği zamanımızda ‘gen bilimin’ yapmakta olduğu bir araştırmada açıkça görmekteyiz. ‘Gen bilim’ suç işleyen insanları, suç işlemeye yönlendiren etkenin insanda bulunabilecek bir ‘suç geni’ olabileceğini düşünmekte ve bu doğrultuda insanda bir ‘suç geni’ olup olmadığını araştırmaktadır. Bazı gen bilimcilerin kanaatine göre, ‘insanlardaki suç geni’nin varlığı insanı suç işlemeye sevk etmektedir’. (O zaman, ‘bir insan böyle bir gen yüzünden en kötü suçları işlemiş olsa bile, bu hareketlerinden hiç sorumlu tutulmaması gündeme gelebilir’.)  Bu tür düşünceleri, La Mettrie’nin 1747’de, -yine materyalizmden kaynaklanan etkenlerle- söylemiş olduğu sözlerle karşılaştıracak olursak, aralarındaki benzerlik belirginleşir.

Kötülüğün ve suç işlemenin arkasındaki etkenin bir gen olabileceğini önermek, insanın ruhsal ve tinsel bir varlık olduğu gerçeğini hiç kaale almayıp, -varoluşuyla ilgili açıklamalarda olduğu gibi- davranışlarını da tamamen fiziksel (genlere) etkenlere bağlamaya çalışan bir yaklaşımdır.
Böyle bir varsayım, suç işlemenin ve kötülüğün bizzat insanın bireysel ruh ve benliğinden kaynaklandığı gerçeğinin üzerine gölge düşürebilir. Suç işleme eğiliminin ruh ve benlikten kaynaklandığı gerçeğine karşın, suç işlemenin bir gen’den kaynaklandığına dair düşüncelere gerçeklik kazandırılmaya çalışılması, insanlığı bekleyen tehlikeyi açıkça göstermektedir.

La Mettrie’nin temelde yanlış olup, insanı yanlış tutumlar benimsemeye yönlendirecek görüşlerinden başka Darwin de, ahlakın, doğal seleksiyon neticesinde meydana gelen insanın zamanla bir sosyal yaşam geliştirmiş olmasının ‘bir sonucu’ olarak ortaya çıkan bir yan ürün olduğunu düşünmüştür. Yani ona göre, ahlak da, insan gibi fiziksel dünyadaki ‘dış etkilerle’  ve dolaylı bir biçimde oluşmuştur. Ahlak, evrende bağımsız bir biçimde var olan ‘belirleyici bir tinsel faktör’ değildir!

Hâlbuki Antroposofik bilgilere göre ‘ahlak’ Kozmos’daki yüksek bilinçten kaynaklanmaktadır. Fiziksel dünyada var olan ahlak esasen tinsel kökenlidir ve Tinsel –Tanrısal Dünyadan fiziksel dünyaya yansımaktadır. Ahlakın arkasında canlı Tinsel Dünya Varlıkları vardır. Güneşten ışık ve ısı yansıdığı gibi ahlak da bu Tinsel Varlıkların varlığından yansımaktadır. Başka bir ifadeyle, ‘ahlak’ insandan bağımsız olarak insan yaratılmadan evvel kâinatta zaten vardı ve dünya evrimi sürecinde de Tinsel Âlemin Varlıkları tarafından ahlakın fiziksel dünyada  -hayvanlarla değil-  insan vasıtasıyla etkin olabilmesine çalışılmaktadır.

Bir an için dünyada insan diye bir varlığın hiç var olmadığını ve sadece mineral, bitki ve hayvanlar âlemlerinin var olduğunu imgeleyelim. Bu durumda ahlak diye bir şeyin varlığı söz konusu olamaz çünkü bu üç âlemin üyesi olan varlıklar ‘ruhsal – tinsel yetenek’ bakımından ahlakı fiziksel dünyada temsil edecek kapasiteye sahip değillerdir.
Karıncalardan – arılardan, maymunlara kadar pek çok hayvan türünün sosyal yaşamları olduğu bilinmektedir. Fakat sosyal yaşamı olan bu hayvanların varlığına rağmen ‘ahlak kavramı’ onlarla bağdaştırılamaz. Bu bakımdan, Darwin’in düşündüğü gibi ‘ahlak’, varlıkların sosyal yaşamı olmasıyla bağlantılı olarak ortaya çıkmış olsaydı, hiç olmazsa insana çok yakın olduğu, hatta insanın atası olduğu iddia edilen maymun/primat topluluklarında da ahlak kavramı geçerli olurdu. Fakat bilindiği gibi, diğer hayvanlarda görülmediği gibi maymun ve primat topluluklarında da ahlakın varlığından söz edilemez.

Ahlak, ancak dünyadaki dördüncü âlemin temsilcisi olan insanın sahip olduğu -hayvandan çok farklı- tinsel unsurlarla bağlantılı olarak ortaya çıkabilir ve ahlakın insan tarafından layıkıyla temsil edilip edilmemesi sonucunda ‘ahlaklılık’ ve ‘ahlaksızlık’ gibi kavramlar önem ve gerçeklik kazanır.
Bu nedenden dolayı insan, Tinsel Dünya kaynaklı ahlakın dünyadaki tek temsilcisi olma konumundadır.

İçinde, potansiyel olarak ‘yüksek tinsel bir unsur’  bulunmayan ve düşünce ve vicdana sahip olmayan bir varlık, ahlak gibi bir tinsel niteliği içinde barındıramazdı. Bundan dolayı ahlakın ‘dünyadaki varlığı’ tesadüfen oluşmuş bir yan ürün olmaya  indirgenemez.
Darwin, insanın varoluşuyla ilgili olarak yaptığı gibi, ahlakı da, Tinsel Dünyadan tamamen tecrit eden ve orayla bir bağlantı kurmayan bir açıklama öne sürmüştür.

Görüldüğü gibi, materyalizmin belirlediği kısıtlamaları aşıp insan denen varlığın biraz derinlerine bakıldığında bambaşka bir gerçeklikle karşılaşmaktayız.
Antroposofi –Tinbilim, çağımızda insan üzerinde çok etkin olan materyalistik görüş ve kanaatlerin, insanı belli bir ‘donuk düşünce sistemine’  ve belli bir ‘mekanik tarife’ mıhlamaya çalışmasına karşı farkındalık içinde olunması gerektiğine dikkat çeker.
Materyalizmin arkasında saklı duran tehlike, insanı ruhsal katılığa ve tinselliği hiç kaale almayan mekanik bir dünyaya yönlendirmesidir.

 İnsanın fiziksel bedeni (fiziksel formu) ve paleontolojik fosil bulgular

İnsan ve hayvan gibi çeşitli varlıkların onlarla ilgili ayrıntıları seçemeyeceğimiz (yüzlerinin neye benzediği ve yüz ifadeleri gibi) bir uzaklıkta bulunduğunu ve sadece onların hareketlerini izleyebildiğimizi imgeleyelim. Onlarla ilgili detaylı bir belirleme yapacak yakınlıkta olmasak bile, grup halinde bulunan bu varlıkların yürüyüşlerini ve hareketlerini uzaktan incelediğimizde, sadece yürüyüşüyle, hatta duruşuyla (siluetiyle) bile ‘bir insanı’ çevresindeki diğer hayvanlardan kolaylıkla ayırt edebiliriz. Dik duruşu, yürüyüşü ve kendine has silueti, onun bir insan olduğuna dair hiçbir kuşkuya yer vermez.

Salt fiziksel bedeninin yapısıyla bile insan, goriller ve orangutanlar dâhil binlerce hayvan türü arasından hemen ayırt edilebilir. İnsan formu o kadar farklı ve belirgindir ki, bir insan kültürel etkiler alamamış vahşi bir kabileden de olsa, beyaz, sarı ve siyah ırklar gibi farklı ırkların üyesi de olsa, hep aynı fiziksel biçime sahiptir. Bu form, belli Kozmik amaçlar doğrultusunda Tinsel –Tanrısal Âlem tarafından özellikle ‘o biçimde’ yaratılmış olan ‘insan formu’dur.

Paleontologlar, insanın atası olduğunu varsaydıkları primatlarla, şimdiki insan (Homo sapiens) arasında bir geçiş dönemi yaşanmış olması gerektiğini düşünmektedirler. Eğer insan
gerçekten bazı mutasyonlar sonucunda maymundan insana dönüşmüş bir varlık olsaydı, bu düşünce çok mantıklı bir düşünce olabilirdi ve -bu çok uzun sürmüş olması gereken- ‘insana dönüşüm’ sürecinin mutlaka yaşanmış olması gerekirdi. Bu konuyla ilgili paleontologlar da bu tezi doğrulayacak fosillerin arayışı içindedir.
Bulunan birkaç insan kafatası fosili, görüntü olarak, arkaya doğru eğimli alın yapısı ve göz çukurlarının üzerindeki kalkık-kalın kemik yapısıyla gerçekten de bir primatın (goril, orangutan) şimdiki kafatası yapısını andırmaktadır. Ancak çok önemli bazı noktaları göz önünde bulundurmak gerekir.

İnsan çok farklı bir fiziksel biçime sahip olmasına rağmen, o da hayvanlar gibi bir fiziksel organizmadır ve bedeni onlarınkiyle aynı minerallerden ve gazlardan oluşmuştur. Milyonlarca yıl evvel dünyanın fiziksel yapısı şimdikinden çok farklı idi ve çevre şartlarının elbette insanın beden yapısı üzerinde bir dereceye kadar etkisi vardı. Ancak bu fosilleri geride bırakan insanlar -evvelce belirtildiği gibi- Tinsel Dünyadan henüz ayrılmamış/bağlantılarını koparmamış ve Tinsel Âlem ile birlikte olan insanlardı. Başka bir deyişle, Tinsel Âlemin Varlıklarının kendilerini yansıttıkları/onların tezahürleri olan insanlardı.
Bu insanların fiziksel bedenlerinin -bir anlamda- primatları andırdığı söylenebilir ama o bedenlerin içinde bir ‘hayvan ruhu’ yoktu  (Bu, anımsanması gereken çok önemli bir noktadır). O zamanlardaki (fosillerin ait olduğu zamanlar) bedenlerin içindeki  ‘insan ruhuna’ Tinsel Âlemin Varlıklarının benlikleri yansımaktaydı. Başka bir ifadeyle, milyonlarca yıl önce dış görünüş itibariyle bugünkü primatları andıran insan bedenlerinin içinde, çok belirgin bir biçimde  ‘tinsel bir nitelik’  bulunmaktaydı, dolayısıyla bu insanlar -herbakımdan- Tinsel Âlem ile bağlantılı varlıklardı.

Henüz tam anlamıyla benlik sahibi olmayan (Tinsel Âlemin güdümünde olan) ve bireysel benliği gelişmemiş olmasından dolayı da fiziksel bedeni, zamanımızdaki benlik sahibi bir insan görüntüsünü/formunu henüz almamış bu varlığa elbette bizlerin anladığı anlamda ‘insan’  denemezdi. Fakat özü/esası itibariyle o her bakımdan bir insandı ve şimdiki zamandaki insanlar (‘bizler’) olma yolunda tinsel bir evrim geçirmekte olan bir varlıktı.

 İnsanın benliği, İnsan olmanın anlamı, ‘Benliğin’  fiziksel beden üzerindeki etkisi ve İnsanın hayvandan farkı

Söz konusu varlık “henüz bildik anlamda insan değildi ama şimdiki insan olma aşamalarından geçmekteydi” denildi. Neden?
Okült (gizem bilgiler) terminolojide “insan olmak” demek, “bir benliğe sahip olmak” demektir. Ancak bireysel bir benliğe sahip olan bir varlık insan olma konumuna erişebilir. Evvelce belirtildiği gibi, insanların o aşamalarda henüz bireysel bir benliği yoktu ve ortak bir ‘grup ruhunu’ paylaşmaktaydılar. İnsan, ilerki süreçte pek çok gelişim aşamasından geçtikten sonra kolektif ruhun ötesine geçerek bireysel benliğini geliştirebildi.
Bu doğrultuda, primatlar dâhil hayvanlardan hiçbirinin bireysel benliğe sahip olmadıkları belirtilmeli. Dünyada bulunan dört âlemden sadece dördüncü âlemin üyesi olan
insan varlığı ‘benliğe’ sahiptir.

İnsanda, minerallerden oluşmuş olan ‘fiziksel beden’, onu çürüyüp dağılmadan canlı bir şekilde tutan (yaşayan, canlı bir varlık olmasını sağlayan) ‘eterik beden’ (yaşam beden) ve istekleri, tutkuları içgüdüleri ve duygularını barındıran ‘ruhundan’ başka bir de dördüncü unsur olan ‘benlik’ mevcuttur.

İnsanın sahip olduğu benlik, onun yapısını oluşturan diğer unsurlar üzerinde de etkin olur.
Bu bilginin ışığında insanın fiziksel formuna dikkatle bakıldığı zaman, o formun bariz bir şekilde hayvandan farklı oluşunu belirleyen etkenin insandaki ‘ben’ olduğu gözlemlenebilir.

Aslında bir hayvanın fiziksel formu da -başlangıçta- tinsel dünya kaynaklıdır. Ancak bu form, hayvanın doğada yaşayacağı çevre koşuluna uygun olacak şekilde, en baştan ‘özellikle o şekilde’ biçimlendirilmiştir. Hayvanın, fiziksel dünyada varlık gösterdikten sonraki gelişimi söz konusu olduğunda; o türün nesiller boyunca fiziksel bedende geçirmiş olduğu değişimlere doğa ve çevre koşullarından kaynaklanan etkilerin neden olduğu söylenebilir. (Bunu, Darwin’in sözünü ettiği ve -sadece- hayvanlarda geçerli olan  mutasyonlarda ve ‘doğal seleksiyonda’ görmekteyiz. Fakat yine de, söz konusu mutasyonların otomatik ve mekanik bir biçimde, yani kendiliğinden geliştiği söylenemez.  Mutasyonların arkasındaki amaç ve gerekçe de Tinsel Dünyanın İradesinden kaynaklanmaktadır.)

Ancak insan, belli bir çevre koşuluna özellikle adapte olacak bir formda yaratılmamıştır, çünkü buna ihtiyacı yoktur. Hâlbuki örneğin, Kutuplarda yaşamak üzere yaratılan ve Ekvatorda yaşamak üzere yaratılan hayvanların fiziksel özellikleri/yapıları çok farklıdır. Nitekim bu hayvanların özgün yaşam ortamları değiştirildiğinde ölürler.
Fakat Kutuplar ya da çöl gibi farklı doğa koşullarında yaşayan insanların ‘fiziksel bedenlerinin yapısı’ birbirinden farklı değildir. İnsanın fiziksel formu dünyanın her bölgesinde hep aynıdır. Ekvatorda yaşayan bir insan yaşamına Kutuplarda devam etmek zorunda kalsa, kendisini sıcak tutacak giysiler giyer ve iyi ısıtılmış mekânlarda barınır. Keza, doğduğundan itibaren Kutuplarda yaşayan bir insan da Ekvatorda yaşamaya başlasa, klimalı mekânlarda yaşamını sürdürebilir.

Dolayısıyla, insanların alışkın oldukları iklim koşulları tamamen değişse de ölmezler. Çünkü insan, hayvanlardan farklı olarak her türlü adaptasyon sorununu ‘aklıyla’  halledebilme yeteneğiyle donatılmıştır ve çevre koşullarından kaynaklanan değişiklikler ve etkilere göre fiziksel formunun biçimlenmesi söz konusu değildir.
Bu bakımdan, insanın fiziksel formunu -ve ayakta tam anlamıyla dik durabilen bir varlık olmasını- belirleyen esas unsur, çevre koşulları değil, ‘benliktir’  (ve benlik sahibi olmasından dolayı sahip olduğu ‘düşünce akıl ve mantıktır’).

Kısacası, insanı insan yapan ve evrende hayvandan çok farklı bir konumda var olmasını sağlayan şey ‘benliktir’ (Ve bu benliğin hizmetinde olan ‘düşünce yeteneğidir’).

Güney Amerika seyahatinde Darwin’in karşılaştığı ilkel insanlar, Tinsel Dünya kaynaklı ‘benlik gelişmesi dürtüsünü’  tam anlamıyla içselleştirememiş ve  bu doğrultuda gelişememiş olan insanlardı. Bu nedenden dolayı da Darwin’e primatları anımsattılar. Keza, Edward Tyson’da aynı nedenden dolayı pigmeleringelişmiş maymunlar’ olduğuna inanmıştır. Darwin, bu insanlarla karşılaştığında, onlarda ülkesindeki insanlara benzer gelişmiş bir benlik göremediği için karşısındaki bu ilkel insanı hangi kategoriye koyacağını bilememiştir. Ve aynen, pigmelerde kendi bildiği anlamda gelişmiş bir benlik algılayamayan, ama onlardaki bu ‘eksikliğin’ ne olduğunun farkına varamayan E.Tyson gibi, onları maymunlarla ilişkilendirerek insana dair en önemli unsuru dikkate almayan kolay bir açıklama öne sürmüştür.   

Binlerce yıl evvel, insanın şimdiki insan formuna benzememesinin nedeni, şimdiki insan gibi ‘bireysel bir benliğe’ sahip olmaması, başka bir deyişle kolektif benlikten çıkıp, bireysel bir benliğe sahip olması için insanın geçmesi gereken uzun aşamalardan o sıralarda henüz geçmemiş olmasıydı. O dönemlerde yaşayan insan, dış görüntüsü itibariyle zamanımız insanına tam anlamıyla benzemiyordu fakat bu insanın da özü/esası insandı ve bu insan Tinsel –Tanrısal Dünyaya şimdiki insandan çok daha yakın bir varlıktı.

Şimdiki maymun ve primatların, ilksel dönemlerde var olmuş olan maymun ve primatların fiziksel formundan -bu kadar zaman sonra bile- daha farklı bir fiziksel forma dönüşememiş olmasının  nedeni de, ne o zamanların, ne de şimdiki zamanın maymun ve primatlarının bir benliğe sahip olmamasıdır. Çünkü ne bir primatın ne de başka bir hayvan türünün ‘benlik’ sahibi olması Tinsel Âlem tarafından amaçlanmamıştı.
Bu amaç doğrultusunda yaratılan tek varlık insandır.

Çok katlı, çok amaçlı ve karmaşık bir yapısı olan görkemli bir gökdelen tasarlamak isteyen bir mimarı imgeleyelim. Bu mimar, inşa edilecek gökdelenin tüm işlevlerini ve özelliklerini göz önünde bulundurarak en baştan bir gökdelen olarak mı planlar, yoksa tasarımına önce tek odalı küçük bir evden mi başlar? Yani, önce küçük bir evin planını çizip, onu yavaş yavaş büyültüp, ilaveler ve değişiklikler yaparak mı bir gökdelene dönüştürür?
Bu sorunun tek bir yanıtı vardır, “mimar, ilerde muazzam bir gökdelen olarak ortaya çıkacak yapının tasarımını küçük bir ev planından başlayarak değil, en baştan bir gökdelen planlayarak yapar.” 
Bir mimarın farklı amaçlar için farklı biçimlerde ve farklı özelliklere sahip yapıları en baştan özgün şekliyle tasarladığı gibi, Tinsel – Tanrısal Âlem de belli amaçlara uygun unsurları barındırabilecek farklı varlıklar yaratmıştır. Hayvanların yapısı ve doğası, ‘benlik’ gibi bir tinsel niteliğin taşıyıcısı değildir, çünkü hayvanın yapısını oluşturan fiziksel beden, eterik beden ve ruh bu iş için tasarlanmamıştır. Kısacası hayvanın yapısı/doğası, içinde ‘benlik’ barındırabilecek bir kapasiteye sahip değildir.

Ancak insan, giderek gelişen bir benliğe sahip olacağı için, en baştan itibaren bu amaca uygun unsurlarla donatılmıştır. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, ne kadar tadilat yapılırsa yapılsın, küçük bir evin görkemli bir gökdelene hiçbir zaman dönüşmesi mümkün olamayacağı gibi, ne bir maymunun ne de bir primatın hiçbir zaman bir insana dönüşmesi mümkün değildir.

Darwin’in insanla ilgili olarak farkına varamadığı şey, uçsuz bucaksız bir uzayda, olağanüstü bir ahenkle belli bir yörüngede dönen yaşam dolu bir gezegenin üzerinde yaşayan milyonlarca canlı arasında  bir tek insanın “ben” diyebiliyor olmasıydı.
Bu doğrultuda Darwin, mineral, bitki ve hayvanlar âleminin üyelerinden hiçbirinin bireysel ‘benliği’ olmadığını da fark edemedi.

Daha önce belirtildiği gibi, ‘ilahi bir gücün’ varlığının yaratılıştaki rolünü tamamen devre dışı bırakarak varoluşa dair çok önemli sorulara yanıt bulmaya çalışıldığında, ister istemez kozmik gerçeklerin önü kapatılmış olur ve bunun sonucunda kozmik (tinsel) gerçekleri yansıtmayan varsayımlar ortaya çıkar.

Darwin’in -ve genelde insanlığın-  varlığını kanıksadıkları için göz önünde bulundurmadığı ‘benliğin’ esasen Tinsel Dünya kaynaklı bir unsur olduğu belirtilmişti. Benliğin fiziksel dünyamızda yer alıp, var olmasının temelleri Tinsel Âlem tarafından çok çok önceki evrim dönemlerinde oluşturulmuş olmasaydı, fiziksel dünyada hiçbir  zaman, -insan dahil- hiçbir varlıkta ‘benlik’ unsuruyla karşılaşılamazdı.

Ben’in Tinsel Âlem kaynaklı olması, aynı zamanda Tanrı’nın da ‘ben’ ya da ‘ego’ unsuruyla ilgisi olduğu anlamına gelir. Bununla ilgili olarak Musa zamanlarına uzanıp Tevrat’ta yer alan bir bölüme göz atalım.
Musa’nın İkinci Kitabı, Bab – 3.
(Musa çölde koyunlarını otlatmaktadır, karşısındaki çalıların ortasında birden bir ateş belirir. Ancak, bu ateş bir türlü sönmez ve sonra karşısına Yahudilerin sonradan ‘Yahve’ (‘Yehova’)
olarak adlandıracakları Rab çıkar. Aralarında belli bir diyalog geçtikten sonra Musa, Rabbin
‘adını’ öğrenmek ister ve aralarında şu konuşma geçer):

(Bap – 3. ‘13’)
Ve Musa Rabbe dedi: “İşte ben İsrail oğullarının (Yahudilere) yanına gittiğim zaman, onlara: Atalarınızın Rabbi beni size gönderdi, dersem ve onlar bana: O’nun ismi nedir? diye sorarlarsa, onlara ne diyeyim?”  Ve Rab Musa’ya dedi: “Ben, BEN OLANIM”  ve dedi: İsrail oğullarına böyle diyeceksin: “Beni size BEN İM gönderdi.”

Görüldüğü gibi Rab, Musa’ya ‘Kendisini’ tanıtırken, “Benim adım Allah, Tanrı veya Yahve” gibi insanların Ona verdiği adlardan hiçbirini kullanmamış ve ‘özündeki esas kimliği’ açıklamıştır. Bu kimlik O’nun Kozmik kimliğidir. Rab, Musaya (dolayısıyla tüm insanlığa) Kozmosdaki ‘Tinsel Ben’ olduğunu açıklamıştır.

Bir de sıradan bir örneğe bakalım. Dışardan gelip eve girdiğimizde içerdeki bir odada olan bir yakınımız, “kim o” diye sorduğunda verdiğimiz yanıt “Ayşe geldi” veya “Mehmet geldi” şeklinde adımızı kullanarak verilen bir yanıt değildir. Bu soruya verilen yanıt daima “ben geldim” dir.
Kendisine değinirken hiç kimse kendi adını kullanmaz, çünkü bir insanın “kendim” diye bildiği vekendisinin merkezinde hissettiği öz’, kendi adı değil, “ben”dir.

Ayrıca, her insan ancak kendisiyle ilgili olarak ben diyebilir. Hiç kimse bir başkası adına “ben” diyemez. Kendisine değinirken ben diyen insan için öteki insan daima “sen”dir.
“Ben”  insanın öz varlığıdır.

“Ben” diyebilen insan ile, bu unsura sahip olmayan hayvan arasındaki uçurumsal fark hayvanın ‘bireysel benliğe’ sahip olmamasından kaynaklanmaktadır. İnsan, çok farklı bir kulvara konmasının nedeni olan ‘düşünce, akıl ve mantığa’  sahipse, bunun da kökeninde sahip olduğu benlik vardır. Düşünebilmenin, aklın ve mantığın varlığı, ‘benlik sahibi olmakla’ doğrudan bağlantılıdır.
(Denebilir ki, “maymunların da belli bir aklı var ve insanlar onlara bazı şeyleri öğretebiliyorlar”.  Evet, bir maymunun, içgüdüsel olarak bildiği şeylerden başka bazı basit şeyleri öğrenme yeteneği var. Ama bunları maymuna öğretenin bir başka maymun değil, bir insan olduğu unutulmamalı. İnsanın insana öğrettiği gibi, bir maymun, diğer bir maymuna -içgüdülerinin izin verdiği bilme kapasitesinden- daha öte şeyler öğretemez).

Darwin, insan ve hayvan arasındaki bu uçurumsal farklılığın bilincine varamadığından dolayı insanın da hayvanlar gibi mutasyonlar geçirerek ve doğal seleksiyon ile meydana gelmiş olabileceğine inanmıştır.
Eğer Darwin, ‘benliğin’ hayvanlar ve insanlar âlemi gibi iki farklı âlemi birbirinden çok kesin bir şekilde ayıran temel faktör olduğunu görebilseydi, insanın farklı bir amaç doğrultusunda özellikle yaratılmış bir varlık olduğunu da anlayabilirdi. Ve belki de bu doğrultuda, benlik taşıyıcısı olacak bir varlığın, benlik taşıma kapasitesine hiçbir zaman sahip olamamış ve en baştan benlik sahibi olacak bir biçimde yaratılmamış bir maymunun veya primatın soyundan gelemeyeceğini sezebilirdi.

“İnsanla hayvan arasındaki fark gerçekten bu kadar uçurumsal bir farklılık mı”? diye sorulabilir. İnsana dair daha derin tinsel bilgilere ve açıklamalara bu yazının kapsamında girmemiz mümkün olamayacağı için daha sıradan bir örneğe bakalım.
Dünyada, neredeyse her ülkede var olan mezbahalarda her gün binlerce büyükbaş, küçükbaş ve kümes hayvanlarının kesimi yapılmaktadır. Bunun yanı sıra, herhangi bir insan da -yemek için- evinin bahçesinde hayvan kesimi yapabilir. Ama bu işlemlerden dolayı hiç kimse, hiçbir zaman sorumlu tutulmaz ve hiç kimse yapılan kesimlerle ilgili olarak kanuna hesap vermez.
Ancak aynı şey (can alma) en sıradan bir insana yapıldığında ise neler olacağını hiç kuşkusuz herkes bilir. Öldüren kişi kanun karşısında derhal sorumlu ve suçlu duruma düşer ve de yaptığının hesabını vermek durumundadır. Sonuçta da, yargılanarak yaptığının çok yanlış bir şey olduğunu iyice anlaması için de mutlaka ciddi hükümlerle cezalandırılır.

Hayvan ve insanın öldürülmesinin değerlendirilme şekli arasındaki bu çok büyük farklılık nereden kaynaklanıyor?
İnsanlar, hayvanla insanı ayıran unsurun farkında olmasa ve insanın benliğe sahip bir canlı olduğunu kanıksamış olsa bile, bir insanın başka bir insanı öldürmesinin çok yanlış bir şey olduğuna dair bir nosyona ve de sönük de olsa bir bilince sahiptir. Tinsel Âlem, Tevrat zamanlarından itibaren insanlara insan öldürmenin yanlış olduğu bilincini kazandırmaya çalışmıştır.
Benliği olmayan bir varlığın (hayvanın) yenmesi Tinsel Âlem tarafından anlayışla karşılanabilir. Nitekim Tevrat’ta, insanın -kendisine yaramayacağı için- yemesinin yasak olduğu ve yemesinde hiçbir mahsur olmayan hayvanlar gayet ayrıntılı bir biçimde belirtilmiştir.
Buna karşın, On Emir’deki on emirden en önemlilerinden biri “Öldürmeyeceksin”dir. Tevrat’ta, insanın insanı öldürmesinin Tanrı’nın nezdinde büyük bir günah olduğu açıkça belirtilmiştir.

Bir hayvanın öldürülmesiyle karşılaştırıldığında, bir insanın öldürülmesi, yani ‘bir benliğin’ yaşamına doğal olmayan (Tanrı’dan gelmeyen) bir biçimde son verilmesi neden günahtır?

İnsan belki ilkel nükleik asitin ve amino asitlerin rasgele bileşimlerinden, tesadüfî mutasyonlar ve doğal seleksiyonla oluşmuş bir varlık olsaydı, -her gün kesilen hayvanlar gibi- bir insanın öldürülmesi de pek sorun olmayabilirdi. Çünkü insan, yaratılışında İlahi bir gücün rolü-varlığı olmadan kendi kendine meydana gelmiş olacağı için bu durumda da, insanı sorumlu tutacak ve ona ahlaki değerleri hatırlatacak İlahi Tanrı’nın varlığı söz konusu olmayacaktı. Hâlbuki insan, sahip olduğu bilinç seviyesiyle orantılı olarak hemcinslerinin ‘hayatına’ karşı belli bir sorumluluk hisseder. (Hatta bir insanın, başka bir insanın tehlikedeki hayatını kurtarmak için kendini tehlikeye attığı, hatta bazen kendi canını feda ettiği durumlarla da karşılaşılır.)

İnsanın, Tanrısal Âlemin yarattığı çok özel bir tinsel varlık olduğunu düşüncelerimizle
anlamaya başladığımızda, bununla bağlantılı olarak insana dair çok önemli başka konuların da belirmeye başladığı görülür. Bu konuların varlığı, kozmik bağlantıları ve işleyiş biçimleri göz önünde bulundurulmadan, neden bir insanın öldürülmesinin hayvanın öldürülmesinden daha farklı olduğu tam anlamıyla anlaşılamaz. Bu konular derinlemesine kavranmadığı sürece insan insanı kolayca öldürmeye devam edecektir.

Her birey (her ruh), belli süreler döngüsü içinde fiziksel dünyada reenkarne olmaktadır. Her insan reenkarne olduğu zaman beraberinde bir yazgı getirir. İnsanın beraberinde dünyaya getirdiği yazgı, bir evvelki dünya yaşamıyla bağlantılıdır.
Bir evvelki yaşamında hatalar yapan (dini söyleme göre: günah işleyen) insan, ‘karma‘ (mutlaka telafi edilmesi/ödenmesi gereken faturalar) oluşturur. Belli kozmik kanunlar doğrultusunda bu ödemelerini yapmak üzere fiziksel dünyaya gelen (reenkarne olan) bir insan vakitsizce öldürülürse, onun bireysel tinsel evriminin kapsamında yaşanması gereken gelişmeler sekteye uğratılmış olur. Bu da, çok karmaşık düzenlemelerden sonra bir insanın dünyada reenkarne olmasını sağlamış olan Tanrısal Âlem nezdinde işleri bozan yersiz bir müdahale, dolayısıyla çok ciddi bir hatadır/günahtır.
Bu bakımdan, her insanın fiziksel dünyada geçireceği ‘zaman’ çok değerlidir ve kimse Tanrısal Âlemin belirlemiş olduğu yaşam süresine (ömre) müdahale etmemelidir.

Reenkarnasyon, karma ve yazgı gibi olgular yalnızca ‘benliği olan’ bir varlık için geçerlidir, yani sadece insan için. Bu doğrultuda, hayvanlar karma yaratmazlar, ayrıca reenkarne de olmazlar.

İnsanın yaratılışında bir ‘ kozmik amacın’  ve ‘ hedefin’ varlığı

İnsanın, doğa koşullarından etkisiyle bazı mutasyonlar geçiren bir primattan oluştuğuna inanmış olan Darwin’in insanla ilgili olarak hiç hesaba katmadığı önemli bir nokta daha vardır.
İnsanın günlük yaşamında yaptığı sıradan işleri düşünelim. Her insan, yaptığı -kendine göre önemli- işleri belli bir amaç doğrultusunda yapar. Yapılan işler hangi konuda, hangi alanda ve ne boyutta olursa olsun, o işin temelinde ‘bir amaç’ ve sonunda varılması planlanan ‘bir hedef’ vardır. Küçücük bir çocuğun bile önünde sınıfını geçmek gibi bir amaç ve hedef bulunur. Kısacası insanlar bir maksada hizmet etmeyecek lüzumsuz işler yapmazlar.

Bu doğrultuda, uzayda bir güneş sistemi içersinde, üzerinde yaşamın gelişebildiği bir gezegende var olan dört âlem arasında sadece birinin temsilcisine benlik sahibi olabilme kapasitesi verilmiş olduğunu düşündüğümüzde, bu varlığın yaratılışının arkasında Tinsel bir amaç ve hedef olduğu sezilebilir.
İnsan gibi ölümlü bir varlığın, arzuları, tutkuları ve ihtirasları doğrultusunda yaptığı sıradan dünyevi işlerin bile arkasına ne kadar çok düşünce, planlama ve enerji koyduğu göz önünde bulundurulduğunda, buna kıyasla, insanın, dünyanın ve tüm Güneş sisteminin yaratılışı gibi muazzam bir boyutun arkasında bir amaç olduğunu anlamak için dogmatik biçimde bir dine ve Tanrı’ya inanıyor olmak gerekmez!
İnsan, kendi dünyası dâhil, çevresindeki bütün kozmik yapının çok yönlü muazzam boyutunu düşünce, akıl ve mantığıyla imgeleyebildiği zaman, tüm varoluş, tesadüfî ve rasgele bir varoluştan,  ‘amacı olan’  bir varoluşa dönüşmeye başlar.

Bu bakış doğrultusunda, insanın kozmos’taki varoluşunun da bir ‘anlamı’ olduğu belirginleşmeye başlar ve insanın kozmos’ta tesadüfen oluşmuş başıboş bir varlık olmadığı anlaşılır.
Fakat insan, materyalistik görüşler doğrultusunda kendisinin ‘çevre koşullarıyla tetiklenen
doğal seleksiyon’ sonucunda primatların soyundan meydana geldiğine inandırılırsa, böyle bir açıklamada hiçbir anlam ve amaç göremez ve kozmos’ta neden var olduğunu anlamaya çalışmaz! Bunu anlama ihtiyacı da duymaz,çünkü kendi kendine, mekanik bir biçimde gelişmiş tesadüfî bir varoluşun ‘geçmişinin’, ‘şimdiki zamanının’ ve ‘geleceğinin’ hiçbir anlamı yoktur.
Hâlbuki insan, daima geçmişten geleceğe çeşitli edinimler ve meyveler taşıyan (bunları nesilden nesile geleceğe yansıtan) bir varlıktır.

Bu bakımdan, neden burada olduğunu kavramaya ve varoluşun arkasındaki ‘tinsel bağlantıları’ anlamaya çalışmak insanın ‘kozmik sorumluluğudur’.

Kendisinin fiziksel dünya enkarnasyonları çemberi içindeki bir varlık olduğunun ve -iyi veya kötü- şimdiki yaşamının meyvelerinin mutlaka bir sonraki yaşama taşınacağının bilincinde olan ve de bunların bilincinde olmayan insanların davranışları ve hayat anlayışları birbirinden çok farklı olacaktır.

İnsan ve Kozmik İrade

Evrene bilimsel bir bakışla bakıldığında, evrende değişmez kozmik yasaların ve dünyada da doğa yasalarının geçerli ve etkin olduğuna tanık olunur. Bu kadar istikrarlı ve etkin olan bu yasaların ‘kendiliğinden var olabileceği’ ve ‘kendiliğinden işlevsel olacağı’ gibi bir varsayım, akıl ve mantığı ikna edebilecek yeterince sağduyulu bir açıklama yerine geçebilir mi? 
Kepler ve Einstein gibi bilim adamları, uzaya baktıklarında gördükleri muazzam kozmik düzen ve ahengin arkasındaki ‘Kozmik İrade’nin’ varlığını fark edebilmişlerdi.
Bu ‘İrade’,  fiziksel gözlerle görülen bir şey olmayabilir, ancak, bizi kuşatan kâinatta bilinçli bir biçimde etkin olan varlığı, yadsınamayacak kadar güçlü ve belirgindir.

Yazının bu satırlarına kadar gelen okuyuculardan acaba kaç kişi şu an’a kadar bilinçli bir şekilde nefes alıp vermeyi hatırlayabildi? Yani kendi iradesinin denetiminde  nefes alıp verdi?
Bunun yanıtı bellidir. “Hiç kimse”!
Bazen insan çiçek kokuları içinde güzel bir doğada veya deniz kenarında bulunduğunda, havayı bir müddet kendi iradesiyle solur. Fakat bu geçici anların dışında soluk alıp vermeyi unutan milyarlarca insanın soluk alıp verme işleminin devamını sağlayan bir başka irade olmasaydı insanlar birer birer ölürdü. (Özellikle uykuda geçen süre boyunca hatırlamak hiç mümkün olmazdı.)
Yalnızca insanların değil, milyarlarca hayvanın nefes alıp vermesinin ve bütün insan ve diğer varlıkların hazım ve kan dolaşımlarının arkasında da aynı iradenin olduğu anımsanmalı.
O zaman, bu İrade ‘kimden’  – ‘nereden’ kaynaklanıyor?

“Bizlerin kısıtlı aklı, takımyıldızları hareket ettiren gizemli gücü kavrayamıyor” – A.Einstein

Einstein, anlaşılamayan bu gizemli güç karşısında, ateist bir görüşle sadece mekanik, cansız ve ruhsuz bir açıklama getireceğine, tüm kozmik fenomenlerin arkasında olduğunu sezinlediği Tinsel Varlığa saygı, alçak gönüllülük ve hayranlık duyarak yaklaşmayı seçmişti. Kepler de bu İradenin kâinattaki dışa vurumundan yansıyan ahengi dile getirmeye çalışmıştı.
Darwin ise, insanı ‘insan yapan’ benliği hesaba katmadığı gibi, hem fiziksel dünyadaki her canlının ve her doğa oluşumunun, hem de kozmosta ahenkle süzülmekte olan gezegenlerin arkasındaki ‘Kozmik İradeyi’ dikkate almadan bazı sonuçlara varmayı tercih etmiştir.

Kâinat, İnsan ve Zaman

Darwin’in insanla bağlantılı olarak göz önünde bulundurmadığı yine çok önemli bir konu da zamandır.

Fiziksel dünyanın hemen dışında var olan uzayda sonsuzluk – zamansızlık hâkim olmasına karşın, içinde bulunduğumuz fiziksel dünya boyutunda ‘zaman’ hâkimdir.

Antroposofik bilgeliğe göre ‘zaman’ Tinsel Dünya kaynaklıdır ve insanın geçirmekte olduğu tinsel evrimle bağlantılı olarak ‘özellikle yaratılmış’ bir boyuttur. İnsanın tinsel evrimine devam edebilmesi için ‘zamana’ ihtiyaç vardır. Maddesel bir dünyada, maddesel bir varlık görünümünde var olan insan, aynı zamanda bir zaman yolcusudur ve zaman içinde evrilmektedir.

Zamanı çok yönlü olarak incelemiş olan Einstein’ın şu sözlerine tekrar dönüp bakalım.
“İnsan varlığı, bizlerin evren dediği bütünün ‘zaman’  ve mekân ile kısıtlanmış bir parçasıdır…”

Einstein’ın, ‘insanın zamanla çok önemli bir ilişkisi olduğu ve zamanın bir parçası olarak onun içinde yer aldığına’  dair bulgusu çok doğrudur. Darwin ise -bildiğimiz kadarıyla-  ‘zaman’ ile ‘insanın kâinattaki varlığı’ arasında hiçbir bağ kurmamış ve ikisini yan yan koymamıştır. Hâlbuki zaman ve insanın aralarında organik bir bağ vardır. Dolayısıyla, insanın orijini ile ilgili herhangi bir açıklama yaparken, insanın ‘zaman fenomeni’ ile ilişkisine değinmemenin, ‘tinsel boyutu’ hiç kaale almamaktan kaynaklanan bir eksiklik olduğunu belirtmeliyiz.

İnsan, Antroposofik bilgiler doğrultusunda, fiziksel boyutta (fiziksel uzayda) var olan zaman’ın misyonunu kavrayabilirse, bunun sonucunda zaman ile ilişkisini Tinsel Âlemin amaçları doğrultusunda daha gerçek bir biçimde düzenleyebilir.
Tesadüfî gelişmeler ve rasgele mutasyonlarla maymunlardan/primatlardan türediğine inanan insan iseüzerindeki güçlü materyalistik etkilerle, giderek hayattaki esas amacının sadece –para kazanmak gibi- materyal zenginliklere odaklanmak olduğunu zannetmektedir. İnsanlığın üzerindeki materyalistik etkileri yansıtması ve insanın zaman ile olan ilişkisinin ne derece çarpıtılmış olduğunu göstermesi bakımından “Vakit nakittir” (zaman demek para demektir) şeklindeki özdeyiş iyi bir örnektir.
Zaman gibi Tinsel Âlem kaynaklı bir fenomeni, para gibi geçici – yok olabilir bir değer ile bağdaştırmak, tinsel bakımdan tamamen yanlış bir anlayışı yansıtmaktadır.

İnsan ve primatların DNA’larındaki benzerliğin nedeni

Paleontologlar insan fosillerine bakarak, bunların primatlara benzerliği üzerinde durmakta,
evrim biyologları ise maymun ve insan DNA’larını karşılaştırarak bu varlıkların DNA’larında benzerlikler olduğunu öne sürmekteler.
DNA benzerliğine dair öne sürülenlerde mutlaka bir doğruluk payı var.
Ancak şunu da mutlaka göz önünde bulundurmak gerekir. Dünyadaki bitki, hayvan ve insan gibi bütün canlıların oluşumunun temelinde ‘belli sayıda’ nükleik asit yer almaktadır. Söz konusu varlık ister ayrık otu, ister meyve sineği, ister bir maymun, isterse de bir insan olsun, hepsinin yapı taşlarında bu belli sayıdaki ‘aynı nükleik asitler’  iş görür. Bunların birbiriyle farklı kombinasyonları da farklı canlıların oluşumunu sağlar.

Bunun yanı sıra, bütün canlıların fiziksel bedeninin yapısında yer alan mineraller, tözler mineral dünyadan gelmedir. Bitki, hayvan veya insan, her canlının bedeninin oluşumunda aynı mineraller (ve gazlar) kullanılmıştır. Bu bakımdan bir insanın, fiziksel bedeni açısından hem bitkiler âlemiyle hem de hayvanlar âlemiyle akrabalığı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Çünkü aslında bu üç âlem de fiziksel beden açısından -fiziksel bazda- mineral âlem ile akrabadırlar. Bundan dolayı, mineral âlemin, diğer üç âlemin fiziksel bedenlerinin oluşumunda yer alması sonucunda hepsinin fiziksel bedeninde bazı benzerliklerin görülmesi doğaldır.

Ancak, maymunlar ve insanın fiziksel bedenlerin yapısındaki ‘benzeşmelere’ dair paleontologların ve evrim biyologlarının bulgularının tümü sadece ‘fiziksel’- ‘maddesel’
kaynaklı verilere dayanan bulgulardır. Yani bu bulgular fiziksel olarak ‘görülebilen’, fiziksel olarakölçülebilen’, ‘tartılabilen’ ve ‘sayılabilen’ ile kısıtlıdır.
Fakat insan yalnızca şu kadar gram kalsiyum, şu kadar gram karbon, demir, azot, oksijen ve hidrojene indirgenemez.
Çünkü insanı insan yapan esas nitelikler ve özellikler, onun kemik yapısını ve fiziksel bedenini oluşturan bazı mineraller veya fiziksel bedeni biçimlendiren DNA sarmalının elektron-mikroskobuna yansıttıkları değildir.
İnsan, mineral, bitki ve hayvanlar âlemiyle fiziksel bazda ortak özellikler paylaşıyor olmasına rağmen kaya, kaya konumundadır, bitki, bitki konumundadır, primat da, primat konumundadır.
Ancak insana gelince,  diğer üç âlemden daha farklı tinsel niteliklere  sahip olmasından dolayı, onun fiziksel bedenine yüklenen ‘anlam’ ve ‘misyon’da bambaşkadır. Bu anlam ve misyon, insanın önünü sadece bir ‘fiziksel bir varlık olmaktan’ daha öte gelişmelere (kozmik gelişmelere) açmaktadır.
Dünya evrimi sürecinin ‘başlangıcına’ şimdi var oldukları şekilleriyle mineral, bitki ve hayvan olarak başlamış olan varlıklar, dünya evrimi sürecini de aynı biçimlerde (yani mineral, bitki ve hayvan olarak) tamamlamak konumundadırlar. Buna karşın insan, zaman içinde açılımı gerçekleşecek bazı önemli gelişmeler doğrultusunda şimdiki fiziksel insan olarak kalmayacak, tinsel terminolojide “insanoğlu” olarak bilinen varlığa dönüşecektir.
(Bu gelişmelerde DNA ve kromozomların hiç rolü olmayacak ve bu gelişmeler gözle görülemeyen, ölçülemeyen, sayılamayan ve tartılamayan ‘tinsel etkenlerle’  gerçekleşecek).

Dolayısıyla, yaratılışın en başından itibaren farklı amaç ve hedefler doğrultusunda meydana gelmiş olan hayvanlar âlemi ve insanlar âlemi arasındaki uçurumun muazzamlığı nedeniyle, herhangi bir zamanda ‘fiziksel mutasyonlarla’ birinden diğerine bir köprü oluşması ve  bir geçişin gerçekleşmesi mümkün değildir.

Bu çok uzun süreç içinde, bitkiler çeşitli etkenler nedeniyle kendi aralarında biçim ve tür değiştirebilirler. Yine, hayvanlar âleminde de -ilahi gücün irfanından kaynaklanan etkileri şimdilik bir yana koyarak- çevre/doğa koşullarındaki değişimler nedeniyle hayvanlar yine kendi aralarında biçim ve tür değiştirebilirler.
Ama bitki ve hayvanları kapsayan bu değişim ve dönüşümler insan için geçerli değildir çünkü insanın bireysel benlik sahibi olması, en baştan onun ‘türler’ kategorisine girmesini engeller.
Bu bakımdan, bitki ve hayvan türlerinin sınıflandırmasını yapan ‘taksonomi biliminin’ yaptığı
sınıflandırmalar ancak bitkiler ve hayvanlar için geçerlidir. Taksonomi, insana gelince durmak zorundadır. Çünkü ilkel veya kültürlü olsa da, Çinli, Zenci veya Beyaz olsa da insanlar âlemini ‘tek bir özgün varlık’ oluşturmaktadır.
İnsanın, insan olmasının arkasındaki esas faktör, onun ‘bir türün’ üyesi olması değil, bireysel bir benliğe sahip olmasıdır.

İnsanın -görünmeyen- ruhsal ve tinsel unsurlarını hiç kaale almadan, sadece fiziksel olarak görünenlere dayanarak yapılan varsayımlar, insan gibi her bakımdan olağanüstü ve çok katmanlı bir varlığın orijinini açıklamaya yeterli değildir.

İlksel zamanların insanları ve barbarizm

Güney Amerika gezisindeyken, Tiero Del Fuego’da çok ilkel insanlarla karşılaşan Darwin, gözlemlerinden edindiği izlenime dayanarak “bütün medeniyetlerin kökeninin barbarizm olduğunu ve medeniyetlerin barbarizmden gelişerek oluştuğunu” öne sürmüştür.
Hâlbuki Darwin, insandaki tinsel unsurları ve bu doğrultuda insanın tinsel kaynaklı benliğini göz önünde bulundurmuş olsaydı, gezisinde karşılaştığı bu ilkel insanların barbarizm aşamasından geçmekte olan insanlar değil, benlikleri gelişmemiş, yani benlik gelişmesi aşamalarında geri kalmış  insanlar olduğunu anlayabilirdi.

İlksel (primal) zamanlarda var olan insanlar da barbar değildi çünkü onlar henüz Tinsel Âlem’den kopmamış ve henüz maddesel dünyanın materyalizmi ile özdeşleşmemişlerdi.

Bu bakımdan, örneğin, İlksel zamanlarda belli bir dönem mağaralarda yaşamış olan insanları eli odunlu barbarlar veya vahşiler şeklinde betimlemek çok yanlış olur.
Mağara dönemini yaşamakta olan insanlar elbette bildik anlamda bir kültür ve medeniyete sahip değillerdi çünkü o sıralarda fiziksel dünyadan henüz yeterince ‘etki ve izlenim’ alamamış oldukları ve ‘bir birikimleri’ olmadığı için benlikleri gelişmemişti. Kültür ve medeniyetin gelişmesi, insanın benliğinin gelişmesiyle doğru orantılıdır.
Kültür, nesilden nesile aktarılan birikimlerin toplamıdır. Fakat ortada aktaracak bir birikim ve bunu aktaracak bir birey/bir benlik olmadıktan sonra bizlerin bildiği anlamda bir kültür ve medeniyet de oluşamaz.
Ayrıca o dönemlerde, insanın düşünce, akıl ve mantığı, yani entelektüel kapasitesi de gelişmemişti. (Bunların da gelişebilmesi için benliğin belli bir seviyeye kadar gelişmiş olması gerekir). Buna karşın, o dönemlerde insanların sezgi yeteneği ve hafızası çok kuvvetliydi.
İnsan fiziksel dünyayı sezgisel olarak, Tinsel âlemi de ‘durugörü yeteneğiyle’ algılıyordu.
Zamanla kaybettiği bu yeteneklerinin yerini, yavaş yavaş düşünce, akıl ve mantık yetenekleri aldı.

Dünyada ve Avrupa’nın pek çok ülkesinde, bazı mağaralarda bulunan eski çağların insanının çizdiği mağara resimlerini anımsayalım. Bu resimler Meksika’da, Avustralya’da, Afrika’da ve Güneydoğu Asya’dan başka, İngiltere, Bulgaristan ve Finlandiya’da ki mağaralarda da keşfedilmiştir. Sadece Fransa ve İspanyada (Lascaux ve Altemira gibi) içinde bu tür resimler olan 350 mağara bulunmuştur. Yapılan incelemelerle bu resimlerin binlerce yıl öncesine ait olduğu, bazılarının 32.000, bazılarının ise 40.000 yıl öncesine ait olduğu tespit edilmiştir.
Çeşitli hayvanları resimleyen bu olağanüstü çizimler dikkatle incelendiğinde, bunları çizen insanların neredeyse resmedilen hayvanın ruhunu da  yansıtmış olduğuna tanık olunabilir. 30.000 – 40.000 yıl öncesinin bu resimlerinden, resim tekniği ötesi bambaşka bir şey yansımaktadır. Sanki bu resimleri çizenler, o hayvanları fiziksel gözlerden ziyade, sezgisel olarak algılamış ve algıladıkları izlenimleri doğruca ruhlarından mağara duvarlarına yansıtmışlardı.

 40.000 yıl öncesinin insanı, bizlerin bildiği anlamda bir kültür ve medeniyet bilmeyebilirdi ama Darwin’in varsaydığı gibi bir barbar veya vahşi değildi. Bu gerçeklik de yapmış olduğu mağara resimlerine yansımaktaydı. Çünkü o zamanlarda, benliği gelişmemiş bu insanlardan yansıyan olağanüstü yaratıcılık, aslında bu insanların henüz sahip olmadıkları bireysel benliklerinden değil, o insanların kolektif/grup ruhunun  arkasındaki Tinsel Dünya Varlığından kaynaklanıyordu. Başka bir deyişle, neredeyse ‘hayvanların ruhlarının’ yansıtıldığı bu resimleri çizenlerin ilham ve yeteneği doğrudan Tinsel Âlem’den gelmekteydi.

Pablo Picasso, İspanyada, Altemira’da bulunan mağara resimlerini gördükten sonra;
“Altemira’dan sonra gerisi dekadans’tır.” demiştir.(*)

 (*) Dekadans (Decadance) : Avrupa’da, sanatta ve edebiyatta bozulma, düşüş ve geri gitme dönemi.
     Picasso bu sözlerini resim sanatıyla ilgili olarak söylemiştir.

Kültür ve uygarlık, yalnızca maddesel bir dünyada /fiziksel planda oluşabilecek ve sadece insanla bağlantılı bir şeydir. Tinsel Âlemle bağlantılı olarak ‘uygarlık’ kavramından söz edilemez.
Tinsel Âlem’le bağlantılı olarak: ‘kozmik bilinç’, ‘kozmik armoni’, ‘kozmik irfan/bilgelik’, ‘kozmik irade’ ve ‘kozmik zekâ’dan bahsedilebilir.
Söz konusu ‘kültür ve uygarlık’ (dünyada birbiri ardınca gelişen eski Pers, Mısır, Yunan, Roma ve zamanımızdaki gibi çeşitli uygarlıklar), insanın giderek Tinsel Âlemden uzaklaşması ve fiziksel dünyayla (materyalizmle) güçlü bağlar oluşturması sonucunda ortaya çıktı. Başka bir ifadeyle, insanın bugünkü kültür ve uygarlığa sahip olabilmesi için Tinsel Âlemden tamamen uzaklaşıp kopması gerekiyordu. Bu bakımdan, 40.000 yıl evvel var olan insanların barbarlıkla hiç ilgisiyoktu.Çünkü onlar henüz maddesel dünya ile özdeşleşmemişlerdi. Esasen Tinsel Âleme çok yakındılar, yani o sıralarda Tanrısal Âlemin irfanı/bilgeliği ve armonisi içindeydiler (Tinsel Âlemden yayılan güçlü tinsel etkiler hep üzerlerindeydi). Bu durumda ‘barbar’ olmaları kesinlikle söz konusu olamazdı.
Barbarlık ve Vahşet, insanlığın bireysel benliğini geliştirme yolculuğunda daha ileri zamanlarda giderek materyalizmle özdeşleştikçe deneyimleyeceği bir şeydi.

Bu doğrultuda, bugünün kültür ve medeniyetine de değinmek gerekir. Çağımız insanı geçmişten gelen kültür mirasının üzerine bir de doğa ve fen bilimlerinin bulgularını ve teknolojik gelişmeleri eklemiş ve bunların sentezinden de bugünkü bildik uygarlık oluşmuştur.
Ancak, zamanımız insanının gerçekten, kelimenin anlamıyla ‘uygar’ olup olmadığı tartışılabilir.

Çağımız insanı belli bir medeniyete sahiptir, ancak materyalizm bu medeniyetin üzerinde her bakımdan etkin olmaktadır. Materyalizmin etkileri, insanların ruhsal ve tinsel değerleri kavrama yeteneğini giderek köreltmekte  ve gittikçe daha teknolojik ve mekanik bir yaşam biçimine sürüklenmelerine neden olmaktadır.
İnsanların, maddesel dünyaya dair oldukça fazla bilgi birikimleri vardır ancak bu süreçte insan kadim bilgileri tamamen kaybetmiştir. Değer verdiği ve yaşamına yön vermesine izin verdiği şeyler hep fiziksel dünyayla bağlantılı materyal değerlerdir.
Materyal değerlere bağlılık ve bunları yüceltmek ise insanın ruhsal ve tinsel gelişimine tamamen ters (onu/ruhsal gelişimini aşağı çeken) etkiler içerir.

Bu doğrultuda ilerleyen insan, materyal kazançlar ve menfaatleri uğruna diğer insanları korkunç silahlarla öldürmekten, savaşlar çıkartmaktan kaçınmamaktadır. Kendisinin içinde bulunduğu bu durum, görmemezlikten gelinmemesi ve ‘normal’ gelişmeler olarak algılanmaması gereken bir durumdur.
Bir yanda ‘medeni olduğunu’ ileri süren insanlığın, öte yanda da birbirini kolayca ve fütursuzca yok edebilmesi bizlerin mutlaka yüzleşmesi gereken büyük bir çelişkidir.
(Zamanımız insanının içinde potansiyel bir vahşet olduğu yadsınamaz. Her gün medyada karşılaştığımız haberler bunu doğrulamaktadır).

Bu tablonun oluşturduğu bariz çelişkinin nedenleri mutlaka anlaşılmalı ve insanlık düştüğü bu halden kurtulmaya gayret etmelidir. Bu bakımdan, şimdiki insan ‘kültürlü’ bir varlık olabilir ama ‘uygar ve bilinçli bir varlık’ olduğu pek söylenemez.
Bu doğrultuda, Darwin’in inandığı gibi, insanlar çok önceleri barbarken giderek medeni olmamışlar, aksine, en başlarda ‘farklı bir tinsel varoluş’ içindeyken ve üzerlerine Tinsel Âlemden gelen etkiler ışıldarken, Tinsel Dünyadan uzaklaşıp fiziksel dünyayla özdeşleştikçe giderek tinsel boyutun insanları olmayı geride bırakmışlardır.
Bunun sonucunda da insan, şu sırada Tinsel Âlemin çok uzağında bir boyutta, tinsel bilince sahip olmadan varlığını sürdürmektedir.

Sonuç

Neden Darwin’in -ve Darwinizmi destekleyenlerin- insanla bağlantılı bir doğal seleksiyon ve ‘kendi kendine’ gelişen tesadüfî fiziksel evrim fikirlerine katılamayacağımız Antroposofik bilgiler ışığında değişik açılardan incelendi.
Darwin’in ve bu doğrultuda düşünenlerin öne sürdüğü varsayımların sadece görünebilir olan kaba fiziksel dünyaya dair gözlemlerden kaynaklandığına ve daha ince ve rafine bir yapısı olan -ve fizikselden çok farklı bir gerçekliğe sahip- Tinsel Dünyanın hiç dikkate alınmadığına değinildi.

Darwinizm, insanın özünde bulunan Tinsel Unsurların varlığını kaale almış olsaydı, insanın geçirmekte olduğu evrimin ‘niteliğine’ ve bu tinsel evrimin ‘gelişme biçimine’ dair çok önemli bir gerçekliği de anlayabilirdi.

Antroposofik bilgeliğe göre, insanın oluşumu dünya gezegeninde başlamamıştır.
Şimdiki varoluşuna dünyada geçirdiği aşamalarla değil, dünyadan önceki bazı farklı gezegensel aşamalardan geçerek ulaşmıştır. Bu doğrultuda, insan, kendinden daha aşağı basamaklarda bulunan varlıklardan çıkıp, aşama aşama yükselerek şimdiki halini almış bir varlık değildir. Aksine, dünya gezegeni öncesi aşamalardan gelen insanın şimdiki halinde var olabilmesi için tinsel evrim sürecinde sırasıyla mineraller, bitkiler ve hayvanlar geride kalmışlar,  böylece insan daha ince bir varlık olarak ortaya çıkabilmiştir. (İnsanın ‘insan özünün’ yaratılışın en başından itibaren hep var olduğunu anımsamalıyız.)

Tinsel evrimden kaynaklanan bu gelişme doğrultusunda, diğer üç âlemi oluşturan varlıklar üzerlerine ağırlıkları yüklenip geride kalmıştır. Başka bir ifadeyle insan, kendi kendine gelişen fiziksel bir evrimle öteki üç âlemin varlıklarından (ya da öne sürüldüğü gibi maymunlardan/primatlardan) evrilerek onların önüne geçmiş olan bir varlık değil, aksine bu üç âlemin varlıkları insandan geriye kalmış / arta kalan varlıklardır. (Antroposofik bilgeliğin belirttiği bu önemli farklılık anlaşıldığında, insanın tinsel evrimi ve insanın insan olarak nasıl oluşmuş olabileceğine de farklı bir ışık tutulmuş olur.)
Bu nedenden dolayı, benlik sahibi olamayan  diğer üç âlemin varlıkları tinsel evrimde geri kalmışlardır. (Bu noktada, bu tinsel evrim olayının temelindeki ‘amaç ve hedef’in varlığı ve rolünün önemi ortaya çıkmaktadır.)

Başlangıçta çok kaba çakıllarla karışık olan ‘çok ince bir kumun’ giderek incelen eleklerden geçirildiği, ilk elekte en kaba taşların (mineral âlemin) geriye kaldığı; biraz daha incelen ikinci elekte nispeten daha az kaba çakılların (bitkiler âleminin) ve biraz daha incelen üçüncü elekte ise daha ince çakılların (hayvanlar âleminin) geride kaldığı ve bu işlemlerin sonucunda ise, tüm kaba unsurlardan arınmış ince bir kumun (insanın) ortaya çıkması şeklinde bir benzetme, insanın tinsel evriminin ‘ne yönde’ geliştiğini imgelememize yardımcı olabilir.

Haklı olarak, “insan, -tinsel anlamda- hayvanlardan daha ince bir yapıya sahipse, nasıl oluyor da ahlaklı davranamıyor ve birbirine karşı bu kadar kötü, adaletsiz ve acımasız olabiliyor?” diye sorulabilir. Bu sorunun yanıtı için farklı bilgilere başvurmak gerekir.

Fiziksel bir boyutta var olan insanın üzerinde, Kutsal olan Tinsel Âlemden başka, ‘kutsal olmayan bazı tinsel varlıkların’ da çok güçlü etkileri vardır. İnsanın üzerindeki bu tür etkiler derinlemesine/çok yönlü bir biçimde anlaşılmadan, karşımızdaki ‘insan varlığının’ neden her zaman ahlaklı olamadığı ve kötülük, merhametsizlik ve adaletsizlik gibi ‘düşük –biliçli’ (ya da biliçsiz) davranışlar yansıttığı katiyen anlaşılamaz.

Bu noktada, ‘evrim teorisini’ oluştururken Darwin’in göz önünde bulundurmadığı çok önemli bir unsura da değinmek gerekir. Yine kozmos kökenli ve doğası tinsel olan bu unsur bilinçtir. Bilinç, sıklıkla akıl ve zekâ yani insanın entelektüel kapasitesiyle karıştırılmaktadır. Fakat bilinç, entelektüel yetenekten çok farklı bir doğaya sahiptir. Örneğin herşeyi yakıp yıkan ve tamamen yok eden bir atom bombasından sonra, binalara (mala) zarar vermeyip sadece insanı öldüren hidrojen bombasının, atom bombasından daha zekice/akıllı bir teknolojik icat olduğu söylenebilir. Ancak, ‘insanı öldürmeye yönelik’ bir icadın arkasında azıcık bir bilinç olduğu bile söylenemez. Çünkü toplu halde insan katliamına yönelik her girişim bilincin aksi yönüne doğru bir gidişattır. Başka bir deyişle, bir insan çok akıllı/zeki ve entelektüel olabilir ama bunlar onun aynı zamanda bilinçli bir insan olduğu anlamına gelmez. Söz konusu ‘kutsal olmayan tinsel varlıklar’dan gelen etkiler insanın bilinç seviyesinin yükselmesini önlemeye ve onu tinsel evriminde geri bırakmaya yöneliktir.

Kutsal Tinsel Âlemde ise, her varlığın ‘kozmosdaki yeri’ sahip olduğu ‘bilinç seviyesiyle’ belirlenir. İnsanla beraber fiziksel dünyada varlık gösteren diğer 3 âleme baktığımızda, bunların bilinç seviyelerinin giderek belirgin bir düşüş gösterdiğini görmekteyiz. Bu doğrultuda, hayvanların uykuda, bitkilerin rüyasız uyku /komada bir uykuda, mineral âlemin ise komadaki uykudan da daha derin bir uykuda oldukları söylenebilir. İnsan ise bilinç açısından yarı yarıya uyanmış bir varlıktır. Bu da, insanın fiziksel dünya ile ilgili konularda uyanık olduğu ancak dünyanın arkasındaki tinsel güç ve bu gücün tezahürleri olan oluşumlar hakkında hiçbir bilinçli-içsel bilgiye sahip olmadığı anlamına gelir. Bilinç unsuru, insanın tinsel evrimi sürecinde şimdilerden itibaren giderek geliştireceği bir tinsel yetenektir. Bilincin, ancak ‘benlik’ sahibi olan bir varlıkta gelişmesi olasıdır. Dolayısıyla benlik sahibi olması, insanın  bilincinin daha öte noktalara erişmesini mümkün kılmıştır. Böyle bir gelişme, hayvan, bitki ve mineraller için geçerli değildir.

Bundan dolayı Darwin’in, öne sürdüğü evrim teorisinde ‘bilincin varlığını’ ve önemini hesaba katmaması ve insanı ‘insan’ yapan benlikten sonra, ilerki bir gelecekte onun ‘tinsel bir varlık’ olmasını sağlıyacak en önemli unsur olan bilinç ile insanı bağdaştırmamış olmasının çok büyük bir eksiklik olduğu belirtilmeli.    

Materyalizmin bir meyvesi olan Darwinizm açısından bakılınca, insanın bir primattan evrilerek türemiş, üstelik düşünebilen akıllı bir varlığa dönüşerek şimdiki halini almış olması, insanın ‘belli bir yere varmış’ olduğunu ve ‘doğal seçilime’ dayalı fiziksel evriminin artık sona ermiş olabileceğini  düşündürebilir. Ve de bu doğrultuda, aklını ve zekâsını bilim, teknoloji ve bilişim ile geliştiren insanın daha da ‘teknolojik ve endüstriyel bir geleceğe’ doğru gitmekte olduğu ve bütün bunların insanlık için yeterli ve tatmin edici gelişmeler olduğu zannedilebilir.

Ancak Antroposofik kaynaklı bilgilere göre, insan henüz tinsel evrimi doğrultusunda ulaşacağı yere ulaşmamış, yani evrimi henüz sona ermemiştir, daha önünde çok uzun bir yol vardır. Ve şimdi sahip olduğu edinimler yeterli değildir çünkü bunlar kalıcı (ebediyetle uyumlu) değerler değildir.
İnsan bir anlamda ‘bir benlik’ kazanmış, kendisine verilen düşünce yeteneği ve akıl ile fiziksel dünyaya ‘odaklanabilir’ bir konuma gelmiştir. Ama insanlığın gelişimi bu kadarla kalmayacaktır.
Aslında şimdiye kadarki gelişmeler insanın tinsel evriminin bir parçasıydı, fakat ‘insanın kaderi’, onu maddesel dünyaya giderek daha çok bağlayacak ruhsuz-mekanik teknoloji ve endüstriye  ( ‘materyalizme’ ) saplanıp kalmak değildir.
Tinsel – Tanrısal Âlem açısından, insanlığın bunlara saplanıp maddesel dünyada katılaşması, insanın bir çıkmaz sokakta kısılıp kalması ve evrimiyle ilgili gelişmelerin ‘durma noktasına’ gelmesi anlamına gelir.

Esasen insan evriminin gerçek yönü giderek daha da tinselleşmeye (tinsel nitelikler kazanmaya)  yöneliktir. İnsan, içinde bulunduğu fiziksel dünya ‘kısıtlılığından’ ancak bu şekilde kurtulabilir.

Anlatılan bu gelişmeler sürecinde de insanın ‘daha da incelmiş’  bir elekten geçmesi söz konusudur.

İnsan, entelektüel kapasitesi olan ve benlik sahibi bir varlık olmuş ama bunun için ciddi bir bedel ödemiştir. Bireysel benliğe, düşünce ve akla sahip olabilmek için insan, Tanrısal- Tinsel Dünyadan uzaklaşmak zorunda kalmış ve bir fiziksel dünya varlığı olma konumuna düşmüştür. Bunun sonucunda da insan, hastalıklı ve ölümlü bir varlık olmuştur.
İnsan maddesel/fiziksel dünyayla çok yönlü bir biçimde özdeşleşip katılaştıkça hastalık ve ölüm kısır döngüsünden çıkabilmesi olası değildir.

İnsanın üzerinde sadece -insanın kökeni olan- Kutsal Tinsel Dünya Varlıklarının etkin olmadığına, aynı zamanda kutsal olmayan ve insan evrimiyle ilgili çok farklı amaçlar güden  tinsel varlıkların da etkin olduğuna değinildi.

15 yüzyıldan itibaren çok belirgin bir biçimde değişen  -ve bu tarihten evvelki tanımlamadan çok farklılaşmış olan- bir uzay ve dünya tarifini benimsemiş olan insanlık, artık arkasında ‘tin olmayan’, mekanik ve fiziksel yasalarla var olan boş bir uzaya /evrene bakmaktadır.
İnsanı, tinsel gerçekleri bir yana bırakmaya yönlendiren ‘verileri’ sağlayan ve bu ‘yeni tarife’ dair ilhamlar veren tinsel varlıklar, insan evriminin karşısında yer alan  karanlık tinsel varlıklardır.

İnsan, materyalizmle özdeşleşmeye bu tempoda devam ederse gerçek bir insan olabilmesinin önü kapanacaktır. Ve işte esas o zaman, tinsel evriminde ‘geri kalacak’ olan insan, giderek akıllı bir ‘insan-hayvan’a dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya gelecektir.
Bu duruma düşmemek için insanın, Tinsel Âlemle bağlantısının, zamanın varlığının, karmanın, reenkarnasyonun ve tinsel evrimin önemini iyi kavraması ve hayatı boyunca böyle bir farkındalıkla yaşamaya çalışması gerekmektedir.
Ayrıca, bu tehlikeden korunmak ve evriminin belirlenmiş amaç ve hedeflerinden farklı yönlere kaymamak için insan, sahip olduğu benliği ve benliğinin entelektüel kapasitesini sadece        -içinde yaşam barındırmayan- ruhsuz-mekanik teknoloji ve endüstriye değil, Tinsel Âlemi anlamaya ve Onunla bağlantısını tekrar kurmak için kullanmalıdır.
Yoksa insanın bireysel tinsel evriminde geri kalması kaçınılmazdır.

Materyalizmin, teknolojinin, kısacası gözle görünebilen ve duyularımıza hitap eden her şeyin çekimine kapılmak çok kolaydır ama ‘görünmeyeni’ anlamak zordur. Ancak, Tanrısal Tinsel Âlemin amaç ve hedefleri doğrultusunda devam eden evrimin henüz sona ermediği ve aslında insanlığın bu kozmik olayda büyük bir rolü olduğu anlaşılırsa, insan böyle bir bilgiden alacağı güçle bu zorluğun üstesinden gelebilir.

İnsan varlığının arkasındaki esas gerçeklik, tesadüfler sonucu belli bir türden ‘öylesine türemiş’ bir varlık olması değil, onun, bireysellik ve tinsellik kazanacak bir benliğe sahip olacak bir şekilde özellikle ve özenle yaratılmış olmasıdır.

“Ben” diyebilme kapasitesi ise hiçbir şekilde kendiliğinden veya tesadüfen bir varlıkta ortaya çıkamaz, çünkü ‘ben’in kökeni Tinsel Tanrısal Âlemdir.
Tinsel Âlem (makrokozmos), kendi özvarlığından kaynaklanan bu unsuru, ancak özellikle, özenle ve sevgiyle yarattığı bir varlıkla, yani ‘ insanla’ (mikrokozmosla) paylaşabilir.

Görünen o ki, yaratılışı gözlemleyen Darwin’de, -evvelce Einstein’ın belirttiği- ‘muazzam bir kütüphaneye girmiş küçük bir çocuğunki gibi’ duygular uyanmadı. 
Hâlbuki çocuk, kitapların varlığının ve dizilişlerindeki bu düzenin, sahip olduğu kısıtlı yeteneklerle kavranamayacak bir gizem olduğunu sezmişti.
Kendisini hayrete düşüren bu gizem karşısında çocuk, kitapların kendiliğinden yazılarak, kendiliğinden oraya geldiğine ve kendi kendilerine ahenkli bir düzen içinde dizildiklerine hükmetmedi ve alçak gönüllülükle bu kitapları ‘birisinin’ yazmış ve buraya koymuş olması gerektiğini düşündü.

Darwin, bakışlarını, fareyle oynayan bir kediye ve maymunlara odaklamakla sadece ‘tek odalı küçük bir evin’ varlığını görebildi. Daha farklı bir düşünce ve ruh haliyle bakışlarını ve dikkatini insan varlığının ‘niteliklerine ve özelliklerine’ odaklayabilseydi, -muazzam bir gökdelenin en baştan tasarlandığı gibi- insanın da en baştan düşünülüp özen ve sevgiyle yaratılmış bir varlık olduğunu belki görebilecekti. Fakat o, kedi, fare ve primatlar gibi varlıklara bakarken kullandığı gözlükleri değiştirip, insana daha farklı gözlerle bakmayı tercih etmedi. Kendi yarattığı bu tıkanıklığın bir neticesi olarak, evrendeki ‘ insan’ adlı varlığın ‘derin ve gerçek tinsel gizemlerine’ erişebilme olanağını oluşturamadı.
Belki de insana dair tinsel gerçeklere erişmek, onun, agnostisizm’in ve materyalizmin etkisi altında biçimlenmiş olan ‘benliğinin’  bu reenkarnasyonundaki kaderi değildi.

Ya ‘sevgi’  ?  Kökeni fiziksel dünya olmayan bu tinsel unsur da mı doğadaki değişimler, doğal seleksiyon ve güçlü olanın soyunu sürdüreceği ilkelerinin bir yan ürünü olarak  ‘kendiliğinden’ ortaya çıktı? C.Darwin’in, fiziksel dünyadaki  (ve kâinattaki) ‘sevginin varlığı’  hakkında ne düşündüğüne dair elimizde maalesef bir kayıt yok. Belki de Darwin, sevgi denen olağanüstü fenomen hakkında “tesadüflerin neticesinde oluşmuş olan bir varlık vasıtasıyla yine tesadüfler sonucunda ortaya çıkmış birşeydir” demekten daha öteye geçemeyeceğini anladığı, dolayısıyla, sevgi hakkında bir fikri olmadığının ortaya çıkmasını istemediği için bu konuya hiç girmemeyi tercih etmiş olabilir. Ya da belki ‘sevgi’ zaten onu ilgilendiren bir konu değildi?

Ancak, insanda (ve toplumlarda) ‘var olması’ ve ‘var olmaması’, her bakımdan çok değişik deneyimler yaşanmasına neden olan (ve yaşamdaki olayların etkileyen)  ‘Sevgi’ ve ‘sevginin doğası’ hakkında düşünüldüğünde, onun fiziksel dünyadan kaynaklanmadığı, dünyanınkatımaddeseliğinde ve doğa kanunlarının mekanikliğinde asla var olmadığı, ancak, yalnızca Tanrısal-Tinsel Dünyada ve onun yansıması olan insan benliğinin daha yüksek bir tinsel unsurunda – ‘tinsel bilinç’ kazanmış ‘Tin Benlikte’  bulunduğu  anlaşılabilir.  

Sevginin kâinattaki varlığına, rolüne ve görevine hiç değinmiyor olması, benlikle ilgili eksikliğinin yanı sıra Darwin teorisinin en ciddi eksikliklerinden biridir. Çünkü evrende ‘Tanrısal sevgi’ var olmasa, insan denen varlık da kâinatta asla var olamazdı.

Bülent Akan