(Editörün Notu: Anjelika Akbar’ın 6 Haziran 2004’te Naturel Fuarında yaptığı konuşmadan derlenmiştir.)

Yaşadığımız çağın en büyük eksikliği, hızlı hayat tarzının yaygınlaşması ve insanların kendilerini dinlemelerine çok az zaman bırakmış olmasıdır. Oysa insanın kendini dinlemesi ve kendisiyle baş başa kalabilmesi tüm düşünsel etkinliklerin ve arınmanın anahtarıdır. Kendini yeterince dinlemeyen bir kişi ruhunda taşıdığı sırları da gözden kaçırıyor demektir. Kendini dinleme davranışı vücudun ve zihnin dışsal olan her şeyden arınmasıyla başlar ve bu sayede kişi özbenliği ile tam bir bağlantı kurma şansı elde edebilir.

Tüm zamanların bilge ve kutsal insanlarının bize bıraktıkları en sade ve en derin vasiyet şuydu; ‘KENDİNİ TANI’.

Peki; kendini tanıma ne anlama gelir ve bunun yolları nedir?

Tibet’te eski bir geleneksel egzersiz vardır. Kişi rahat pozisyonda oturup, konsantre olur, sonra bir elin avucuna düşünce olarak kendisinin iyi taraflarını, olumlu yaptığı, düşündüğü veya hissettiği her şeyi yerleştirir. Sonra diğer elinin avucuna hayalinde kendisinin kötü veya negatif olan yanlarını yerleştirir.

Şimdi kişinin ne iyi ne de kötü tarafı kaldı. Bu iki avucun içindekileri oturduğu yere bırakır.

Sonraki basamakta yüzündeki maskeye yönelir. Nedir bu maske? İnsanın ismi, yaşı, ait olduğu ülke, eğitim durumu, maddi durumu, toplumdaki yeri, yetenekleri ve mesleği bu maskeyi oluşturur. Onu da alıp yere atar.

Şimdi; insan bütün bu kişiliği oluşturan özelliklerden kurtulunca, asıl ‘ben kimim’ sorusunu kendi kendine sormaya başlar ve gittikçe kendi öz benliğine doğru yol alır. Bu deneyimin sonunda teker teker yere attığı maskeyi ve iki avucunun içindeki nitelikleri geri alır ve onların hepsini giysi gibi üzerine giyer. Sonuçta kendi öz benliğini bütün bu saydığımız kişisel vasıf ve özelliklerden farklı bir şey olduğunu anlamaya başlar.

Böylelikle anlayabiliyoruz ki; insan dediğimiz varlık sadece görünen beden değil; beden ya da kişiliğin ötesinde bir varlıktır. Mevlana’nın dediği gibi; ‘Nice insanlar gördüm üzerine giyecek elbisesi yok; nice elbiseler gördüm içinde insan yoktu’; ya da Sokrates’in gündüz vakti elinde fener ile çıkıp ne aradığını soranlara ‘ – İnsan arıyorum’ demesi…

Hepsi bize bildiğimiz beden ve kişilik dışında içimizde başka bir gizemin bulunduğuna işaret eder.

En derinlere indiğimizde anlıyoruz ki içimizdeki o sihirli ben tüm evrene bağlı olan ve doğayla bir olan varlıktır.

Bilimsel olarak atomik düzeyde her şeyin bir olduğu kabul ediliyor, tüm evrenin birleşik alan olduğundan bahsediliyor. Günlük hayatımızda o bilgi pratik olarak bakış açımızı, davranışlarımızı ve genel yaşamımızı büyük ölçüde değiştirebilir. Çünkü doğanın bir parçası olduğumuzu ve sürekli karşılıklı etkileşimde bulunduğumuzu anlayabiliriz. Bizim ruhumuzun ve evrenin ruhunun özünde bir olduğunu kabul edebiliriz. Böylece de kendini tanıyan insan tüm evreni tanır. Evrenin tüm veri tabanına ulaşır. Çünkü evrenin tüm bilgeliğine ve güzelliğine açılan kapı içimizdeki bendir.

Ben’i algılama bu zor sürecine yardım amacıyla bir metod tavsiye edebilirim.

Bir kağıt alın; kağıdı tam ortasından dik bir çizgiyle ikiye ayırın; çizginin bir tarafına ‘ben’ diğer tarafına ‘benim’ (yani bana ait) yazın. Ve analizinize başlayın:

Aklınıza gelen ve kendinizle özdeşleştirdiğiniz her şeyi sorun: Ben mi yoksa Bana ait mi?

Beden, organlar, bilgiler ve duygular, korku, haz, meslek, fiziki görünüm her şey mecburen bana ait diye ayırdığınız tarafa yazılacak. Ben kısmıysa boş kalacaktır. İşte o boşluğun arkasında müthiş bir sır saklı. Ve ona erişmek elimizdedir. Saydığımız her şeyin biz değil bize ait unsurlar olduğunu anladığımızda hayatla, doğayla ve evrenle işbirliğimizi o zaman gerçekleştirebiliriz.

Müzik bu düşünce sistemi içinde acaba nerede yer alıyor?

Tüm dinler ve öğretiler yaratılışın temelinde sesin yattığını söyler. Aynı zamanda da evren sevgiyle yaratılmıştır deniliyor.

Eski Hint yazıtında şöyle yazıyor; ‘Evrende her şey sevgiden doğar, sevgide yaşar ve sonunda sevgiye döner’. Yani ses ve sevgi tüm öğretilerde eşleştiriliyor. İkisinin de özünde yaratıcı bir frekans vardır. Bu ilk frekans tüm evrenin nesnelerini yarattığı gibi insanı da yaratmıştır. Ve bu anlamda evrenin özü olduğu gibi insanın özü de müzik ve sevgiden ibarettir.

Bazen deniliyor ki; Tanrı = Müzik. Tanrı’yı arama sürecinde bize tanrısal kapılarını en kolay açabilen müziktir. Çünkü onun frekansı yaratıcı frekansıyla birdir. Müziğin bizi bu denli etkilemesinin sebebi de bu.Onun için tüm bilenen dinlerdeki dualar müzik eşliğinde yada ilahi formunda sunuluyor.Hatta dualarda müzik bildiğimiz anlamda kullanılmıyorsa bile,duanın söyleme şekli yene de müzikaldır.Böylece gerçek müziği dinlediğimizde doğayla bu anlamda birleşmiş oluyoruz ve bu birleşmeyi bilincimizi ne kadar açık tutarsak o kadar net ve derin hissedebiliriz.

Büyük filozof Pisagor sfer müziğinden bahsediyor. Bu müzik kulağımızla çok seyrek duyulabilir. Sfer müziği evrendeki tüm gök cisimlerinin titreşimlerinden doğan müziktir. Ve melodiden ziyade bu bir ritmdir. Bu dünyada her şey bu ritmin içinde deviniyor. Doğadaki uyum, bizi mest eden renkler ve sesler, tüm formlar bu ritm bu titreşim sayesinde varoluyor. Kalbimizin gözünü açıp doğaya yöneldiğimizde; bu evrensel müziği algılayabiliriz. Bazı insanlar ise kendi içine yöneldikleri zaman bu sfer müziği duyabilir. Çok seyrek de olsa bu müzik insan kulağına ulaştığında insan bu müziği sadece kulaktaki çınlama-gürültü – uğultu olarak algılayabilir.

Görüldüğü gibi içimize yöneldiğimizde de doğaya yöneldiğimizde de karşımızda müziği buluyoruz. İçimizdeki ve dışımızdaki müzik bize evrenin özüne = evrensel sonsuz mutluluk kaynağına ulaştırıyor.

(Gelecek sayımızda yazının 2. bölümünü okuyabilirsiniz)

Anjelika Akbar

400’den fazla senfonik ve oda orkestrası, şan, koro, enstrümantal ve etnik-klasik gruplar için bestesi bulunan Anjelika Akbar Kazakistan’da, müzisyen ve filozof bir baba ile yine müzisyen bir anneye sahip olarak dünyaya geldi. Belki de hayata ve çevresindeki her şeye sadece müzikal açıdan değil felsefi açıdan bakmasının bir nedeni de genleri... Anjelika Akbar’ın, 1999 yılında kendi prelütlerinden oluşan ilk albümü “Su” çıktı. Aynı yıl Can Dündar’ın “Köy Enstitüleri’’ adlı belgeselinin müziklerini besteledi. 2002 yılınında çıkan Vivaldi’nin “Dört Mevsim” keman konçertolarının dünyada ilk kez solo piyano uyarlaması, Sony Music International etiketiyle çıktı ve Sony Classical kataloğuna girerek, bu katalogdaki ilk Türk Klasik Müzik albümü oldu. Yine 2002 yılında Rana Erkan ve Zara ile çalıştığı, “bir’den Bir’e” isimli albümünü çıkardı. Anjelika Akbar evli ve 2 çocuk annesidir.