Çocukken çok hastalıklıydım. Her yıl en az iki kez bronşite yakalanır, ciğerlerim sökülürcesine öksürür dururdum. Henüz 8 yaşında küçücük bir çocukken akciğerlerimde dumanlanma olmuş, zafiyet teşhisi ile yaklaşık bir ay evden dışarı çıkmama izin verilmemişti.

Bu hastalığın teşhisini koyan doktor tıbbi geçmişimi iyi tanıyan, neredeyse doğduğum günden başlayarak tüm sağlık sorunlarımla ilgilenmiş, baba dostu bir amcaydı. Benim her hastalandığım seferde olduğu gibi bu kez de şaşkınlıklar içinde kalmıştı. Doktor annemi iyi tanır, bize iyi baktığı konusunda hiçbir şüphe duymazdı.

Annem kendi koşullarına göre bizlere gerçekten çok iyi bakardı. Zayıf olduğu söylenen bünyemin güçlenmesi için ne gerekirse yapmaya özen gösterirdi. Doktor amcaya göre bu kadar iyi bakan bir annenin yavrusunda böylesi bir ağır hastalık olması son derece mantıksızdı.

O zamanlar pek anlamaz, kardeşlerimi kıskanır ve annemin beni ayırdığını zannederdim ama, şimdi çok iyi anlıyorum ki, annem bizlere gerçekten de iyi bakarmış. Yetenekleri ve olanakları elverdiğince araştırma yapar, bulabildiği her bilgi kırıntısını birleştirir ve sağlıklı büyümemize çabalar dururdu. Oysa ne yapsa işe yaramazdı diyebilirim.

Biz üç kız kardeşiz. Annem aşırı steril yetiştirmeye uğraştığı ablamı henüz sekiz aylıkken -bu yaklaşımı yüzünden- kaybediyormuş. İlk çocuklarda pek çok annenin başına gelen benim annemin de başına gelmiş ve ablam küçücük bir soğuk algınlığına yakalandıktan sonra, hiç de beklenmeyen bir komplikasyon oluşmuş. Bağışıklık sistemi çok az virüs ve bakteri tanıdığı için, bu basit hastalıkla baş edememiş, enfeksiyon ağırlaşmış,menenjite dönüşmüş, zor kurtarmışlar.

Bunu gören annem beni ve kız kardeşimi daha özgür bıraktı. Biz sokakta seksek oynayarak, ip atlayıp, toprak eşeleyerek büyüme hakkını kazandık bu sayede. Kız kardeşim, adadaki evin bahçesinde oynadığımız hayvanlardan bir kedi ya da köpeğin kılını yutmuş, kıl akciğerine saplanmış, ciğerde kist yapmış, daha dört buçuk yaşını yeni doldurmuştu ki, sol akciğerinin yarısını aldılar. Eh! Benimki zaten belli…

Annem yılmaz, bizi besleme ve sağlıklı büyütme çabasına devam ederdi. Ablamın halinden aldığı ders yüzünden kardeşimi fazla özgür bıraktığında başına gelenlere isyan ettiğini, bir ay gibi bir sürede sekiz kilo verme sebebinin üzüntüyle birlikte gelen pişmanlık ve suçluluk duygusuyla baş etme çabasından kaynaklandığını ancak şimdi anlayabiliyorum.

Benim de bünyemi zayıf bulduklarından, özellikle beslenmeme özen gösterir, elinde kaşık arkamdan koşar yemek yedirirdi. Düşünün ki, henüz arısütü ve önemi hakkında çok az şey bilinen bu zamanda bana Marmaris’ten özel olarak hazırlanmış arısütlü bal getirtir, bünyemin güçlenmesi için özel bir beslenme programı uygulardı. Olağan bir sabah kahvaltısında iki -tavuk altından yeni alınmış- çiğ yumurta, suda bırakılıp tuzu alınmış beyaz peynir, en az iki çeşit ev yapımı reçel, balık yumurtası, mevsiminde domates veya narenciye bulunur, salam, sucuk gibi şeyler kahvaltı soframıza pek uğramazdı. Öğle yemeğimde mutlaka kemik ya da tavuk suyuna pişirilmiş sebze çorbası, ızgara et, makarna veya pilav olur, yemekten sonra mutlaka meyve yenirdi. Akşam yemeği de öğle porsiyonundan farklı değildi. Aralarda çikolata, şekerleme, kadayıf, baklava türü şeylerden yeme iznim hep oldu. Son olarak gece yatmadan önce, iki su bardağı dolusu, sabah sağılıp, sütçü tarafından eve getirilmiş, tam yağlı inek sütü içerdim.(Sonradan o kadar büyümüş midemi nasıl küçülttüğümü bir ben bilirim bir de Allah.)

Bir de doktor amcanın yazdığı ilaçlar vardı. Bir sürü ilaç. Bense annemi kandırır dururdum. İlaçları ağzıma atar, su içer, yutar gibi yapıp sonra gidip tuvalete tükürürdüm. Arı sütlü karışım, doktor tavsiyesine göre kahvaltıdan yarım saat önce aç karnına verilirdi. Dolayısıyla, arısütlü balın akıbeti de farklı değildi yaşantımda. Sütümü önceleri babam ya da annem elleriyle getirir bitirene dek başımda beklerlerdi. Daha sonraları büyüdüm ve artık “öh gelmiş” olduğundan sütümü de -çoğu gece- içer gibi yapıp, diğer besleyici arkadaşlarının yanına göndermeyi başladım.(O zaman bu zaman, düşünür dururum “acaba lağım farelerini beslemek de sevaplar haneme yazılır mı” diye.)

Bunu fark eden annem hekimle görüştü, durumu anlatıp, hap yerine iğne vermesini istedi. Böylece ilacın içime girdiğinden emin olabilecek, yatağa yatarken vicdanen rahat olabilecekti. Aylar boyunca kaba etlerim yarayla doldu. Bir o yanımdan bir bu yanımdan başta Durabolin diye anımsadığım metabolizma hızlandırarak kilo almama destek verecek olduğunu sandıkları bir iğne yapılırdı. Bu iğne ayda bir yapılırmış, bana 15 günde bir verildi. Tabii öksürük nöbetlerinin arttığı dönemlerde antibiyotik türevinden bir sürü de başka iğneler yapılıyordu. Gel gör ki, bilinen sağlık durumumda hiçbir gelişme görülmüyordu. Kan sayımlarımda hemoglobin seviyem düşük, sedimantasyon seviyem yüksek çıkar dururdu. Anneciğim bu duruma çok üzülür, kilo almam ve güçlenmem için ne yapacağını şaşırırdı.

Sedimantasyon, lökosit, trombosit, vb türü tıbbi sözcükler bilgi hazneme daha 4-5 yaşlarındayken girmişti. Doğru yer ve zamanda kullanabiliyordum artık onları. Bu yüzden beni süper zeki zannedenler bile vardı. Zeki olmayı marifet sandığımdan bu bilgimi ilgi çekmenin bir yolu olarak benimsediğimde henüz 6 yaşımı bile tamamlamamıştım.

Bugün bulunduğum yerden bakınca o zaman olanları çok daha iyi anlıyorum. Annem ve tabii hekimler benim hastalandığımı ve iyileşmek için bu ilaçların iyi geleceğini düşünüyorlardı. Benim “iyileşmeyi hiç istemediğimi” akıllarına bile getiremiyorlardı.

İstediğim zaman nasıl da iyileştim…

Hastalıklar

Hastalık bugün “fiziksel ya da zihinsel” etkinliklerimizin bazı organlarımızın kendi olağan fonksiyonlarını yerine getirmeyi çeşitli sebeplerle “kesintiye uğramasına” verilen genel bir isim bence. Bu bölümde “hastalık” denilen halin, daha fazla tanınan,dolayısıyla daha fazla kabul gören uzmanlar açısından açıklamasını sadeleştirip anlatma cüretini göstereceğim. Amacım kimseyi kırmak, yermek ya da eleştirmek değil. Ben sadece anladıklarımı, başkalarının da anlayabileceği bir dilde aktarmaya çabalıyorum.

Bana göre:

” -Hipokrat’ın (MÖ 470–410) “lenf, kan, safra” akışını ayrı ayrı inceleme ve teşhis koyma teorisi ile başlayan ve insanın “hastalandığını” savunan süreç tababet ilmini bugün bulunduğu yere taşıdı.

1800lü yıllarda Louis Pasteur’ün bir çok hastalığın aslında bakterilerden ortaya çıktığını söylemesinden sonra yeni bir anlayış ve ivme kazanan bu bilim, hastalığın dışarıdan içeriye bir süreç olduğu kanısını iyice güçlendirdi.

Daha sonra tutulan istatistiksel bilgiler, hastalıkların sadece bu unsurlardan değil aynı zamanda kalıtımsal sebeplerden de oluştuğunu kanıtladılar.

Bütün bu bilimsel araştırmaların ve bulguların sonucunda, ortaya önce teşhis ve sonra tedavi etmekten yana, katı ve ilkelerinden kolay ödün vermeyen bir ilim dalı çıktı. Biz konumuz gereği buna “Batı Tıbbı” diyelim. (Bana göre tababet ilmi insanı “ruh, zihin ve fizik beden” düzeyinde bir bütün olarak ele almalıdır. Bu yüzden modern araç gereçlerle, kan/idrar/dışkı tahlilleriyle teşhis koyup, ilaç ve ameliyatla tedavi etmeye çabalayan ve batı kökenli olan bu yaklaşıma “batı tıbbı” demeyi yeğliyorum.) “

(Bu konuda derin bilgi isteyenler konunun uzmanlarına kolayca danışabilirler. Ben haddim olmayan bu konuya daha derin girmemeyi ve böylece hata yapma olasılığını dışarıda bırakmayı yeğliyorum.)

Ortada kimsenin yadsıyamayacağı bir gerçek var. Batı dünyasında özellikle son 30-40 yılda gelinen teknolojik düzey tıbba da yansıtılınca, bilim adamları insanı neredeyse atom altı parçacıklarına kadar ayırmayı başardılar. Anatomi, fizyoloji ve patoloji konularında iki yüzyıl öncesinde akla bile gelemeyecek bilgilere ulaşıldı. Tüm batı dünyasına hakim “yönetemiyorsan böl, parçala, küçük olanı yönetmek kolaydır” yaklaşımı elbette bu alanda da kendini göstermeye başladı.

Bununla birlikte, Çin’de 5000 yıldan bu yana kullanılmakta olan Akupunktur adı verilen yöntem de –son yıllarda- batı dünyasında kabul görmeye başladı. Bölüp parçalamanın, ilaç verip susturmanın, ameliyat edip ayırmanın belli bir yerden sonra işe yaramadığını ayrımsayan tababet alimleri gözlerini ufuklara kaldırmaktan çekinmediler. Bunca yıldan beri başarılı sonuçlar verdiği görülen bu doğulu yaklaşımı inceleme altına aldılar. Görülen o ki, “Akupunktur Teorisi” olaya daha bütünsel yaklaşmakta.

Bu yaklaşım, enerji akışından söz ediyor. Doğu felsefesine göre: “Hareket enerji üretir, hareket etmek için enerji gerekir. Bu doğal süreçtir, kesintiye uğramaması gerekir.”

Her türlü hareketten doğan ve kaynağa ulaşarak orada diğerleriyle birleşip bir sinerji yaratan enerjiye Çİ adı verilir. Kainat her şeyin Çİ’sinden oluşan bir “enerjisel bütün” olarak kabul edilir.

Doğuda makro kozmos ve mikro kozmos anlayışından söz edilir. Evren için kullanılan makro kozmos kavramı, yeryüzündeki temsilcisi olan insan için kullanıldığında mikro kozmos kavramına yer verir. Bir başka deyişle, insan küçük bir kainat modelidir.

Kan dolaşımı, lenf drenajı, iskelet ve kas sistemi yardımıyla gerçekleştirilen hareket bir çeşit Çİ üretir. Buna “hareketin Çİsi” denilebilir. Hücreleri oluşturan atomların devinimi bir başka çeşit enerji yaratır. Buna da “hücre Çİsi” adı verebiliriz. Başta düşünce olmak üzere her türlü beyin faaliyeti oldukça saf ancak depolanamayan bir tür enerjiye neden olur. buna: “Beyin Çİsi veya Düşünce Çİsi” diyebiliriz. Organların kendi işlevlerini gerçekleştirmeleri sırasında başka bir tür ve üreten organın hücre boşluklarında ve özellikle de organ ile dış zarı arasında biriktirilip depolanabilen bir Çİ ortaya çıkar. Enerji üretebilen beş organ vardır. Hepsi de içi dolu olan organlardır. Organların ürettikleri enerjiler ilgili organın adıyla anılır. Sırasıyla, Karaciğer Çİsi, Kalp Çİsi, Dalak/Pankreas Çİsi, Akciğer Çİsi, Böbrek Çİsi olarak aktarabiliriz (Daha önce yazdığım Beş Element Kitabı’nda konuyla ilgili daha derin bilgi bulabilirsiniz. (Ötesi Yayınları)).

Doğulu tıp uzmanları her var olan şeyin kendine has bir Çİ ürettiğini iddia ediyorlar. Gerek bedende gerekse diğer çevresel koşullarla yaratılmış olsun, bu Çi adı verilen enerjinin sağlık üzerinde kesin ve tartışılmaz bir etki yarattığından söz ediyorlar.

Çin’de tıp fakültesine devam eden öğrenciler, hem batı tıbbını hem de akupunkturu birlikte öğreniyorlar. Hal böyle olunca pek çok ortak yaklaşım ve söylemlere tanık oluyoruz hep birlikte. Ancak ayrıldıkları noktalar da var elbette. Benim amacım bu ayrıldıkları konuları irdelemek aslında.

Yalnızca batı tıbbı eğitimi almış bir uzman, yukarıda sözü edilen –mikrobiyolojik- dışsal unsurların her an, her yerde, hatta içimizde var olduğunu bilir ve kabul eder.Ona “madem her zaman oradalar, neden her zaman hasta etmezler” diye sorduğunuzda, hastalık yaratacak etkilerinin ancak “bağışıklık sistemi” zayıfladığında ortaya çıkacağını söyler.

Peki “Ne olur da bağışıklık sistemi zayıflar?” diye soracak olsanız, mantığınıza oturacak biçimde “beslenme alışkanlıkları, uyku düzeni, bedensel etkinlik, mineral, vitamin, vb eksikliği, sigara, alkol, uyuşturucu tüketimi” gibi unsurlardan söz eder. Kısaca söylemek gerekirse, fiziksel bedenin gücünü ön plana çıkaran bir yaklaşım sergilerler. Çok üstelerseniz, “mutsuzluk, umutsuzluk, neşesizlik, heyecansızlık” gibi daha zihinsel ya da ruhsal öğelerin de ikincil nedenler olabileceğinden yumuşakça dem vurmayı ihmal etmezler.

Bir akupunktur uzmanı ise “bağışıklık sistemi zayıflığından” söz edildiğinde, hiç kuşkusuz, bu halin “zihinsel/ruhsal süreç sonucunda kesintiye uğrayan enerji akışının doğal bir getirisi (ya da götürüsü mü demeliyim?) olacağını” dile getirir. Diğer fiziksel hallerin bu kesintiyi bildirmek isteyen bedenin konuşma dili” olduğunu özellikle vurgular.

Bu bakış açısına göre (batı yaklaşımında olduğu gibi), mikrobiyolojik varlıklar da, fiziksel travmalar da enerjiyi kesintiye uğratabilirler. Düşünceler ve yaşamla ilgili zihinsel ilişkilerin öneminden, duyguların enerji akışı üzerindeki etkisinden söz etmeden geçmezler. Hatta pek çok uzman düşünce ve duygularımızın hastalık yaratan asıl unsur olduğundan bahsetmeyi özellikle seçer. Onlara göre, bilcümle hastalık, küçük/büyük kazalar, başkalarıyla kavgaya tutuşup darbe alma durumları, yanıklar, kesikler ve benzeri her türlü kesinti yaratacak detay, fiziksel bedenin “enerji akışında zayıflama oldu, içeriye bakmalısın” diyebilme mekanizmasının bir doğal sonucudur.

Bu açıdan baktığımızda, her iki yaklaşımın da, bağışıklık sisteminde var olan güçlülük/güçsüzlük durumunu hastalığın birinci nedeni saydığını görürüz. Yol ayrımında ise batılı yaklaşımın fiziksel bedeni ön plana çıkarmasına karşın, doğulu yaklaşımın zihinsel/ruhsal süreci öne aldığını fark ediyoruz.

Bütün bunları tek bir tümcede özetlemek istersek: “Batı tıbbı hastalığın dışarıdan içeriye bir sürecin sonucu olduğunu iddia ederken, doğu tıbbı, ayni halin içeriden dışarıya bir süreçten kaynaklandığını” savunur diyebiliriz.

HASTALIK KADER OLABİLİR Mİ?

Yukarıda sözünü ettiğim teorilerin biri doğu diğeri batı dünyasının bakış açısına işaret ediyor. Her ikisinde de pek çok ortak özellik var elbette. Hiç kuşkusuz, en önemli ortak özellikleri, “hastalıkların yaşam içinde oluştuklarını” savunuyor olmaları.

Batı dünyasında atalarımızdan kalıtım yoluyla aldığımız hastalıklara özellikle dikkat etmeye başladılar. Doğuda ise genetik kodlamada kayıtlı enerjisel bilgiyle –eskiye oranla- daha fazla ilgilenilmeye başlandı.

Batı dünyası, DNA sarmalı ve genetik kodlama konusunda araştırma yapan yeni bir bilim dalı kurdu. Doğu dünyası ise yıllardır kullandığı “bitki özleri ve aromaterapi”ile sağaltma konusuna eskisinden çok -ve farklı bir bakış açısıyla-eğilmeye başladı.

Batıda gen haritası araştırılıp duruyor. Her zamanki “böl parçala ve kolayca yönet” yaklaşımı burada da kendini gösteriyor. Bilim adamları gen haritasının tamamına ulaşıldığında, hastalık yapıcı olduğu saptanan genlerin haritadan çıkarılabileceğini öngörüyorlar. Bunu yaparak, bu potansiyel hastalıklardan kişiyi koruyabileceklerine şiddetle inanıyorlar.

Doğuda ise, genetik kodlamada harekete geçmiş bilgilerin aromasal yağların enerjisi ile yeniden uyutulabileceğini keşfeden Mandrinler (akupunktur ustaları) bu konuda çalışmalarını yoğunlaştırdılar. Uyanan kodlamayı uyutarak kişinin hastalanmasına engel olacaklarını düşünüyorlar.

Sonuç olarak, her iki yaklaşım da kalıtımsal bilgilerin hastalanmamız konusunda önemli bir role sahip olduğunu kabul ediyor. Yani, her iki yaklaşım da bu tür hastalıkların dışarıdan içeriye yol alan unsurların birer sonucu olduğunu varsayıyorlar. Ayrıca, her ikiyaklaşım da aile içinde dağılım ve hastalığın ortaya çıkış sürecinin rastlantısal olduğunu iddia ediyor. Her iki teoride, hastalığın genlerde kayıtlı olduğunu ve bir tür tetikleyici karşısında aniden harekete geçip, atak yaptığını, öylece ortaya çıktığını savunuyor.

Batılı olan buna hiçbir neden bulamazken, doğulu olan bir adım ileride davranıyor. Mandrinler, zihinsel/duygusal bir sürecin sonunda o tetikleyici unsuru karşımıza davet ettiğimizi söylüyorlar.

Batılı olan bu kadar sıkı sıkıya kanıt aramaya eğilimli olan bilim adamaları için fazlasıyla kaderci birer yaklaşım…

Bana sorsanız her iki yaklaşım için de, “bu bilgi kısmen doğru” derdim.

HASTALANMIYORUZ, HASTA DOĞUYORUZ

“Gelişen Ruhlar İyileşen Yaralar (Sistem Yayınları)” adlı kitabında Lise Barbeau adına “içsel TANRI” dediği bir kavramdan söz ediyor. Ben bu kavramı algılamakta hiç zorlanmamıştım. Bana göre asıl bilincimiz (ruh) kendi içimizdeki tanrısal özümüzden başka bir şey değil zaten. Dolayısıyla Yunus Emre’nin de “Bir ben vardır bende benden içeri” deyişine uygun olarak her birimizin birer “içsel Tanrı” ile doğmuş olduğu düşüncesi bana hiç de yabancı değil.

Barbeau “önceki hayatlardan” söz ederek reenkarnasyon teorisine olan inancını dile getiriyor. Onun bu yaklaşımını saygıyla karşılıyorum. Ancak bu konuda henüz netleşebilmiş bir düşünceye sahip olmadığımı da belirtmek istiyorum.

Beni tanıyan insanları pek çok kez şaşırtmış olsam da “reenkarnasyona inanıyor musun” sorusuna net bir “evet” yanıtı veremiyorum. Bana göre “çok kez doğarak tekamül etmek” anlamına gelen reenkarnasyon, “aynı ailenin genlerinin nesilden nesle gelişerek aktarılmasının” daha karmaşık bir anlatımı da olabilir. Ayrıca bazı inanışlarda olduğu gibi, daha gelişkin olanın, daha az gelişkini içinde katarak yükselmesine destek vermesine de reenkarnasyon denilebilir diye düşünüyorum. (Örneğin bir buğday tanesi bir inek tarafından yenildiğinde, daha yüksek bir bilince karışabilir. Bu onun daha yüksek bir bilince sahip bir varlıkta yeniden bedenlenmesi olarak kabul edilebilir. Ayrıca, o inek de kesilip bir insan tarafından yenildiğinde hem buğday tanesi hem de ona yeni bir yaşam modeli sunan inek, insan bedeninin bir parçası olarak daha da yüksek bir bilinci deneyimlemiş, orada reenkarne olmuş olabilir diyen bir yaklaşımdan söz ediyorum.)

Ancak, ister gerçek anlamda reenkarnasyondan söz edilsin, ister genler ya da başka bir yolla bilincin gelişmesi anlamına gelsin, tanrısal yanımızın daha doğarken bu kez hangi konularda bilinçlenmeye geldiğimizi bildiğini düşünüyor, hatta buna yürekten inanıyorum.

Hep sözünü ettiğim ve dünyada “Aile Dizimlemesi” adıyla tanınan çalışmaya derinden baktığımda, tıpkı Barbeau’nun da iddia ettiği gibi, kişilerin genetik kodlamalarında bulunan kayıtların rastlantısal olmadığını ayrımsadım. Bu bilgiye göre, kişinin fizik bedeniyle dünya üzerinde yol ve yaşam hakkı bulan ruhunun (bilinç), bilerek ve isteyerek bu aileyi ve bu aile genlerinde kayıtlı o belirtilmiş hastalık potansiyelini seçtiğini -birçoklarına olanaksız ya da kanıtlanamaz gelse de-fark ve kabul ettiğimi açık yüreklilikle bildirmeyi görev sayıyorum.

Aile Dizimlemesi Yöntemi kişinin daha dünyaya gelirken atalardan bazılarının “duygusal yaralarını” üstlendiğini varsayıyor. Bu teoriye göre, “ruh kesinlikle yaralarından haberdar ve onları zihni ile de görüp kabullenmek, başkalarının da görüp kabullenmesi, böylece ilgili tüm varlıkların aynı anda özgürleşebilmesini sağlamak adına” belli bir fiziksel ortamı seçip geliyor.

Barbeau bu hali kitabında “kabullenmeyi öğrenene kadar hayat deneyimlerini yaşamak ve o deneyimler aracılıyla kendimizi keşfetmeyi ve sevmeyi öğrenmek” tümcesiyle özetliyor. Hellinger ise “kabullenmenin özgürlüğü” tamlamasını kullanıyor.

Elbette, ruh fiziksel beden içinde yaşarken, dünyevi bilinciyle bu süreçten haberdar olmuyor. Ancak olaylar onu zorladığında sorular sorarak yolda başına gelenlere anlam yüklemeye çabalıyor. Yeterince sabırlı ve açık yürekli davranması halinde durumu görüp amaca ulaşma şansını yakalıyor.

Olaylar alması gereken dersleri, görmesi gereken karanlık köşeleri fark etmesini sağlayacak biçimde karşısında dikildiğinde, duygularının izin verebildiği ölçüde nesnelleşerek yola devam ediyor. Ne kadar objektif olursa o kadar başarılı oluyor. Ancak duygular işin içine girdikçe, nesnellik zayıflıyor, karanlık köşeler yine gözden kayboluyor.

Burada asıl karmaşayı yaratan, nesneliğin önünü öznellikle kapatan ve insanların “duygu” olarak adlandırdıkları şeye bir kez daha bakalım. “Duygu daha önce öğrenip inandığımız doğrulara göre tepki veren düşüncemizin ruhumuz üzerindeki etkisidir”. Bu açıdan bakınca duygu kendiliğinden olan bir şey değil, ancak düşüncelerimizin sonucunda ortaya çıkan bir hâsıladır da diyebiliriz.

Bu karmaşık söylemi açıklamak istersek:

“- Öğrendiğimiz ve toplumun büyük kesiminde kabul gören doğrular vardır. Düşünce modelimiz genellikle bu doğrulara göre şekillenmiştir. Her hangi bir etkiyle karşılaştığımızda, vereceğimiz tepki için etkiyi beyin süzgecimizden geçiririz. Yani düşüncelerimize uygun biçimde yorumlar ve yargılarız.

Düşüncemize göre bize ulaşan etki “iyi” ise, beden kimyamızda olumlu bir tepki doğar ve buna uygun hormonlar salgılanır. Mutlu olduğumuzu düşündüğümüzde bedenimizde serotonin dolaşımının artıp, bilginin bedenin tamamına aktarılması gibi. Beden kimyasında olan bu değişiklik doğal olarak, beden elektriğini de etkiler. Bu elektriksel etki, ruhumuz tarafından algılandığında ruhta da bir tepki doğar. Bu oluşan tepkiye biz “mutluluk duygusu” adını veriyoruz.

Düşüncemize göre “kötü” sayılan bir etkiyle karşılaştığımızda aynı süreç bu kez “mutsuzluk duygusu” adını vereceğimiz tepkiye neden olur. Bu durumdan, mutluluk ya da mutsuzluğun, sevgi ya da korkunun,aslında tamamen düşünsel bir sürecin sonucu olduğunu, olayda kendiliğindenliğin söz konusu bileolmadığını anlayabiliriz.”

Ruh tıpkı dünyevi bilinçle bir çalışan zihinsel bellek gibi kayıt yapabilme yetisine sahiptir. Orada kayıt olan şey enerjisel boyuttadır. Ruh kendi üzerinde olumlu veya olumsuz etki yaratmış olan her türlü titreşimi kayıt eder. Bellek anının olaylar kısmını ve bu titreşimlerin yarattığı duygusal tepkimizi tutarken, ruh aynı anının enerjiler ve duygular kısmını depolar. Bellek beynin bir parçası olduğundan, fiziksel ölüm gerçekleştiğinde anılar da onunla birlikte yolculuk ederek dünyadan silinir. Ruhtaki elektriksel etkiler de öyle olmalı…

Oysa genetik kodlama bilgisi, nesillerden nesillere aynı kayıtların aktarıldığını, kişilerin daha doğdukları anda, anne babalarının sahip oldukları bir çok bilgiye ve tepkiye potansiyel olarak sahip olduklarını gösteriyor.

Özellikle kronik hastalıklar listesinde sıraladığımız “yüksek/düşük tansiyon ve diyabet sorunları, diğer kalp ve dolaşım hastalıkları, alerjiler ve bazı kanser türleri” söz konusu olduğunda soyağacında kayıtlı bilgiler potansiyel olarak hasta olabileceğimizi savunuyor.

Ayrıca öfkelilik, bağımlılıklar, şiddet yanlılığı, sinirlilik, aşırı duygusallık, kırılganlık gibi durumların da genlerle aktarıldığı giderek daha fazla kabul görmekte.

Batılı hekimler, kalıtım, yaşam biçimi ve mikrobiyolojik varlıkların; doğulu hekimler, öfke, kıskançlık, kin gibi olumsuz duyguların zayıflattığı bağışıklık sistemi yüzünden hastalandığımızı söylüyorlar.

Göz hastalıklarının görmek istemediklerimiz, kulak hastalıklarının duymaktan çekindiklerimiz, akciğerin üzüntü, karaciğerin öfke, kalbin sevgi veremeden hastalandığını iddia eden yeni çağ öğretileri ise kolayca anlaşılabileceği gibi hepsini birleştirerek savını ortaya koyuyor. Geriye yukarıdaki açıklamalara bakarak:

Neden öfkeliyiz?

Bizi ne üzdü? Gibi sorular sormaya devam etmek çok da anlamlı olmuyor. Yanıt kısaca:

Bizi öfkelendiren de, üzen de kendi zihnimiz ve oradaki bilgi modeli, oluyor.

Bütün bunlardan yola çıkarsak, “biz zaten hasta doğuyoruz ve iyileşmek için yaşıyoruz” demenin çok da tuhaf olmadığını kabul etmek kolaylaşabilir.

Görüldüğü gibi, ister kalıtımsal, ister akut olsun, hastalık sonradan yaşam içinde oluşmuyor, onunla doğuluyor. Zihinsel süreçler sonucu o hastalıklarla yaşam içinde karşılaşılıyor. Yani içeride potansiyel olarak var olan hal, zamanı geldiğinde dışarıdan bir etkiyle tetiklenerek açığa çıkıyor.

Son yıllarda batılı hekimler, bu tür potansiyel hastaları ortada görünen bir sorun bile yokken kontrol altında tutmanın önleyicilik açısından etkili olabileceğini savunuyorlar. Mandrinler ise, düzenli olarak akupunktur uygulatarak bedenin elektriksel dengesini korumanın, gereklilik hallerinde bitkisel yağlardan yararlanarak bu potansiyeli susturmakta işe yarayacağını öngörüyorlar.

Bana sorarsanız her ikisi de yetersiz yaklaşım derdim. Ne genlerdeki bilgiyi yerinden sökmek, ne de sürekli enerji dengemizi sağlam tutmak… bunların hiçbiri sağlık halimizi süreğen kılamaz. Kılsa da asıl amaca hizmet etmez. Amaç genlerden gelen bilgi ve duyguyu olumluya doğru dönüştürmek ise, kesip atmak ya da ortaya çıkmasına engel olmak, sadece gölgede kalan yanları arttırmaya neden olur, oysa onlarla yüzleşmek ve dönüştürmek…

Ben zaten hasta doğan insanların “madem hasta doğuyoruz, nasıl hastalıklarımızla yüzleşebilir, ne yaparsak tam olarak iyileşebiliriz” sorusuna yanıt aramalarının daha akıllıca olacağını savunuyorum.

Biz “hasta yanlarımızla” ne kadar yüzleşirsek, gelen nesillere o kadar sağlıklı genler bırakabiliriz.

Zeynep Alan Sevil Güven