“Toplu çekilmiş kalabalık aile fotoğraflarını düşünün ve bir süre sonra ilk bakışta fark edilmeyecek silüetler görmeye başladığınızı hayal edin. Ölenler, intihar edenler, onlarca yıl önce cinayete kurban gidenler, savaşta yitenler, kürtajla aldırılan bebekler; hiç kimsenin bir yere gittiği yok aslında, oralarda bir yerlerde durarak aileyi etkilemeye devam ediyorlar.” Çünkü yazar Mitch Albom’un dediği gibi; atalarımız öldükten sonra da bir süre sofralarımızda oturmaya devam ederler…

Çok erken saatte uyanıp geldim buraya. Arkadaşım Mine Türkili’nin davetiyle. Karşımda güleryüzü, sükuneti ve kritik konularda insanın zihnindeki düğümlerin kolayca çözülmesini sağlayan yorumlarıyla psikiyatr Mehmet Zararsızoğlu var. Bir de Yunan terapist Dmitris Stavropoulos. Zararsızoğlu’nun kurduğu Türkiye Sistem Dizimleri Enstitüsü’nün (TSDE)konuğu olarak gelmiş. İki gün boyunca yaklaşık 50 kişiye “aile dizimi” yapacak.

İyi de nedir bu aile dizimi dedikleri şey? Şöyle özetleyebilirim…

Görmezden gelinen acılar, kederler, utançlar bireyleri de toplumları da hasta ediyor. Geçmişte işlenmiş suçlar, kıyımlar bir türlü tarafımızdan kabul görmedikleri için bize acı vermeyi sürdürüyorlar. Dmitris Stavropoulos şöyle diyor: “Failin arkasında bir şeytan vardır, kurbanın, daha doğrusu kendini kurban görenin arkasındaysa iki şeytan… Failin şeytanını biliyoruz, peki ya kurbanın şeytanları? İşte onlardan birincisi yarayı kanırtır, ikincisi basitçe intikam ister. Mağdurun ruhunu parça parça eden bu iki şeytan yıllar önce işlenmiş cürümleri bile ayakta tutarak acı veren o şeyden daha fazlasını yapmayı, yani acıyı sürekli kılmayı başarırlar.”

İşte aile dizimi terapisi, bir nevi yüzleşme dolayısıyla iyileşme şansı veriyor insanlara hatta toplumlara.

Not: İlk olarak Mayıs 2014’te yayınlamıştım bu yazıyı. Fakat bu hafta iki gün boyunca Mehmet Zararsızoğlu’nun enstitüsündeydim. Her şey o kadar etkileyiciydi ki sistemi hatırlatmak istedim. Yeni bir yazı yazana kadar…

“Failsiz terapi olmaz, çünkü bir yarayı ancak onu açan iyileştirebilir!<

Dünyanın en tonton, en şeker adamı olan Dimitris Stavropoulos dizim öncesinde bazı açıklamalar yapıyor. İlişkilerinde problemler yaşayan bir kişinin genellikle ya kendini kaybolmuş hissettiğini ya da başına gelenler yüzünden çevresindekileri, yani ailesini, eşini, arkadaşlarını suçladığını anlatıyor. “Ben kurban, sen fail” durumu, daha doğrusu insanın sürekli olarak kendine acıyıp karşısındakini suçlu duruma düşürerek ayakta kalma çabası aslında ilişkilerde en sık işlenen hata.

Bu açıklamalardan sonra Stavropoulos grup üyelerine o günkü aile dizimi uygulaması için hazır olduklarını söylüyor. “Failsiz terapi olmayacağını, bir yarayı yalnızca onu açan kişinin iyileştirebileceğini” düşünen ünlü terapiste göre, kişiyi geçmişteki failleriyle, hatta artık hayatta olmayanlarla bile yüzleştirebildiği için aile dizimi, bütün terapi biçimlerinin en kusursuzu.

“Ölü ikiz sendromu” nedir?

Aile dizimi denen sistemin kurucusu Alman psikiyatr Bert Hellinger hayatının bir dönemini Güney Afrika’da geçirmiş ve Zulu yerlilerinin geleneksel aile toplantılarını görünce bundan çok etkilenmiş. Zulu yerlileri aile toplantılarına ve kutlamalarına sadece hayattaki akrabalarını değil simgesel olarak ölülerini de davet ediyorlarmış. Ruh çağırmaktan bahsetmiyorum, mesela kutlama boyunca ölmüş büyükbabayı simgeleyen ufak bir heykel duruyormuş bir kenarda. Geçmişe ait kişilerin simgesel katılımının yaşayanlar üzerindeki olumlu etkilerini gözlemleyen Bert Hellinger, bunu Batılıların da uygulayabileceği bir terapi yöntemi haline getirmek için çalışmalara başlamış.

Aile dizimine göre; her ailenin karakterini belirleyen bir ortak ilke, bir güç var. Bunun adı da “aile ruhu”. Zincirin parçası olan herkes, olumlu veya olumsuz, o ruhu etkiliyor. Ölüler, dışlanmış ve unutulmuş olanlar, hatta istenmeyen ve kürtajla aldırılan çocukla bile… Ölü İkiz Sendromu diye bir şey var mesela. Bazen anne karnında ikizlerden biri ölüyor ama dünyaya gelen onu, bilinçdışı düzlemde hatırlıyor. “Alışverişe çıkıp her şeyi fazla fazla alan insanlar vardır. Onlar, iki kişilik harcar, iki kişilik yer, iki kişilik yaşar” diyor yakında diplomasını alarak aile dizimi terapisti olacak Mine Türkili. “İşte onlar büyük ihtimalle Ölü İkiz Sendromu’ndan mustarip.”

Bunu anlatmanın en iyi yolu şu aslında: Toplu çekilmiş kalabalık aile fotoğraflarını düşünün ve bir süre sonra ilk bakışta fark edilmeyecek silüetler görmeye başladığınızı hayal edin. Çoktan ölmüş olanlar, intihar edenler, onlarca yıl önce cinayete kurban gidenler, savaşta kaybolanlar, kürtajla aldırılan bebekler; hiç kimsenin bir yere gittiği yok, oralarda bir yerlerde durarak aileyi etkilemeye devam ediyorlar. “Atalarımız öldükten sonra da sofralarımızda oturmaya devam ederler” diyen Amerikalı yazar Mitch Albom’ı hatırlıyorum birden.

Yüzleşilmeyen sorunlar hasta ediyor…

Ben çok şaşırıyorum hatta inanamıyorum ama gözyaşı ve hıçkırıklarla biten çoğu seansta bireylerin gerçekten de çoğu zaman kendi hayatlarını değil, yıllar önce ölmüş başka aile bireylerinin hayatlarını da yaşadığı ortaya çıkıyor. Kürtajla aldırılmış bir bebeğin, aile içindeki mevcudiyetini kendisinden sonra dünyaya gelen kardeşleri aracılığıyla devam ettirebildiğini öğreniyoruz. Anneyle baba hissettikleri suçluluk duygusunu istemeden de olsa öteki evlatlarına yansıtabiliyor… Böylece sonradan dünyaya gelen evlatlardan biri, belki en hassas olanı derin bir suçluluk duygusu yüklenmiş olarak sürdürüyor hayatını. Ve bu durum kaçınılmaz olarak gelecekteki ilişkilerine yansıyor.

Dimitris Stavropoulos’a göre, hayatta yok saydığı herkes, görmezden geldiği her sorun günün birinde gelip insanı buluyor. O halde henüz hayattayken, yani vakit varken fark etmek, yüzleşmek, kabullenmek gerek. Üstelik yüzleşilmeyen sorunlar bizi sadece mutsuz değil, hasta da ediyor. Basit egzama ve alerjilerden kansere kadar birçok hastalığın sebebi hep aynı: Yüzleşilmemiş bir sorun, geçmişte görmezden gelinmiş bir aile bireyi, bastırılmaya çalışılmış ama unutulamamış bir vicdan azabı…

“Failin bir, kendini kurban görenin iki şeytanı vardır”

Dimitris Stavropoulos’u dinlerken iki soru geliyor aklıma. Birincisi şu: Erken ölümlere, hastalıklara ve diğer talihsizliklere mani olmak elimizde olmadığına ve bu tür olaylar her ailenin başına kaçınılmaz olarak geleceğine göre, ne yapalım?

“Aile içinde hiçbir şey gizli kalmasın, kimse unutulmaya terk edilmesin. Acı bir olayı hiç yaşamamış gibi davranırsanız, mesela lösemiden ölmüş evladınızın sözünü etmez, adını anmazsanız, zihninizin bir yerinde yaşamaya devam eder. Yahut diyelim ki küçükken cinsel istismara uğradınız ama kimseye anlatmadınız, eşiniz bile bilmiyor… Gene aynı şey. O zaman canınızı acıtan bu olay, itiraf etmezseniz ömrünüz boyunca sizi yaralamaya devam eder.

İkinci sorumsa şuydu: Görmezden gelinen acıların, kederlerin, utançların bireyleri hasta ettiğini anladık. Peki görmezden gelinen şeyler, toplumları da hasta edebilir mi? Mesela geçmişte işlenen suçlar, kıyımlar bir türlü tarafımızdan kabul görmedikleri için mi bize acı vermeyi sürdürürler?

Dmitris Stavropoulos’un cevabı mühim: “Mübadillerle ilgili olarak İstanbul ve Atina’da grup terapileri yapan Mehmet Zararsızoğlu gibi ben de itiraf edilemeyen suçların toplumları hasta edebildiğini düşünüyorum. Lakin unutmayalım; failin arkasında 1 şeytan vardır, kurbanın, daha doğrusu kendini kurban görenin arkasındaysa 2 şeytan… Birincisi yarayı kanırtır, ikincisiyse basitçe intikam ister. Mağdurun ruhunu parça parça eden bu iki şeytan yıllar önce işlenmiş cürümleri bile ayakta tutarak acı veren o şeyden daha fazlasını yapmayı, yani acıyı sürekli kılmayı başarırlar.”

Ve… Örnek bir aile dizimi seansı

Aile diziminde sorunlar bir nevi “role playing”, yani rol yapma oyunuyla çözülüyor. Böyle anlatmamın doğru olmadığının farkındayım ama başka türlü nasıl anlatacağımı da bilmiyorum.

Aslında tek bir yöntem yok, kişinin sorununa göre sınırsız seçenekler mevcut ama ben o gün seyrettiklerimden birini seçenek özetleyemeye çalışabilirim: Danışan sakin bir tavırla grubu teker teker gözden geçiriyor ve bir süre sonra içlerinden birinin ona eşini, bir başkasınınsa kızını hatırlattığını fark ediyor. Onlardan ayağa kalkmalarını rica ediyor ve her birini mekanın içinde tamamen kendi seçtiği noktalara, kendi sçtiği pozisyonlarda yerleştiriyor. Mesela birinin yüzü pencereye bakıyor, ötekinin sırtı kapıya dönük oluyor vesaire… Terapist, danışan dahil bu üç kişiye o an ne hissettiklerini soruyor. Çoğunlukla kendilerini mutsuz, bezgin yahut çaresiz hissediyorlar. Ardından terapist kişilerin pozisyonlarını değiştiriyor. O ana kadar yere bakan “eş” yüzünü pencereye çeviryor. “Doğru” pozisyon bulunana kadar bu böyle sürüyor… Bir an geliyor ki kişiler ani bir rahatlama hatta hafiflik hissediyorlar. Böylece o danışanın terapötik yüzleşmesi tamamlanmış ve ailenin şifa sürecinde gereken simgesel pozisyonu bulunmuş oluyor.

(Kaynak: www.egoistokur.com)

Konuk Yazar