Kendimi bildim bileli her şeyi araştırır, analiz eder, düzeltir ve düzenlemeye çalışırım.

Küçükken dedemden kalma eski artist resimlerinin olduğu kartpostallarım vardı. Okuldan dönünce hepsinin arkasına kim olduklarını, ne olduklarını yazar onları defalarca organize eder ve nedense bunu yapmaktan hiç sıkılmazdım. İşte bu ve bunu destekleyen birçok akla zarar huyum sayesinde durmadan varoluşu, nedeni, niçini araştırıp, bir sürü şeyi deneyip, bilgiyi organize edip ve maalesef bir türlü tatmin olamayarak şu yaşıma geldim. Tam “hah şimdi tamam” derken yine bir eksiklik, yeni sorular ve hoop buyurun iste yine kaos ve onu anlamlandırmadan rahat etmemeye yemin etmiş olan bendeniz- buna her önüne gelene konuyla ilgi fikrini sormakta dahil!. Ne yapayım, huy böyle.

Seneler önce Reiki’yle başlayan spritüel yolculuğum, az önce bahsettiğim hallerimden dolayıneredeyse her şifa yöntemini denememe ve maalesef hiçbiriyle tam anlamıyla tatmin olmamamayol açtı. Ta ki Yoga’ya gelinceye kadar. Yoga’yla ilk tanıştığımda hem bedensel hem de ruhsal anlamda çok kötü bir dönem geçiriyordum. Her gün gittiğim yoga derslerinde ilk yirmi dakikadan sonra hüngür hüngür ağlamaya başlıyor ve derse bu şekilde devam ediyordum. Daha sonra bunun aslında iyi bir şey olduğunu, vücutta depolanan tüm negatif duyguların dışa atılmasına yaradığını öğrenip rahatladım. Ağır depresyon olarak tanımlanabilecek bu dönemimde, ruhumun tüm karanlığına rağmen, ders bitiminde rahatlık, hafiflik ve ufak da olsa yaşamın daha pozitif olabileceğine dair bir umut hissediyordum. Bedenimde artık sabaha kadar gezmek, içki, sigara içmek ve abuk sabuk şeyler yemekle ilgili dürtüler azalmış gibiydi. Tamam, buydu işte! Bir çeşit arınma dönemine girmiştim, kaybedecek hiçbir şeyim yoktu. Ruhum yine kaostaydı ve cevaplanması gereken birçok soru vardı. Hindistan’a gidilmeli ve bu iş öğrenilmeliydi.

Ve gittim… Ama döner dönmez çok sevgili babamı kaybettim ve esas sınavın o zaman başladığını hissettim. İşte şimdi, öğrendiklerimden teste tabii tutuluyordum. Bu zamandan sonra sorular daha da çoğaldı, meşhur spritüel kaosum da gittikçe büyüdü. Artık kocaman bir canavar olmuşu ve zaman zaman beni öldüresiye sıkıyordu, ama benim kargaşa karşısında pes ettiğim henüz görülmemişti. Yine farklı şifa yolları denedim, araştırdım, sorguladım ama Yoga hep yan cebimde durdu. Bazen arayı soğutsam veya küs gibi yapsam da Yoga’yı yanımdan hiç ayırmadım. Tabii bu noktada çok sevgili kuzenimin bıkmadan usanmadan beni kendime tanıtma çalışmalarının, bana olan inancının ve bitmez tükenmez “Yoga’nı kullan“ nidalarının hayatımdaki önemini göz ardı edersem ayıp etmiş olurum. Ben de bu süreç içerisinde hem kendi bedenimi elimden geldiğince şifalandırdım hem de insanlara Yoga’nın sadece bedensel hareketlerden ibaret olmadığını aktarmaya çalıştım.

Yoga’da duruşlar ve diğer beden hareketleri zihni belli bir kıvama getirmeye yarıyor, daha sonra yapılan meditasyon ve zihin kontrolü çalışmaları için bir zemin hazırlıyorlardı. Tabiî ki 8 aşamalı Yoga yolunun bir parçası olarak beden çalışmaları da çok önemliydi fakat esas amaç zihin kontrolü ve nihayetinde ulaşılacak zihinsizlik olarak özetlenebilirdi. Hindistan’a gitmeden önce konuştuğum çok sevgili bir hocam, insanın yakınlarının ölümü ve buna benzer sarsıcı durumlarda dahi sınıfa girip, tamamen zihnin kontrolünü elinde tutarak ders verebilmenin esas yoga olduğundan bahsetmiş ve bu durumu birebir tecrübe ettiğini söylemişti. Şimdi tüm bunları daha iyi anlayabiliyorum çünkü ruhumuzun en çok sınandığı bu dönemlerde zihin ve beden kontrolünü sağlamaya çalışmak çok zor. Ama aynı zamanda, işte tam da bu durumlar spritüel gelişim adına bizlere büyük fırsatlar sunuyorlar.

Peki, bu anlayışı daha küçük dozlarda günlük yaşantımıza nasıl taşıyacağız? Aslında tanınmış bir Kundalini Yoga eğitmeni olan Gurmukh’a göre banka kuyruğunda sıra beklerken bile yoga yapmak mümkün!

Nasıl mı? Sıradasınız, beklemektesiniz, günlük sıkıntılarınızı düşünmek, oradaki diğer insanlara çeşitli sebeplerden dolayı öfkelenmek ve buna benzer bazı olağan halleri yaşamak yerine bakışınızı iki kaşınızın arasına yoğunlaştırıyorsunuz. Gözleriniz açık ya da kapalı olabilir. Bakışınızla iki kaşınızın arasındaki enerji merkezini uyarırken tüm dikkatinizi de nefes alıp verişinize veriyorsunuz. Bu, aynı zamanda eğer mevcutsa sinirli durumunuzu da yatıştırmanıza yarıyor. Bu şekilde derin nefesler alırken “soo,” verirken “hamm” seslerini zihninizde tekrarlıyorsunuz. Böylece en basitinden bir zihin kontrolü çalışması, nefes farkındalığı aynı zamanda dabonus olarak gözlerinizi diktiğiniz noktadaki merkezin uyarımı sayesinde ‘iyi hisset, sakin ol’ hormonlarının salgılanmasına yardımcı oluyorsunuz. Ben bu yöntemi herhangi bir yerde sırada beklemem gerektiğinde veya benzer sıkıntılı durumlarda uyguluyorum. Her seferinde rahatlıyorum ve buna bir kez daha şaşırıyorum.

Zihnin, bedenin ve nefesin birbirleriyle ilişkisi gerçekten de çok ilginç. Birini yönlendirirsen diğerleri de mecburen etkileniyor. Zaman içerisinde zihin-beden ilişkisi ve zihnin doğası gibi konuları araştırdıkça, zihnin doğasının dualite ve bitmez tükenmez kaos kıvamında olduğuna dair daha çok veriyle karşılaştım ve bunları içselleştirmeye çalıştım. Bu dönemde işin içine tasavvuf bilgileri ve kadim Uzakdoğu öğretileri de girdi. Sonuçta her yerde kaos vardı. Evrenin kendisi kaoastan ibaretti. E, bu durumda bana da düşen kaosumla barışmak ve onu kabullenici bir ruh haline geçiş yapmaktı…

Aklımda bunları evirip çevirdiğim, kaosun zekasına güvenmeyi ve evrenin akışına teslimiyeti öğrenmeye çalıştığım şu günlerde, Tibet bilgileri ışığında insanın kendi potansiyelini daha verimli kullanabilmesini amaçlayan bir eğitime katıldım. Hollanda da yapılan ve 10 gün süren eğitim esnasında dünyanın dört bir yanından gelmiş, hepsi kendi alanlarında çok değerli ve gerçek bilgiyi arayan pek çok güzel insanla vakit geçirdim. Hep beraber yeni bir şeyler öğrenmek ve o enerjiyi deneyimlemek çok hoştu.

Eğitimin ikinci gününde yaptığımız egzersizlerin temelinin neye dayandığını sorduğumda aldığım cevap aynen şöyleydi :“Bu çalışmalar sayesinde vücudun alışageldiği enerji sisteminde kaos yaratıyoruz, böylece sistem kendi düzenini tekrar kurmaya çalışırken daha da güçleniyor ve genişliyor. Neticede diğer sistemlerle daha kolay iletişime geçen ama bu sistemlerden kendi kontrolü dahilinde etkilenen bir yapıya sahip oluyor.” Yani bunu bir çeşit enerji aşısı olarakta tanımlamak mümkündü. Kaosu kontrollü miktarlarda sisteme veriyor ve bu şekilde onu daha da güçlü hale getiriyorduk. Eğitim süresincekendimde ve gruptaki diğer insanlarda oluşan pozitif değişimleri birebir gözlemledim.İnsanların bakışları değişmiş, enerjileri daha yumuşamış, daha aydınlık ve dingin görünür olmuşardı. Bense hem fiziksel olarak şifalanmış hemde enerjik boyutta bilinçli kullanılan kaosun yarattığı genişlemeyi ve gücü bizzat deneyimlemiştim.

Artık durum gayet açıktı. Katılmaya can attığım ve öğretilecek teknikleri merakla beklediğim bu eğitimde de taşın altından kaos çıkmıştı.İşte yine karşımdaydı ve bir kez daha tüm benliğimle hissettimiştimki onsuz olmuyordu. O çok sevgili kaosum, o beni uykusuz bırakan bilinmezlerim olmasaydı gerçek bilgiyi aramaya böylesine istekle devam edebilir miydim? Değişimin, gelişimin arkasındaki itici güç kaostu. Bilinemeyen, tahmin edilemeyen, anlaşılamayan ve maalesef hiçbir zaman tam anlamıyla düzenlenemeyen….

Eh ne diyeyim. Kaosumu seveyim…

Konuk Yazar