Hepinize selamlar… Benim adım Louise… Hmm, belki de Philip… Aslında belki de Louise Philip… Her neyse! O kadar uzun zamandır ölüyüm ki artık adımı bile anımsayamıyorum. Ama sorun değil artık, bugün benim kaynağıma dönüş günüm… Dönmeden önce sizlere hikayemi anlatmak istiyorum, daha doğrusu hikayelerimizi… Çünkü resmi tam görebilmeniz için hepimizin birden hikayesini dinlemeniz gerekiyor… Hadi bakalım başlıyoruz…

Fransa – 19. YY’ın Başları

Koyu kumral renk saçlı çocuk evlerinin kapısından içeri girdi. Aslında daha küçükken saçları sarı, kıvır kıvır ve bukleliydi. Fakat ilerleyen yıllarda saçların rengi koyulaşmıştı iyice ve kısacık kesilmekten artık ne bukleleri kalmıştı, ne de kıvırcıklığı. Üzerinde basit bir pantolon ve gömlek vardı çocuğun. Fakirlerdi, ama çok da değil hani. Kendi evleri vardı, küçük bir bahçeleri de. Zaten bir köyde yaşıyorlardı. Hemen herkes benzer durumdaydı, ama ah o kasabalılar olmasaydı…

Tekrar selam… Yine ben. Az önce gördüğünüz çocuk benim. Evimiz sevgi doluydu aslında. Babam iyi bir adamdı, annem de iyi bir kadın. Fakat hani annemi hep silik hatırlıyorum, evimizdeki baskın karakter babamdı. Kendi çapında ufak tefek işler yapar, evimizi geçindirmeye çalışırdı. Ama söylendi ya, fakirdik işte. Köyümüzde problem değildi de bu, çok yakınımızdaki kasabada zenginler vardı, aslında şehirdekilere göre zenginlikleri de azdı. Fakat bu yine de bize yukardan bakmalarına engel değildi. Bizleri hor görüyorlardı. Hani söze çok dökmeseler bile anlayabiliyordunuz bakışlarından. Ben babamı çok ama çok severdim, o da beni ve bu kendini zengin zanneden piçlerin ona tepeden bakmalarına dayanamıyordum işte. Çok kızıyordum, ama çok… Bir gün büyüyeceğim ve öyle zengin, öyle güçlü bir adam olacağım ki hepsi bana da babama da büyük saygı duyacaklar diyerek sıkıyordum yumruklarımı… Zengin piçleri… Aralarında belki iyi olanları da vardı. Ama o kadar kızgındım ki bu zengin piçlerine, zenginlik benim için kötülük demek olmuştu; ama fakirlikten de nefret ediyordum bir yandan. Fakir olmasaydık kimse bize o gözle bakamazdı. Ama zengin olmak da kötülüktü işte… Öyle bir yol bulmalıydım ki herkes önümde diz çöksün ve bugünlerin öcünü alayım… Hatta diz çökmesinler sadece, yalasınlar çizmelerimi, önümde yere kapaklansınlar. Af dilesinler. Korksunlar benden… Öyle korksunlar ki… Ah! Aradan yüzyıllar geçti ve halen o günler çok canlı anılarımda… Sizlere duygularımı olduğu gibi anlatıyorum ki hikayemi daha iyi anlayabilesiniz… Gitmeden önce benim de hikayemi duysun insanlık… Ama dedim ya, başkalarının hikayeleri de var benimkine bağlı… Hadi gelin onlara da bakalım biraz…

Balıkesir – 20. YY’ın Başları

Genç subay, karşısında gözleri nemli duran kadına son bir kez daha baktı. Daha evleneli kaç ay olmuştu ki onunla… Çocukluğundan beri aşıktı o kadına, birlikte daha sokakta oynarken biliyordu ve söylüyordu herkese büyüyünce evlenecekti onunla, karısı olacaktı o kız. Gülüyordu herkes küçük çocuğun bu sevimli sözlerine, hayırlısı diyorlardı. Babaları arkadaştı ve takılıyorlardı birbirine bizimkiler evleneceklermiş ya, dünür mü olacağız diyerekten… Şaka birkaç ay önce gerçeğe dönüşmüştü ve çocuklarının düğünlerinde karşılıklı oynuyordu iki eski arkadaş artık dünür oldukları halde… O da aşkına kavuşmuştu artık… Fakat görev genç subayı çağırıyordu. Avrupa’da imparatorluklar birbirlerine saldırmaya hazırlanıyorlardı ve Osmanlı da bu kavgada yer alacaktı. Genç subay bilinmez bir sefere çıkmadan önce karısının kokusunu bir kez daha içine çekti yıllarca onunla birlikte yaşama hayalini kurduğu evinden ayrılmadan önce… Kimbilir ne zaman geri gelecekti, geri gelecek miydi ondan bile emin değildi. Hayatının aşkı sarılmış ona ağlarken, bilmiyorlardı o anda sadece iki kişi olmadıklarını… Genç subay son kez sarıldı karısına ve henüz varlığından bile haberdar olmadığı çocuğuna ve görevine doğru yola çıktı…

Bilinmeyen Zaman, Bilinmeyen Mekan

Elindeki kanlı taşa bakıyordu titreyerek genç adam… Bir taşa baktı, bir yerde yatan kardeşine… Bir daha taşa baktı… Sonra kardeşinin ezilmiş başına… Olduğu yere çöktü… Ne yaptı, neden yaptı, niye yaptı… Hiçbirisinin farkında bile değildi. Şu anda ne hissettiğini bile anlamıyordu, daha insanlık deneyiminin o kadar başıydı ki… Sadece karmakarışık hissediyordu ve karnı buruluyordu. Bir yandan da üzerinde garip bir keyif hali de vardı. Bedeninde tanımlayamadığı nice duygu vardı, fakat tek bir şeyden emindi. Kardeşi, babasının o sevgili oğlu artık yoktu… Artık yoktu… Artık yoktu… Üzerine bir titreme geldi. Bu hissi çok sevmişti. Artık sadece kendisi vardı… Kabil, Habil’i öldürmüştü ve Habil artık yoktu.

İzmir – 17 Mart 2014 saat 14:30

“Hadi bakalım, ne çıkacağı hakkında hiçbir fikrim yok. Daha önceki çalışmalarımızda senin karşına geldiğimde hep bir yerlerim kasılıyordu ve bir şeyler dışarı çıkmak istiyordu. Fakat şu anda neyin ne olacağından emin değilim. Hatta acaba bu sefer hiçbir şey olmayabilir mi diye de düşünmüyor değilim. Gelmeden önce deniz kenarında oturdum ve bayağı sakinleştirdi bu beni. Fakat az önce seninle sohbet ederken birkaç kere böyle ruhumdan bir yanma, bir kasılma hissettim. Çok zorlamadı ama geçti… Bilemiyorum neler göreceğiz bakalım…”

Tekrar selam… Yine ben… Louise Philip… Hahaha sevdim bu ismi… Gerçekten benim adım mıydı hatırlamıyorum, ama beni böyle kabul edin artık. Yukarıda konuşan kişiyse Hasan “Sonsuz” Çeliktaş. Regresyon çalışması için terapistine gelmiş. Az sonra benimle olan bağlantısını keşfedecekler birlikte, hatta Balıkesirli subayla ve hatta Habil ve Kabil ile de… Okumaya devam edin bakalım, nasıl gelişecek hikaye…

“Kendini rahat bırak şimdi. Çok rahat bırak ve bak bakalım bedeninin neresinde ne hissediyorsun. Bedenin gerekli her şeyi biliyor. Şimdi bırak aksın bakalım, neler çıkacak ortaya…” dedi Terapist.

Koltukta oturan adam kendini bıraktı. Esasında o anda hiçbir şey hissetmiyordu. Bedeninin hiçbir yerinde bir zonklaması yoktu, nereye konsantre olabileceğini bilmiyordu. O da bıraktı kendisini akışa. Karnından bir enerji hareketi başladığını hissetti ve kafasına doğru çıkıyordu bu enerji, sonra döndü ve bedeninin aşağısına indi taa parmakuçlarına kadar. Sonra yeniden yukarı karnına doğru çıktı ve bu hareket tekrarlanmaya başladı birkaç kez. “Bedenimde bu sefer enerji hareketi var” diye dudaklarından kelimeler döküldü sadece… Terapist “Tamam, bırak aksın. Bedenin her şeyi biliyor… Bana gördüğün ilk görüntüyü söyle” dedi ve sustu… Bedeninde enerji son hız dönen adamın gözlerinin önüne silik bir kare belirdi… Daha sonra bu kare gittikçe netleşmeye başladı. Sonra yine silindi. Zihni “ne alaka yahu?” diyordu. Ama yine de takip etmeye karar verdi bu görüntüyü… Görüntü belirdi belirdi belirdi ve iyice netleşti… “Ölüler görüyorum. Her yer ölülerle dolu ve ben onların arasında geziyorum” dedi…

Fransa – 19. YY’ın Başları

Louise Philip, üniformasını giymiş gururla aynadaki yansımasına bakıyordu. Napolyon’un ordusunda subay olmakla kalmamış, zekası, hırsı ve yetenekleriyle diğerlerinin arasından hemencecik sıyrılmıştı. O kadar hızlı yükselmişti ki Napolyon bile onu iyi tanıyordu. Çok hırslıydı Louise Philip, gözü çok ama çok yükseklerdeydi; hatta Napolyon’un bile ötelerindeydi gözü. Bu küçük Korsikalı yapabildiyse bunları, kendisi neler neler yapamazdı ki… Ama henüz yolun çok başlarında olduğunun farkındaydı da… Bu yüzden iyi bir nefer gibi davranmaya çalışıyordu. Fakat farkında olmadığı şey, Napolyon’un burnunun çok iyi koku aldığıydı. Hele ki gizlenmeye çalışan hırsın kokusunu hemencecik alırdı bu küçük dev adam. Louise Philip’in yeteneklerini de görüyordu, hırsını da ve Josephine’e nasıl baktığını da… Onun istediği aslında Josephine değildi, sadece yerine geçmek istediği adamın sahip olduğu bir eşyaya bakıyordu kadına bakarken. Napolyon iyi tanırdı insanları da erkekleri de… Bu genç subay aynı zamanda tehlikeliydi de… Çok karizmatikti, askerleri onu çok seviyorlardı. Göz göre göre tutuklattıramazdı onu… O ne kadar Napolyon olsa da, yine de böylesi sevilen bir subayı göz göre göre yok etmeye çalışmak huzursuzluk yaratırdı ve bir şeyler yapmalıydı. Aslında ne yapılacağını bulması için kendisini zorlamasına o kadar da gerek kalmayacaktı… Genç subay kendisini göstermeye o kadar hevesliydi ki…

…Ve daha önce hiçbir savaşta yer almamıştım. Birkaç küçük muharebede ufak tefek başarılar göstermiştim sadece. Hırsımdan gözlerim öyle kör olmuştu ki neyin gelmekte olduğunu fark edemiyordum. Tek istediğim hızlıca bir kahramanlık göstermek ve o başarının ünüyle de köyüme geri dönüp, o kendini beğenmiş kasabalılara bunca senedir yaptıklarının bedelini ödetmekti. Ama bu noktaya gelişim de çok kolay olmamıştı onu söyleyeyim. Babam kesinlikle istememişti asker olmamı. Çok direnmişti. Ben de çok direnmiştim. Ben bir çiftçi olamazdım, hele ki esnaf olup o kasabalılara çalışamazdım. Ticaret de yapamazdım, çünkü zenginlik kötülükle eşdeğerdi bana. Bana istediğim gücü sağlayacak tek bir yol kalmıştı, askerlik. Fakat babam çok itiraz ediyordu buna. Çocuğunun ölüsünü kucaklamak istemiyordu. Devrim sonrasıydı ve Fransa zaten çok karışıktı. Köyde yaşıyor olmamız, bu karışıklıklardan uzakta kalmamızı sağlıyordu ama yine de ortada sayısız dedikodu dönüyordu. Sonradan ortaya genç bir general çıkmıştı ve hızla yükseliyordu. Fransa’yı eski günlerine döndüreceğini söylüyordu herkes ve ben de fırsatın kokusunu almıştım. Onun ordusuna katılmak istiyordum ve yaptım da babamın itirazlarını dinlemeyerek… Keşke dinleseymişim diye bir ses mi duydum bu satırları size yazarken, ama keşke için çok yüzyıl geçti artık ve hani dinleseydim kalsaydım köyümde, bu hikayeyi okuyabilir miydiniz acaba?

Çanakkale – 1915

Balıkesirli genç subay gözlerindeki yaşları koluyla silerken silahı halen elindeydi. Başarmışlardı. Düşman geriye püskürtülmüştü, ama ne pahasına… Birliğindeki tüm filizler, o gencecik aslanlar çevresinde yatıyorlardı şehitlik mertebesine ulaşmanın ilahi mutluluğuyla… Neredeyse tüm askerleri ölmüşlerdi, ama o yaşıyordu işte halen. Şehit olamamıştı. Olamamıştı… Ve kendini müthiş yorgun hissetti birden ve olduğu yere yığılıverdi. Sonradan şehitlerin bedenlerini toplayanlar uyandırıvereceklerdi onu tam da öldü sanıp götürüverecekken… Açıvermişti gözlerini, ama keşke açıverseydi gözlerini bambaşka bir yerde, tam da askerleriyle birlikte cennette… İçiverseydi şehadet şurubundan… Ama olmamıştı işte… Yaşıyordu o…

Polonya – 19. YY’ın Başları

Genç subay gözleri alev alev yanarak kılıcını çekti ve hücum emrini verdi. Çarpışmanın en şiddetli anıydı ve Louise Philip’in askerleri en öndelerdi. Çarpışmalar o kadar yoğundu ki ne kadar kişi ölmüş anlamak mümkün değildi ve genç subay hızlı bir hücumla düşman cephesini yarmak niyetindeydi. Kılıcını çekti ve birliğiyle birlikte hücuma kalktı. Karmakarışık duygular içindeydi; bir yandan gurur doluydu, bir yandan öfke, bir yandan korku, bir yandan da dehşet… Ama hiçbir şeyi düşünecek vakit yoktu artık. Bir an önce yarmalıydı savunmayı… Napolyon Rusya Seferi’ne çıkmıştı ve Polonya toprakları üzerindeydi ordu ve ilerliyorlardı Rusya içlerine doğru… İlk büyük savaşta da Louise Philip askerleriyle birlikte gönüllü olarak en önde yer almıştı. O kadar güveniyordu ki kendine ve askerleri de ona… Başkası için intihar olarak görülebilecek bu göreve kendiliğinden talip olmuştu. Ne mutlu ki ona Napoleon da hiç itiraz etmemişti bu genç subaya…

Şimdi anlıyorum ki Napoleon’un beklediği fırsatı ona ben vermiştim. Onun için aslında ben bir tehdittim ve acilen benden kurtulması gerekiyordu. Çünkü günler ilerledikçe popülaritem artıyordu ordu içinde ve hele ki bu seferden sağ çıkabilirsem, Fransa’ya döndüğümüzde uğraşacağı yeni bir problem olacaktım ben onun için. Akıllı adamdı ve ben de bu fırsatı verdim ona…

Louise Philip, birliğine hızlıca dönmüş ve askerlerinin damarlarındaki ateşi coşturan bir konuşma yapmıştı. O kadar etkili bir liderdi ki hiçbir askerinin aklına bu görevin ne kadar ölümcül olduğu gelmemişti bile. Komutanlarına sonsuz güveniyorlardı ve komutanları da kendini ölümsüz zannediyordu.

İçimdeki yoksunluk duygusu öyle derindi ki onu aynı derecede büyük bir kibirle örtmeye çalışıyordum. Ama dışarıda belli etmezdim aslında hiç bu duygularımı. Onun enerjisini kullanır ve ateşli söylevlerle insanları peşimden sürüklemesini iyi bilirdim. O kadar büyümüştü ki kibrim, kendimi ölümsüz zannediyordum…

Önce atı vuruldu Louise Philip’in… Askerleri birer birer ölüyorlardı çevresinde ama artık geri dönüş yoktu bu noktadan sonra. Hemen ayağa kalktı, çevresine şöyle bir baktı, sağ kalan askerlerini gördü ve kılıcını havaya kaldırıp bağırdı: HÜCUM! İşte kurşun o anda geldi. Göğsünün sol üstünden girdi ve kalbini sıyırıp geçti. Fakat genç subay yere yığılmıştı işte ve kalkamıyordu bir türlü. Derinlerden gelen sesler duydu sanki, “Komutan düştü” gibilerinden… Az sonra kendinden geçmişti…

Ankara – 1927

Genç subay, gençliğini bırakmıştı savaş meydanlarında ve vatanının meclisinde bir mebustu o artık. Çanakkale’de de ölmemişti, Kurtuluş Savaşı’nda da… Hep istemişti şehit olmayı ama işte nasip olmamıştı işte… Hava çok sıcaktı dışarıda ve o her zaman yaptığı gibi odasındaydı yine. Cepheden sağ döndüğüne çok sevinmiş aşkı ve aşklarının meyvesi çocukları da büyümüştü iyice. Hatta şimdilerde o güzel kızın iki de kardeşi vardı. Fakat babalarının gözlerinin ışığı gitmişti artık. Yaşayan bir ölüydü sanki. Kendisini dünyasına kapatmıştı ve çıkmıyordu bir türlü dışarıya… Aşkı onun için çok uğraşmıştı, didinmişti ama nafile… Çok büyük acı içindeydi o ve gözlerinin önünden askerleri gitmiyordu hiç… Sürekli tekrarlıyordu içinden “Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim… Sizler ölüyken ben yaşıyorum halen…”

Bilinmeyen Zaman, Bilinmeyen Mekan

Habil, kendi ölü bedenini izliyordu şaşkınlıkla. Kardeşi bedeninin başındaydı ve elinde kanlı bir taş vardı. Neler olduğunu anlayamıyordu Habil, şu anda neyi yaşadığını da… Yerde öylece yatıyordu işte. İçine girmeye çalışıyordu, ama olmuyordu işte. Dönemiyordu bedenine… Denedikçe de denedi ve sonunda sinirlenmeye başladı bu henüz neyin ne olduğunu tanımayan ruh… Ölmüştü ama ölmenin ne olduğunu bile bilmiyordu henüz ve gittikçe de sinirlenmeye başlamıştı… “Arada takılmak” denecekti ilerleyen binyıllarda buna. Öldüğünü fark etmeyen ruhun, dünya üzerine kalmasıydı bu. Habil ise sıradan bir ruh değildi. Çok güçlüydü ve gittikçe de sinirleniyordu dönemediğinden bedenine… Ve insanlık için iyiliğin sembolü olacak olan bu ruh, aç bir hayalete dönüşmek üzereydi…

İzmir – 17 Mart 2014

“Bedenlerin arasında geziyorum… Hepsi ölmüşler… Hepsi ama hepsi… Onlar benim askerlerim… Bana güvenmişlerdi, bana inanmışlardı, ama hepsi öldüler…” Ağlamaya başladı kanepedeki adam… Terapist sordu: “Peki sen yaşıyor musun, ölü müsün?” Uzun süre yanıt gelmedi…

Polonya – 19. YY’ın Başları

Louise Philip ayılmaya başladı. Etrafta yoğun bir barut kokusu vardı. Gözlerini hafifçe araladı. Göğsü çok acıyordu, ama bir şekilde yaşıyordu işte. Karşısında bir silüet gördü, anlamadığı bir dilden konuşuyordu. Silüetin elinde bir şeyler vardı ve az sonra karnında müthiş bir acı hissetti…

İzmir – 17 Mart 2014

“Ölüyüm…” “Peki bunun farkında mısın?” diye sordu terapist. “Değilim…” diye yanıtladı kanepedeki adam. “O zaman hadi öldüğün ana gidelim, bakalım ne hissediyorsun…” dedi terapist.

Nasıl hissedebilirdim ki… Kendimi ölümsüz zannediyordum ve ölmüştüm işte. Hem de çok onursuz bir biçimde. Çok öfkelenmiştim karnıma süngü sokan o askere… Yaralıydım ve beni esir alabilirdi. Ama hayır! Yaşadığımı görmüş ve hemen karnıma süngüyü sokuvermişti. Ölmüştüm… Fakat ne yazık ki bunu ancak şimdi anlıyorum… Bunca yıldır sürekli geziyordum ölü askerlerimin arasında… Sürekli tekrarlanıyordu bu sahne ve ben acı çekip duruyordum. Hem de ne acı…

“Onlar bana inandılar, bana inandılar, bana inandılar… Ve hepsi öldü şimdi…” Suçluluk duygusu ve yoğun acı ile doluydu kanepedeki adam. “Peki ölüm anına geri dönelim yeniden” dedi terapist. Kanepede iyi gevşemiş ve yarı yatar pozisyonda oturuyordu adam ve kafası geriye gitti, derin bir nefes verdi. İçinden sanki bir şeyler çıkıyor gibiydi. “Karnıma süngü sokuldu ve öldüm.” “Ne hissediyorsun?” diye yeniden sordu Terapist. “Çok öfkeliyim, hem de çok…” “Hadi o askeri karşına çağıralım, sana süngü sokanı, ne yapmak istersen yap” dedi.

Kanepeden kalktı, eline bir sopa aldı ve bir yastığa saldırdı. Tabii böyle bakıldığında komik görünebilirdi belki ama ne yapıyorlarsa bana iyi geliyordu. Vahşice bağırıyor ve var gücüyle vuruyordu yastığa…

“Karnına soktum kılıcımı, göğsünü ve karnını açtım, parçaladım onu… İç organları dökülüyor şimdi…”

Gevşemeye başlamıştım. İki yüzyıldır takılı kalmıştım arada ve bugün fark ediyordum bunu… Ne hırsmış ama… Bir o kadar da büyük acı ve suçluluk… Yanıyormuş ruhum alev alev de farkında değilmişim. O yastığa vurdukça ben rahatlıyordum ve ilk kez kafamı yerden kaldırabildim onca yıl sonra…

“Hadi şimdi o hayatını karşına getirelim, Hasan. Gözlerinin içine bakalım.” komutunu verdi Terapist.

Başımı yerden kaldırdım ve önümde duran adamın gözlerinin içine baktım. Evet, belki bir kanepede oturuyordu ama o önümdeydi benim ve birbirimize bakıyorduk… Louise Philip ve Hasan… Farklı bedenleri deneyimleyen aynı ruh…

“Bu senin hayatın mı?” diye sordu Terapist. Hasan durdu, sessizleşti. Daha önceki çalışmalarından attachment denen konuya aşinaydı. Frekanslar tuttuğu vakit, bazı ruhlar bazı bedenlerin enerji alanlarına girerlerdi ve beden sahibi, o enerjiyi kendisinin geçmiş hayatı zannedebilirdi. Hani bu da ruhsal yolculuğun parçasıydı elbette de işte fazlaca ağırlık yapabiliyordu insanın üzerinde… “Benim hayatım bu” diye yanıtladı Terapistin sorusunu. Buna emindi. Fakat karşısındaki varlık şekil değiştirmeye başlamıştı soru sonrasında… Gözleri kıpkırmızı olmuştu ve kapkaranlık bir şekle bürünüyordu. “Anlayamıyorum, bu çok karanlık bir şeye dönüştü, bana nefretle bakıyor. Çamur gibi, yapış yapış, zebani gibi bir şey bu. Nasıl karanlık bir enerji…” “Terapist “Peki ona bir bak ne görüyorsun?” diye sordu… Hasan, karşısındaki varlığa bakıyordu.

Zamansız – Mekansız Bir Boyut

Kızgınlığı öfkeye dönüşmüştü, öfkesi de acıya ve acı da beslenmek istiyordu. Açtı Habil, hem de çok aç ve Dünya üzerinde gezinmeye başladı. İnsanlık çoğalıyordu ve çoğunun da enerji alanları açıktı. Onlara yapışıp enerjilerini emmeye başladı. Yaşarken iyi bir insandı, fakat hiç beklemediği biçimde ölmüş ve geri de dönememişti. Çevresinde beslenebileceği birçok insan vardı artık ve her birine birer kanca atmaya başladı. Beslendikçe de güçleniyordu. Dünyada ise iyilikle kötülük birbirine karışıyordu gittikçe…

İzmir – 17 Mart 2014

Habil’in kancalarından birisi beni yani Louise Philip’i yakalamıştı, diğeri de Hasan’ı. Kancalarının diğerleri de askerlerimin üzerindeydi. Bugüne kadar farkında bile değildik bu parazite dönüşmüş iyilik sembolünün, ama işte o beslenmişti hepimizden…

“Çok karanlık bir varlıktı ama şimdi gözlerini görmeye başladım” dedi Hasan. “Aslında çok şefkatli bakışları var, ama unutmuş kendisini… Asker olan hayat benim, fakat o asker üzerinden hem ondan, hem de benden, hem de diğer askerlerden besleniyormuş o” diye ekledi. Terapist “Ona de ki artık sen öldün ve her şey geçmişte kaldı. Artık kaynağına dönebilirsin.” Terapistin sözlerini aynen yansıttı Hasan ve karşısındaki karanlık varlığın gözleri gittikçe belirdi belirdi belirdi ve yüzü bir insana dönüştü. Önce Hasan’ın sonra da Louise Philip’in bedenindeki kancalarını çekti. Sonrasında da tüm askerlerin… Sonra da bir insana dönüştü bedeni ve yerde titremeye başladı… Ve sonunda da kalktı ayağa… Hasan’ın gözlerinin içine baktı ve “Teşekkür ederim” dedi. Gözleri çok ama çok derindi… Ve sonrasında da yok oldu…

Balıkesir – 1954

Bugün yine gitmişti karısının, çocukluk aşkının mezarına. Onu kaybedeli altı sene olmuştu ve hemen her gün gidiyordu başına. Birlikte yaşama fırsatı olduğu halde, kendini kapatıp onunla geçiremediği yıllar için yanıyordu bedeni alev alev… Mezarının başından zorlukla kalkıyordu onun. Sadece şehit olamamanın verdiği acı ve suçluluk duygusu yoktu artık onunla birlikte yaşayan; çocukluk aşkıyla yaşayamadığı günlerin acısı da çökmüştü üzerine. Dayanması iyice zorlaşıyordu onun için yaşamak… Izdırap içindeydi… Ama o aynı zamanda güçlü bir asker, bir vatan evladıydı ve yapması gerekenler vardı ülkesi için… Onu hayatta tutan tek şey buydu… Taa ki 1965’e kadar… 75 yaşında artık dayanamamıştı kalbi ve 17 sene mezarına gelip gittiği aşkına kavuşabilecekti artık…

İzmir – 17 Mart 2014

“O enerji Habil’di ve ayrıldı artık…” dedi Hasan. Çalışma sonrasındaki konuşmalarında Terapist bu durumu “O gerçekten Habil miydi değil miydi bilemeyiz. Bu bir arketipsel deneyim de olabilir. Arketip veya gerçek, önemli olan şu ki bu senin anılarında ve enerji alanında yer alan bir durumdu ve senin hayatını etkiliyordu. Bu yüzden senin ondan özgürleşmen, onun da kaynağına dönmesi gerekiyordu.” sözleriyle açıklayacaktı.

“Şimdi askeri karşına getir yeniden” dedi Terapist…

Kanepedeki adam yeniden karşımdaydı ve gözlerimin içine bakıyordu. İkimiz de çok hafiflemiştik. Kanepeden ayağa kalktı ve bedensel olarak da karşımda duruyordu artık. “Ona sarılmak istiyorum” dedi ve Terapist ona kocaman bir yastık uzattı. Ne yaptıklarını bilmiyorum. Bildiğim tek şey onun karşımda duruyor olduğuydu ve bana kollarını açtı birden. Ben de ona açtım ve birbirimize sarıldık… Yüzlerce yıldır bekliyordum bu sarılmayı, kendimden geçmiştim… Kulağıma “Onu içine al, onunla bütünleştiğini hisset” sözleri çarptı bir ara… Yine ne olduğunu anlayamamıştım, zaten umursamıyordum da tek bildiğim sarıldığım benle bütünleşiyordum gittikçe. İçiçe girmiştik ve tek bir beden olmuştuk…

Astral Boyut – Zaman Yok

Ben Napoleon’un ordusunda bir askerdim ölmeden önce. Polonya toprakları üzerinde saldırıya geçmiştik. Komutamızı en önde fırlamıştı hücuma ve az sonra vurulduğunu gördük atının. Yere düştü ve bir anda şaşkına dönmüştük. Ama onun hemen kalktığını gördüğümüzde daha da bir şevkle saldırıya geçmiştik birliğimizden kalan asker kardeşlerimle… Neyse ki onun bir daha vurulup düştüğünü görmemiştik. Gerçi görmemiştik de ne olmuştu. Bizler de ölmüştük hep birlikte ve onca yıldır dolaşıyorduk o savaş alanında… Şimdiyse çok farklı bir şeyler oluyordu da anlayamıyorduk. Sürekli tekrarlanan sahneleri yaşayıp duruyorduk… Bir türlü bitmek bilmiyordu… Ama bir şeyler değişmişti işte… Komutanımız karşımızda duruyordu o hiç unutamadığımız heybetiyle ve biz de önünde dizilmiştik tıpkı eski günlerdeki gibi…

İzmir – 17 Mart 2014

“Askerler gözlerimin önünde dizildiler şu anda, hepsi bana bakıyor. Hiçbiri öldüğünün farkında değiller. Kıta kıta dizildiler ve sadece kendi birliğim yok şu anda karşımda. Ucu bucağını göremiyorum karşımdaki kıtaların. Sayısız asker var ve hepsi bana bakıyorlar…” “Onlara artık her şeyin bittiğini, geçmişte kaldığını, artık kaynağa dönebileceklerini söyle Hasan” dedi Terapist. “Söylüyorum ama direniyorlar, gitmek istemiyorlar ki…”

Astral Boyut – Zaman Yok

“La Vive France” diye bağırdı bölüğün ön sıralarından birisi yıllardır biriktirdiğimiz bir özlemle bağırıyorduk şimdi hep birlikte “Yaşasın Fransa” diyerek… İlk günkü gibi hazırdık yeniden savaşmaya da saldırmaya da, müthiş bir canlılık kaplamıştı içimizi ve arkama dönüp baktığımda ne kadar kalabalık olduğumuzu gördüm. Ne zaman bu kadar kişi toplanmıştı ki buraya… Komutanımız durdu karşımızda o güçlü haliyle… Yüzünde rahatlamış bir ifade vardı… Bizlere sevgiyle baktı ve dedi ki “Askerlerim, artık hepsi bitti. Geçmişte kaldı ve hepimiz özgürüz. Hepiniz özgürsünüz. Bizler öldük ve artık kaynağımıza dönmemizin vakti geldi…” Çok şaşırmıştık… Ne diyordu komutanımız bize… Nasıl ölmüştük… Çok canlı ve hazır hissediyorduk ya işte… Hayır! Hayır! Hayır! “La Vive France” diye bağırdı birileri… Katıldık ona hep birlikte…

İzmir – 17 Mart 2014

“O zaman onlara geçiş için yardımcı olabilecek varlıkları davet edelim” dedi Terapist.

Astral Boyut – Zaman Yok

Bir anda göklerden parlak ışıklar belirmeye başladı. Hepimiz şaşkınlık içinde bu ışıklara bakıyorduk. Saymakla bitmeyecek kadar çok ışık vardı ve akın akın iniyorlardı gökyüzünden bizlere doğru. Çevreme bir daha baktım şöyle bir… Unutulmaz bir görüntüydü aslında o anda içinde bulunduğumuz… Ovalar tepeler dolusu bölük bölük askerler ve karşımızda genç kumandanımız… Emir verse yürümeye hazırız milyonlar, belki de daha da fazla ruhlar olarak… Ama o bize öldüğümüze ve artık her şeyin bittiğini söylüyor… Ve gökyüzünden sayısız ışık üzerimize doğru iniyor… Şaşkınlık içinde bakıyorum o ışıklara ve birkaçının bana doğru geldiğini görüyorum. Yaklaştıkça insana benzediklerini fark ediyorum. Muhteşem bir manzara. Lyonlu arkadaşıma bakıyorum, sonra yanındaki Lilleli’ye hani o çok neşeli olana… Herkesin yüzünde bir aydınlanma var… Sadece gökyüzünden ışıklar inmiyor üzerimize, çevremizde de ışıklar beliriyor ve biz onları tanıyoruz… Ailelerimiz, geride bıraktıklarımız, rehberlerimiz onlar… Hepsi birden bizleri çevreliyorlar… Birden elimde sıkı sıkıya tuttuğum silahımı bıraktığımı hissediyorum… Benimle birlikte çevremdeki herkes de bırakıyor birer birer… Sadece biz Fransızlar yokuz orada… Nice milletten sayısız ruh var savaşlarda ölmüş olan… Onlar da bırakıyorlar silahlarını teker teker…

İzmir – 17 Mart 2014

“Sadece karşımda benim birliğimi görmüyorum. Sanki böyle bir çalışmanın yapıldığını duyan ruhlar dolmuş gelmişler. Hepsi etrafımdalar ve ben de ortalarındayım. Gittikçe daralıyor çember, yaklaşıyorlar bana… Ama hazırlar artık gitmeye, hazır hepsi…” “Bırak aksın gitsin, olması gereken olsun…”

Astral Boyut – Zaman Yok

Üzerimdeki üniformayı da çıkarttım attım. Artık sadece bedenimden ibaretim, bedenlerimizden ibaretiz… Yanımızda sevdiklerimiz, rehberlerimiz, arkadaşlarımız, dostlarımız var… Artık gitmeye hazırız ama önce hepimiz komutanımıza dönüyoruz son kez ve kollarımızı açıp ona doğru gidiyoruz… Son kez kucaklaşmaya…

İzmir – 17 Mart 2014

“Hepsiyle birleştik… Sarıldılar ve tek bir bütün olduk şimdi… Ve hepsi kaybolmaya başladılar… İçimdeki asker de gitmeye hazır şimdi…”

Ben Louise Philip ya da adım o zamanlar her ne idiyse… Büyük bir adam olmak, çok sevdiğim babamı hor görenlerden intikam almak istemiştim. Saygı istiyordum aslında sadece saygı… Ama olmamıştı işte… Hem kendim acı çektim, hem ona evlat acısını yaşattım, hem de nicelerinin ölümüne sebep oldum… Ama hepsi bitti işte… Geriye benim devamım olan hayatıma kalacak deneyimlerim kaldı. Neleri yapmaması gerektiğini biliyor artık, neyi yapması gerektiğini de… Kaynağıma dönmeden önce son kez, Hasan olan parçama baktım. Onun kanepeden iki büklüm oturur halden dimdik ayağa kalkışını izledim. Ben artık ayrılıyordum, ama o devam edecekti aynı bütünün parçası olarak… Sonra yavaş yavaş erimeye başladı bedenim, çizgilerim ve şeklim… Ve ayrılıyorum huzurlarınızdan…

İzmir – 17 Mart 2014

“Asker karıştı kaynağa artık…” “Nasıl hissediyorsun?” diye sordu Terapist. “Tamamlanması gereken bir şeyler daha var diye hissediyorum, bir hayat daha var sanki ve o hayata da gitmememiz gerekiyor” dedi Hasan ve Terapist’in “Hadi o zaman bırak aksın” sözleriyle birlikte Balıkesirli genç subayın öyküsünü anlatmaya başladı…

Astral Boyut – Zaman Yok

Ölüm bile huzuru verememişti ona. Aşkını görüyor ama ona bir türlü ulaşamıyordu. Sanki arada bir zar vardı ve onun gitmesine izin vermiyordu. Umutsuzca dolaşmaya başladı yeryüzünde Balıkesirli genç subay. Ne yapacağını bilmiyordu. Derken ileride bir ışık gördü onu davet eden. Buraya gel, buraya gel diyordu sanki… Çok sıcaktı ve onu şifalandırmaya hazırdı…

İzmir – 17 Mart 2014

“Hasan, bu anlattıkların senin hayatın mı?” diye sordu yine sihirli sorusunu Terapist. Hasan sessizleşti ve “Hayır! Benim değil” diye yanıtladı. “Peki o zaman ne zaman gelmiş hayatına aklına ilk geleni söyle” dedi ona. “10 yaşında” diye yanıtladı Hasan. “Çanakkale Savaşları’yla ilgili bir yazı okuyordum ansiklopedide ve çok etkilenmiştim. Yüreğim titremişti. İlk o zaman gelmiş işte. Şifalanmak istiyormuş. Fransız asker deneyimi de titreşimimi uygun hale getirmiş ve benzer bir deneyimi olan ruhu çekmişim… Sonra Çanakkale’ye gittiğimde de çok etkilenmiştim, hüngür hüngür ağlamıştım. Askerleri görmüştüm orada…” şeklinde devam etti sözlerine. Terapist yanıtladı: “Etkilenmemek mümkün değil, hepimiz çok etkilendik, ben de çok etkilenmiştim Çanakkale’den… Ama burada şimdi yapmamız gereken bir çalışma daha var. Senin enerji alanında bu subay ve onun da kaynağa gitmesine yardımcı olalım.” “Sadece subay değil, askerlerim de burada” dedi Hasan. “O zaman onları karşımıza alalım” komutunu verdi Terapist…

Astral Boyut – Zaman Yok

Askerleri bunca zamandan sonra yeniden karşısına dizilmişlerdi onun. “Kumandanım” diyerek koşarak sarılıyordu Anadolu’nun nice güzel yerlerinden çıkıp gelişp şehit olmuş nice yiğit. Artık kumandanlarına da kavuşmuşlardı, nöbete devam edebilirlerdi bu topraklar üzerindeki… Ağlamaya başladı, hem de ne ağlama… “Şehit olamadım, affedin beni, yalnız bıraktım sizi” diyordu kumandanları… Gittiler sarıldılar ona, “senin dirin lazımdı memlekete nice hizmetler ettin, sil gözyaşlarını kumandanım” dediler… Ve kumandanları son bir emir vermek için ayağa kalktı…

İzmir – 17 Mart 2014

“Şu anda karşımdalar ve gözlerimin içine bakıyorlar… Hepsi korumaya devam ediyorlar bu toprakları… Gitmek istemiyorlar… Bizim yerimiz burası diyorlar…” dedi Hasan. “Savaş geçmişte kaldı ve torunları koruyacaklar buraları merak etmesinler, artık kaynakla kucaklama vaktidir onlar için… Dinlenmenin vakti… Özgürler ve hep birlikte gidebilirler… Onlara söyleyebilirsin bunu…” dedi Terapist…

Astral Boyut – Zaman Yok

Önce Haymanalı Seyit bıraktı silahını elinden, sonra Sındırgılı Ahmet, sonra da Gönenli Mehmet… Ardından bölüktekilerin birer birer… Çıkardılar üniformalarını ve kumandanlarının karşısında son kez haz’rola geçtiler… “Önce Allah’a sonra da torunlarımıza…” deyip bıraktılar kendilerini akışa… Önce şekilleri kaybolmaya başladı… Sonra parıldadı her biri ve kavuştular kaynaklarına kumandanlarıyla beraber…

İzmir – 17 Mart 2014

“Kaynağa kavuştu hepsi” dedikten sonra Terapist Hasan’a “Şimdi 10 yaşındaki seni al ve bütünleş onunla, büyüsün içinde” sözlerini söyledi. Hasan, onun dediklerini yaptıktan sonra gittikçe rahatlamıştı. Bir süre sonra hissettiklerini dile getirmeye başladı yeniden: “Karnımda kocaman bir boşluk vardı. Bir yokluk hissi… Yaşamak bile istemiyordum aslında. Harekete geçmek, sorumluluk altına girmek istemiyordum hiç. Bu yüzden hep kaçtım ve erteledim. Yapabileceklerimin çok azını yaptım. Hep suçlu, yetersiz, değersiz hissettim ve bunu bir türlü atamadım üzerimden…” “Şimdi nasıl hissediyorsun kendini?” diye sordu Terapist. “Karnımdaki o boşluğa altından bir enerji doluyor. İçimdeki tüm boşluklara doluyor sanki bu enerji. Artık ayağa kalkabileceğimi hissediyorum tam anlamıyla… Çok mutluyum… Yapacaklarım için de hazırım artık…” diye yanıtladı Hasan. “O zaman kendini hazır hissettiğinde gözlerini aç, çalışmamız tamamlanmıştır… Bir, iki üç” deyip parmaklarını şıklattı Terapist…

İzmir – 18 Mart 2014 Saat 3:21

Kanepede bir süre daha oturdum ve sonra da gözlerimi açtım… Üzerimden nasıl bir yükün kalktığını, kendimi nasıl rahatlamış hissettiğimi anlatmam kolay değil. Ama biliyorum ki bu çalışmanın tam anlamıyla hayatıma nüfuz edebilmesi haftalarımı alacak… Fakat dönüşümün sonuçları harika olacak… Saat 10’da oturdum bu yazıya ve beş buçuk saattir aralıksız yazıyorum… Okuduklarınız belki geçmişte gerçekten birebir yaşandı, belki de bazıları sadece benim yarattığım anılardı. Bunların gerçekliğinden hiçbir şekilde emin olamayız. Hatta okuduklarınız güzel anlatılmış bir hikaye olarak da gelebilir sizlere… Her türlü görüşe saygım sonsuz… Benim için tek bir gerçek var, anlattıklarım benim enerji alanımda yaşıyorlardı ve benim için gayet gerçeklerdi öyle ya da böyle… Benim hayatımı etkiliyorlardı özellikle de özündeki suçluluk, yokluk gibi duygular ile… Nice güzel şeyler öğrenmiş ve deneyimler kazanmış ruhum tüm bu yaşananlardan…

Bu harika senaryoyu yaratan Yaradanımıza, senaryoda rol alan tüm güzel varlıklara, artık kaynağımızla bütünleşmiş herkese; Louise Philip’e, Balıkesirli Subaya, Napolyon’a, askerlerime, Çanakkale’deki şehitlerimize, Habil’e ve tüm bu süreci regresyon terapisiyle ortaya çıkartıp şifalandırma sürecini başlatan ve nice güzel ruhun kaynağıyla buluşmasına yardımcı olan sevgili Terapistime sonsuz sevgilerim ve teşekkürlerimle…

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...