Doğum bir travmaysa, aynı zamanda bir ölüm müdür? Dünya’ya doğmak bütünde ölmek midir? Bedenin ölümü ruhun bütünde doğumu mudur? Eğer zaten yok olmuyorsak ölmek diye bir şey hiç yok mudur? O zaman doğum nedir? Tüm bu sorular spritüel geçmişimin başından ortasına değin kafamın içinde kalıp, beni daha fazlasını anlamlandırmaya, hatırlamaya, hatta öğrenmeye sevk etti.

Kafası Karışık Çocuk…

Önce ölümü merak ettim. İçinde kendi ölümüm ve korku olmayan bir merakla. Hatta çocuk aklımca nedense çok da güzel geldi bana. Herkes seni özlüyordu. İyi hatıralar konuşuluyor kötülere sünger çekiliyor arkandan törenler düzenleniyordu da şu ağlama işine aklım basmıyordu.

İlk kez ölü bir insan bedeni gördüğümde, “Bunun sadece içi boşalmış. Pili biten bebeğim gibi olmuş,” dediğim için yediğim tokat, ölüm ve ölen kişi hakkında dikkatli konuşmak gerektiğini öğretti bana. Ölüp de nereye gidildiğine dair bir merakım da olmamıştı; ama neden gömüldüklerini de kendimce anlamıştım. Çocuk aklımca onların doğaya dönmeleri bana çok anlamlı gelmişti. Dünya’ya başka bir formda geri geleceklerdi: Hani ağaç olacaklar, çiçek olacaklardı; yeniden doğacaklar ve bilgeliklerini göstereceklerdi. O yüzden sevdiğim insanlar öldüklerinde, “ne ağacı ya da hangi çiçek olur?” diye düşünürdüm. Bu yüzdendir ki ilk defa yeniden doğmakla ilgili ruhsal bilgileri duyunca çok şaşırmamış ama içeriklerini öğrenince kendimi çok aptal hissetmiştim. Tabii ya ben bedenin yeniden doğumuna takılmış ruhun varlığını fark edememiştim. Hadi ben bir çocuktum da, yetişkinlere ne demeli? Onlar, bedenin ruhu deneyimlediğini sanırken; aslında ruhun bedeni deneyimlediğinin farkında değillerdi.

Gün geldi doğumu öğrendim. Aynı ölümdeki gibi ritüelleri vardı, hoşgeldin bebek demek için. Ama çocuk aklım gene anlamamıştı. Annesi gebeyken de bebek bizimleydi. Biz onu zaten görüyorduk annesinin karnı kocaman olduğunda biliyorduk da neden kucaklayana kadar varlığını kabul etmiyorduk? İlla birine benzemesi gerekiyormuş gibi konuşmalar da kafamı karıştırıyordu; çünkü bence hepsi birbirine benzeyen bu küçük insanlar zaten çirkin ve sürekli ağlayan oyuncak bebekler gibiydiler ve üstelik pilleri de bir türlü bitmiyordu. Hadi ben çocuktum da, peki ya yetişkinlere ne demeli? Onlar doğan her bebeğin sadece beden kullanmakta acemi, ama deneyimde usta olduğunun farkında değillerdi bile. 

Sonra hayvanlara bakınca işin rengi iyice değişti. Çünkü hamilelikleri bir hastalıkmış gibi geçmiyor, doğumları dünyayı değiştirmiyor, ölümleri ile de dünya durmuyordu.

Günlerden bir gün, bu kafası karışık çocuk büyüyüp hala cevaplarını bilmediği soruları ve törpülenmemiş egosuyla ergin olup evlendi.

Uykuya Geçiş….

Dünya deneyimlerinin ders verme biçimini hep sevmişimdir. Çok aradığın cevapları kitaplarda değil, yaşamın içinde bulursun. Bir de bakmışsın ki soruların hayatının gerçeği olmuş, cevapların da çoktan seçmeli sınavları… Ben de aynen bunu deneyimledim, al sana, yaşa ve öğren durumunu… Nitekim evlenip hemen hamile kaldım. Hamilelik garip bir süreçmiş. Hormonların idare ettiği bu süreci aklı başında tamamlamak nerdeyse mümkün değilmiş.  Yıl 89, ben 19 yaşında, kafada kavak yelleri. Gerisini siz hayal edin. Sen uçmak, kaçmak, coşmak istesen; hormonlar yat aşağı diyince akan sular duruyor. İlk altı hafta ve gebe olduğuna beden ikna ediliyor, ama zihnin durumu kavraması yedinci haftaya denk düşüyor. Buna da hormonlar yardım etmese korkarım ki gene duruma uyanmaz insan hani. Onikinci haftanın sonuna kadar annenin zihnen ve fiziken saçmalamasını engelleyen patron (hormonlar) seni fazlaca uyutup, yavaşlatıyor ki bebek hayati organlarını yapılandırabilsin.

Bizim hikayemizde bebek baktıki bu kalın kafa, duruma çok ikna değil “ben gideyim abi” dedi ve düşük tehlikesi ile hastanelik olduk. “Aman noluyo bu benim imalat nereye gidiyor ?” paniği ile törpüsüz egom hızlıca devreye girip konuya dahil oldu ve tehlike bertaraf edildi.

Beşinci aya gelindiğinde, bu defa böbrekler taş üretmeye başladılar ki bence çok mantıklı. Baktılar herkes bişi yapıyor bir üretim, bir yapılanma; “eksik kalmayalım biz de birşeyler yapalım” demiş olmalılar. Bebek hop “Gene ben gidicem, durmam buralarda” diyiverdi. Bu defa erken doğum tehdidi ile hastenelik olduk.

Bu beş ayda sadece bebek büyütmemişim, egomu da büyütmüşüm. Canım doktorum gelip benimle ulvi bir konuşma yapmaya gayret etti: “Ben herşeyin doğallığına inanırım. Müdahale etmeyelim. Bebek kararlı ve güçlü ise kalır. Değil ise bırakalım doğsun.” dedi. Aman efendim ne demek müdahale etmemek. “Bu bebek BENİM ve doğacak hem de gününde!” dedim ve olaya egomla el koydum. Tabii egom yetmedi biraz da ilaç takviyesi ile.

Dokuzuncu aya gelindiğinde herkes şaşkın ben kararlı doğuma hazırdık.  Tam dokuncu ayın dokuzuncu gününde doğum başladı. Doğum, doğal bir olay ben de buna halen çok inanırım da ben doğal ve normal değildim ki. Herşeyi kontrol eden egom olayı ele aldığı için; annelerin hastaneye geliş sıralamasından, benim sancıların sıklaşmasıyla gideceğim odaya ve hatta doğuma katılacak hemşirenin bile kim olacağına varan kontrol ve plan listem, eminim Tanrı’yı güldürmüş olmalı.

Doğum…

Gayet normal seyrinde giden doğum sancılarım, rahim onbir santim açılmışken (Burada artık bebek çıkıyor olmalı,) bir anda durdu. O dakkadan itibaren geçen yirmiiki dakikada herşey boşlukta uçuşur gibi oldu. Doktorum anında bebeğin sıkıntıda olduğunu ve kalp atışının durduğu fark edip beni hazır bekleyen ameliyat odasına taşıyıp, hızlıca sezeryanla bebeği aldı. Sonrası Alfred Hitchcock seneryosundan fırlamış kahramanlar gibiydim. Anestezi etkisinde tepki veremez ve konuşamazken, bebekle ilgili konuşmaları duyup sessiz çığlıklar ve görünmez öfke nöbetleri geçirdim. “Hayır ölmeyecek! Hayır o benim bebeğim yaşaması lazım” diye ellerimi sıkıp avuçlarımı kanatıyordum. Ve o yaşadı…

Doğumdan sonraki süreç ders içinde ders ve hikaye içinde hikaye dolu oldu. Zeynep Kamil Hastanesi’ne kaldırdığımız kızımız, uzunca bir süre prematüre servisinde küvöz de kaldı. Hergün ölecek denmesine rağmen 21 gün sonra 1.050 gr’a düşmüş hali ile taburcu oldu. Üç ay da çeşitli hastanelerde tedaviler oldu.

Gittiğimiz her yeni doktor, onu ilk görüp, “Metin olun, daha gençsiniz” dediğinde; EGO’m “Bak bakalım kimmiş, Metin. En sevdiğim adam YAMAN!” diye diye on aylık ettik kızı.

Zor bir bebek ve zorlu bir anne olarak geçen on ayı, “Yaşaması lazım çünkü benim ve ben onu çok seviyorum,” başlığı altında topluyorum.

O kafası karışık çocuğun bulguları, algıları, sentezlerive soruları yok olmuş. İnsanı deneyimleyen ben, yaratımın tamamen EGO üzerine kurulu olduğunu bizzat yaşıyor; ama ne fark ediyor, ne farkında olabiliyordum.

Ve Uyanış…

Kızım için çok sakin ve huzurlu olduğu bir gece yatmadan önce hep yaptığım gibi onu seyrederken eski dostum sorular aklıma üşüşmeye başladılar. Her zaman gördüğüm yüzüne, bu defa gerçekten gören gözlerle bakmaya başladım. Aklımdan binlerce soru geçiyordu:

Acaba ne hissediyor?

Acaba acı hissediyor mu?

Acaba bir yeri ağrıyor mu?

Acaba burada olmaktan mutlu mu?

Acaba beni seviyor mu?

 Peki neden beni seçti?

Acaba beni mutlu etmek için mi yaşıyor?

…Bu soru da bir anda UYANDIM!

Allahım ben ne yapıyorum? Sadece ben onu sevdiğim ve istediğim için acı çekiyor olabilir mi? Benim sevgi adına ortaya koyduğum şey bir başka canlının yaşam hakkına müdahale etmek olabilir mi?

Uzun bir sessizlik ve akmayan gözyaşları…

Ve Ayrılış…

Ağzımdan şu cümle o kadar doğal çıktı ki: Allahım, eğer bütün bunlar benim öğrenmem ve görmem içinse, anladım. Artık kimse acı çekmesin. Neyse doğrusu yolun onu hakkıyla yürüyeceğim.

Kızım, ertesi sabah doğduğu hastane de öldü…

Cevaplar…

Bir zamanlar kafası karışık bir çocuk vardı ve o, ölümü merak etmişti ve ağlama işini hiç anlamamıştı.

Kızımın öldüğü gün, aynı çocuk içimden çıktı ve cevaplarını kitaplardan değil; yaşamdan öğrendi ve evet ağlamadı. Çünkü gidene değilmiş o gözyaşları; kalanlar içinmiş. Burada kalan ben ise ağlamayacak kadar kendinden korkmuş ve şaşkındım. Giden bilge ruha ağlamakla teşekkür edemeyeceğimin de bilincideydim. Ama o teşekkürün yolu neydi? İşte orada kaybolmuştum.

Sonraki günler hızlıca geçti. Ben hala bilge bir ruhu, yaşamımdaki varlığı için kutsamak adına ne yapacağımı bilmez haldeydim; ama aynı zamanda hiç olmadığım kadar da kendimi güçlü hissediyordum. Tabii ki bu benim hikayem, olayın kendi tarafımdan görünenlerini paylaşıyorum; ama sonuçta bu süreçte yalnız değilsiniz ve kayıp sadece sizin değil.  Annem benim için ağlıyordu; yaşadığımı düşündüğü kaybım için. Bana bakan herkes duygudaş oluyor, kendi çocuklarına sıkı sıkı sarılıyordu. Belki bu süreçte en çok yıkılan kişi, eşim oldu. Ama gördüğüm tek şey: Herkes vicdan muhasebesi ve keşkeler içindeydi. Hayatı tekrar sorguluyor ve bana gereksiz bir ihtimam gösteriyordu. Bunun için her birine hem minnetarım, hem de teşekkür borçluyum.

‘Yeni’ye Doğuş…

Yaklaşık bir yıl kadar sonra gerçekten yalnız kalabildiğim nadir anlardan birinde, kafamdaki sorulara dönüp bakabildim. Yaşadıklarımı hızlıca gözden geçirdim ve bu defa içiimi hiçbir duyguyla boğmadım. Anladım ki benim hep sorularım olmalı cevaplarını kovaladığım. Çünkü sorular beni dik tutuyor, hayatımı anlamlandırıyor ve onları kovalarken öğrenmemi sağlıyor. Ondokuz yaşımda uyudum ve ondokuz ay süren bir rüya gördüm. Hızlı tekamül bu olsa gerek, o rüya da yaşadıklarımdan öğrendiklerimle YENİ BEN’i doğurma zamanı gelmişti.

Yeniden sorularıma sarıldım: Ben kimim? Neye hizmet ediyorum? Bana kim hizmet ediyor? Neyin parçasıyım? Hayattaki amacım ne? Ben yolu doğru yürümeye söz verdim de o yol kime göre doğru? Benim doğrularım ne? Ve daha binlercesi…

Tek eylem bir planı koydum önüme: ‘Yeni Ben’e doğmak. Elbetteki her doğum gibi sancılı oldu. O zaman öğrendim neye doğulduğunu ve doğumu. İnsan hayata doğarken annesindeki kordondan kopuyor, Bütüne doğarken bedenindeki gümüş kordondan kopuyor. Ben Yeni’ye doğarken travma ve kalıplarımdan oluşan kordonumdan koptum.

Ondokuz ayda bana hızlı bir tekamül yaşatan o bilge ruha apabileceğim en iyi teşekkürün, yaşarkenki doğumum olduğunu ve tek imalatımın kendim olabileceğimi bilmekle gösterilebileceğini keşfettim. Bunu keşfettiğim o anda da ağladım, hem de salya sümük. Ruhumu bu bedende özgür ve farkında kıldığımda ağladım. Kayıplarıma değil kazançlarıma ağladım. Ben gözyaşlarımı gerçekten sevgiyle ve mutlulukla akıttım. Çıkan her damla, törpülenen egomun parçalarını da götürdü. Egomun sivri çıkıntılarını  hayatın akışına takılmasın, kırılmasın diye değil; akışta süzülebilmek için törpüledim. Hala her güne ‘Yeni Ben’e uyanmak olarak bakan bir ‘ben’e dönüştüm…

Ve yolculuğum halen devam ediyor, edecek de…

Hayatlarımıza giren tüm bilge ruhlara sonsuz teşekkürlerimle….

Ebru Tandoğdu