Son günlerde hangi özel televizyon kanalını açsanız, karşınızda ya bir müzik, ya da tiyatro yıldızı olmak adına kıyasıya birbirleriyle yarışırken, içsel dürtülerini bastırmaktan yürekleri şişmiş bir insan grubunun içler acısı durumu ile karşılaşıyorsunuz. Bir yandan insanların saçma sapan işlere ayırdığı zamana acıdığınızı dile getirirken, öte yandan gizliden gizliye izlemeye devam ediyorsunuz.

 

Medyanın her adımını yakından izlediği ve neredeyse karşı görüşte olanı düşman ilan ettiği bu tür yarışmalar yaşamımıza yeni girmedi. Star yarışmalarında olduğu gibi, aydın kesimi ikiye bölen başka yarışmalar da izledik yakın geçmişte. Ülkemizde “Biri Bizi Gözetliyor” adıyla yayınlanan ve bir yarışma olduğu söylenen programın eskimesi çok sürmedi. Kısa zamanda eskiyen format, yerini “Biz Evleniyoruz” adlı ve yine adına yarışma denilen bir şeye bıraktı.

 

“En Zayıf Halka” adlı program tüm bu keşmekeş içinde, insan doğasını göstere göstere yaralayan biçimiyle kısa zamanda yayından kalktı. Biliyorum, eli kalem tutan pek çok insan bu konularda defalarca yazdı, görüşünü belirtti. Biliyorum bu konuda ahkam kesmek bana düşmez…. Ben yine de bu konuda bir şeyler söylemek istiyorum.

 

Bu tür yarışmalar sadece bizim ülkemizde geniş yankılar uyandırıyor olsaydı, belki de konuyla ilgilenmeyecektim bile. Oysa bakıyorum, yarışmalar zaten gelişkin olduğunu iddia ettiğimiz ülkelerde hazırlanıyor ve sonra başka ülkelere pazarlanıyor. Haydi diyelim ki bizim insanımız cahil, işsiz güçsüz, biraz da saf. Diyelim ki o gelişkin ülkeler bizleri sömürmek için bu tür yarışmaları bizler gibi az gelişmiş ülkelere pazarlıyorlar. Bakıyorum BBC gibi ciddi bir kanalda bile bu tür yarışmalar yayın akışı içinde gerçekten değerli saatlerde yayınlanıyor ve ciddi bir izleyici kitlesi tarafından beğeniyle seyrediliyor. Anlaşılan o ki, işin içinde gelişkinin az gelişkini sömürmesinden farklı bir şeyler de var bu olayda.

 

“Neler oluyor bu tür yarışmalarda” diye merak ettim ve bir kaçını izlemeye başladım. İlk olarak birinci ve ikinci “BBG” yi izledim. Ayrı kültürlerden, değişik bakış açılarından gelmiş 15 genç insan, ailelerinden neredeyse tamamen kopuk, tanımadıkları başka insanlarla her şeylerini ortak olarak paylaşacakları bir eve girip yaşamaya başlıyorlar. Taksicilikten kazandıkları parayı diğerleriyle paylaşıp, karınlarını doyuruyorlar.
“Biz Evleniyoruz” da format biraz daha farklı. Üç erkek ve bir sürü kadın var. Erkekler ayrı bir evde yaşıyorlar ve günün belirli saatlerinde kızları ziyarete gelip, evlenmek için uygun görecekleri bir bayan aradıklarını tüm ülkeye açıkça beyan ederek kızları tanımaya çalışıyorlar. Yine birbirlerinden başka kimseyle ilişkileri yok. Birinin diğeri ile azıcık ortak yönü olsa, seçeneksizlikten kaynaklanan bir yakınlaşmanın olmaması olanaksız. Sonra “Popstar” başladı. O hepsinden farklıydı.

 

Üç ünlü ve bir de o ünlüleri denetlediği söylenen bir adamla toplam dört kişiden oluşan bir jüri, aylar boyunca ülkenin dört bir yanında, yüzlerce “popüler yıldız” adayını dinleyip 15 tanesini haftada iki gece televizyonda boy göstermeye değer buluyor. Bu gençler nerede ve nasıl olduğunu bilmediğimiz bir biçimde bir arada yaşayıp, çeşitli eğitimler alıyorlar. Her hafta sonu yeni bir şarkı, dans/şov ve giysiyle karşımıza çıkıyorlar. Bu yarışma sayesinde tüm ülkede kılı kırk yarmasıyla ünlenmiş bir jüri üyesinin çeşitli hakaretlerine maruz kalıp, acı ve kederden şişmiş yüreciklerini saklamaya çabalayarak, yutkunup “evet efendim, haklısınız, daha iyi olmaya çabalayacağım” gibi bir şeyler zırvalıyorlar. Bir yandan “bu hafta kalabilecek miyim” diye düşünürken, öte yandan iyi performans sergileyememiş arkadaşına empatiyle yaklaşıp, o adayın bu beceriksizliğine gerçekten üzüldüklerini hissettiriyorlar.

 

Son olarak “Akademi Türkiye” adlı programı izlemeye başladım. Benzer yarışmalar gibi görünseler de onların da biçimi çok farklı. Bir kere bu gençlerin bir arada yaşadıkları evi de izlettiriyorlar insanlara. Tıplı “BBG” evlerinde olduğu gibi, bu gençlerin özel yaşamlarında birbirleriyle olan ilişkilerini de gözler önüne sermeleri, bir akademi havası yaratarak, bu çocuklara -bizlere de tanıtılan uzmanlarla- verilen eğitimler, jürinin daha yapıcı olması gibi unsurlar, bu yarışmayı daha fazla izlenir kılıyor sanıyorum. Başka yarışmalar da var. Ben onları izlemiyorum. Zaten amacım da yarışmaları birbirleriyle karşılaştırmak değil. Bu yarışmaları farklı bir yönden incelemek.

 

Bu tür yarışmaların neredeyse tüm özel kanallarda, en önemli saatlerde yayınlanma sebebi neredeyse açık ve net bir biçimde ortada. Medyanın, “maliyeti en aza indirgenmiş ve en fazla izleyici dolayısıyla reklam sağlayan programlar yapmak” isteği. Yani çok parayı az emek ve masrafla kazanmak arzusu.

 

Bu tür yarışmalara baktığımızda, ilk ikisinde bir iki sunucu dışında gerçekten para harcanmasına sebep olacak hiçbir şey bulamıyorsunuz. Bir ev tutuluyor, içine 15 yatak ve diğer eşyalar konuluyor. Birkaç açıdan onları izleyen sabit kameralar yerleştiriliyor ve hafta sonunda yapılacak bölüm için de bir stüdyo ayarlanıyor. Yani maliyet neredeyse yok. Buna karşılık, program izlenme rekorları kırıyor. Yani getiri çok yüksek. Yarışmanın sonundaki para armağanıysa, getirdiklerinin yanında devede kulak. Diğerleri biraz daha maliyetli. Jüri üyelerine ödenen paralar, yolculuklar için yapılan harcamalar, seçmelerin yapıldığı salonlara ödenen ücretler, daimi stüdyo ve tabii gençlerin beslenme, barınma gibi temel gereksinmelerinin yanı sıra sahne kostümleri ve eğitimleri için harcananlar da var. Yarışma sonunda ise para ödülü yok. Kazanan bilmem nereye eğitime gönderilecek. Bu da diğer ödüllerle karşılaştırıldığında hiç de maliyet sayılmaz. İzlenme oranı ise o kadar yüksek ki, reklam gelirleri tüm bu giderleri seve seve yaptırıyor yapımcılara.

 

Yarışmacılar açısından da durum belli. Bu gençler söyleseler de söylemeseler de, asıl arzuları yarışmayı kazanıp verilecek olan büyük ödülün sahibi olmak. Tüm ülke tarafından tanınmak, büyük kitlelerin sevgisini, en azından beğenisini kazanmak. Böylece, bizlerden kazandıkları paralarla, lüks içinde yaşayıp, yine de bizlere tepeden bakan ünlüler dünyasında kendilerine bir yer kapmayı umuyorlar. Belki bazıları da sadece eğlence ya da macera olsun, yaşlılıklarında torunlarına anlatabilecekleri değişik bir şeyleri olsun diye gelmişlerdir.

 

İlk günlerin çekingenliği ve yabancılık ortadan kalktıktan sonra, birbirlerini tanımaya başlayan bu gençler, kendi aralarında iletişim kurmaya başlıyorlar. Bastırılan kişiliklerin gerçek anlamda ortaya çıkması da bu yakınlaşmalardan sonraya denk geliyor. Sevgi dolu olanı, öfkelisi, korkağı, adili, bencili…. her biri kendi eteğindeki taşı dökmeye başlıyor.

 

Bazıları gerçek dostluklar kuruyor. İçten içe birbirlerine aşık olanlar bile var. Aynı evde sürekli birarada olup her şeylerini paylaşan ve dış dünyadan neredeyse tamamen kopuk olan bu bir avuç genç, isteseler de istemeseler de birbirlerini gerçekten sevmeye ve işin bir yarışma olduğunu görmezden gelmeye başlıyorlar.

 

Halkın ilgisini çeken kısım bundan sonra başlıyor. Her bir insanın bir favorisi oluyor. Zaten yarışma dediklerinin amacı da bunu sağlamak. Sizin bir favorinizi olacak, siz ona olan desteğinizi SMS ile bildireceksiniz. Televizyon az maliyetli çok getirili bu program sayesinde bir de bu SMSlere ödenen paydan yararlanacak. İzleyiciler bu durumun farkındalar. Yine de SMS göndermeye ve bir türlü bitmek bilmeyen final konuşmalarına bile katlanarak yarışmayı izlemeye devam ediyorlar. Peki ne oluyor da, neredeyse tüm ülke, bütün bunlara karşın kendini yarışmayı izlemekten alıkoyamıyor?

 

Bana kalırsa, bütün bu olumsuzluklara rağmen, yine de programların izlenmesi içerdikleri sinerjiden kaynaklanıyor. Her nasılsa, gerçek bir sevgi ve dostluk mesajı var bu yarışmalardan seyirciye akan. Evet, bu gençler de gruplaşıyorlar… evet, bu gençlerin aralarında da birbirlerinden uzak durmaya çabalayanlar var… Evet, onlar da birbirlerine kızıp öfkeleniyorlar… Bütün bunların yanı sıra, birbirlerine destek oluyor, yarışmadan ayrılmak zorunda olan arkadaşları için derin ve gerçek bir üzüntü sergiliyor, gözyaşı döküyor, ayrılık anında tüm olumsuzlukları unutup, birbirlerine sevgi ve gönüldeşlikle sarılıyorlar.

 

Eleme bitiyor, yeni bir hafta başlıyor, hummalı bir çalışma, paylaşımın farklı boyutları, evde yaşanan ve diğer evlerdekinden hiç de farklı olmayan günler yeniden başlıyor. İçeride bir sevgili bırakarak çıkan bir adayın bıraktığı sevgili de dahil, hiç biri, yeni bir final gecesine dek giden arkadaşını düşünmüyor, vakti yok ki düşünsün. Başarmak için çalışmak gerekli demişti jüri üyesi hanım ya da bey. O da çalışıyor. Bu hafta sonunda yarışmadan elenmemek için çalışıyor. Diğer arkadaşına da destek oluyor elinden geldiğince. Onun da elenmesini istemiyor. Onu seviyor, onunla dertleşiyor, onunla paylaşımı var. Hatta en sevmediği yarışmacının bile elenmesini istemiyor içten içe. O elenirse, onunla dostluk kurmuş olan ve kendisiyle hiç de iyi anlaşamadığı adayla daha yakın ilişkiler içine girmek zorunda kalabileceğini düşünüyor ve arkadaş değil de gerçekten rakip gördüğü adayın da kalmasını umut ediyor sessizce.

 

İzleyici kitlesi, bu küçücük insan grubu içinde, aslında tüm dünyanın nasıl yaşadığını ve kendisinin dünyaya ve insanlara bakış açısını ayrımsıyor. Bilinçli bir ayrımsama değil bu. Her bir kişi, kendinden bir şey buluyor. Yapılan bir haksızlık varsa, bunun kendisine de daha önce yapıldığını anımsamasa da, hücre hafızasına kayıtlı bu enerji mağdur olan adaya sebebini bilmediği bir sempati duymasına sebep oluyor. “Ezilenin yanında olmak, ona destek sağlamak” isteği sanıyor bu içinden gelen durdurulamaz tepkiyi. Sarılıyor telefona, bir SMS gönderiyor ezilenin lehine. Biri diğerine hoş ve sevimli bir davranışta bulunduğunda, içten içe “keşke bana da böyle bir jest yapan arkadaşım” olsa dediğini fark etmeden, jesti yapanla gönüldeşlik kuruyor. Alıyor telefonu, yarışmacının numarasını tuşlayıp yeni bir SMS gönderiyor. Aslında keşke bana da böyle davransaydın düşünce enerjisinin sessiz dile getirilişi o SMS.

 

Jüri üyelerinden biri aday olan kişiyi azarladığında, kendi amiri ile olan sorunun içsel bellekte kayıtlı enerjisi hareketleniyor.. Kim bilir kaçıncı kez kendisini haklı haksız eleştirmiş olan amiriyle, bu jüri üyesinin aynı enerjiyi taşıdığını ve bu yüzden aynı biçimde davrandığını sezinliyor, bunları sözlere dökmeye çabalamadan. İçini bir ürperti, bir sıkıntı kaplıyor, azarlanmış olan zavallı adaya acıdığını zannedip telefona uzatıyor elini. “Ya neydi bu çocuğun numarası” diye soruyor evdeki çocuğuna. Ne de olsa bu tür aptal programlar büyükler için değildir. Çocukları eğlendirir bu yapımlar. Çocuğu dönüp “ben ne bileyim, hiç izlemiyorum ki” dediğinde bile fark etmiyor aslında bu programı evde yalnızca kendisinin izlediğini. Sunucu kız adayın numarasını yineleyene kadar bekliyor sabırsızlıkla. Sunucu söylerken o da telefonu tuşluyor ve sonunda basıyor “gönder” tuşuna. İçini bir rahatlık kaplıyor. Farkında olmadan amirinden intikam alıyor ve öfke yüzünden sıkışmış enerjisi serbest kalıyor. Bir kısa mesaj, o kızdığı amirin karşısında aylarca dimdik ayakta durmayı garantileyecek negatif enerji boşaltımı sağlıyor. İçi yeniden olumlu enerjilerle kabarıyor.

 

İzleyici henüz “popüler yıldız” adayı olmaktan öteye geçememiş bu gençlerin gerçek yaşamlarını da merak ediyor. Mutlaka oralarda da kendilerinden bir şeyler bulacağını biliyor. İşin şatafatlı, eğlenceli final kısmı bittikten sonra, böyle davrandığını başkalarının görmemesini/bilmemesini umut ederek, onların yaşadığı evi gösteren kanala kaydırıyor dikkatini. En heyecanlı macera filmini izler gibi merakla izliyor olan biteni. Her kendinden bir şey bulduğunda, içeride sıkışmış başka bir enerji patlayıp dağılıyor. Giderek daha çok rahatlayıp gevşiyor. Kişi sezgisel olarak bunu biliyor. Mantığı ise hiç oralı olmuyor. Bu davranışından utanç duyuyor. Böyle ucuz, hafif, anlamsız bir yapıma zaman ayırması tuhaf hatta gülünç bulunacak zannediyor. Bunun film, tiyatro ya da maç izlemekten farklı olduğunu fısıldıyor kendisine. Uzun zaman saklıyor diğerlerinden bu programı seyretmekten keyif aldığını. Kendisinden bir şeyler bulup, farkında olmadan serbest bıraktığı ve rahatlamasını sağlayan program, yine toplumsal kaygılar yüzünden enerjisinin sıkışmasına sebep oluyor.

 

Aradan zaman geçiyor. Adaylar azalıyor ve yarışma kızışıyor. Gazeteler, dergiler ve hatta bir çok televizyonun ana haber programı bu gençlerin, yarışma öncesi yaşamlarını araştırmaya, kameraları ailelerinin, arkadaşlarının ve geçmişteki hatalarının üzerine zumlamaya başlıyor. Adeta gerçek bir yıldızmış gibi davranıyorlar bu gençlere. Bir yandan yıpratmaya çalışıyormuş gibi yaparken, öte yandan insanların meraklarını biraz daha tetikleyerek, programın daha da fazla insan tarafından seyredilmesini sağlıyorlar kimseye sezdirmemeye özen göstererek. Üstelik gençlerin de reklamını yapmış oluyorlar. İleride onların sırtından para kazanacaklarını biliyorlar.

 

Utancı yüzünden enerjisi sıkışan izleyici bir de bakıyor ki, kendisi gibi düşünen yüzbinlerce insan, tam da kendisi gibi gizliden gizliye ilgileniyor olanlarla. Sıkışan enerjisi yeniden serbest kalıyor. İçi hoşlaşıyor. Mutluluk enerjisi bedenini doldurmaya başlıyor.

 

Evet, bana kalırsa, bu programların bu kadar ilgi çekmesi, henüz star olmamış, olmak için deli gibi çalışırken, arkadaşlarını sevmeyi ve desteklemeyi unutmamaya özen gösteren, yani onlar (starlar) gibi olmamış olan insanların yarattığı enerji ve sinerjinin, izleyici tarafında oturan bizlerdeki sıkışmış çeşitli enerjileri açığa çıkartıp rahatlamamıza yardımcı olmasından kaynaklanıyor. Bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde rahatlıyoruz hep birlikte.

 

Dünyanın tamamını ve elbette kendimizi gerçekten tanıyoruz bu küçücük topluluklarda.

Zeynep Alan Sevil Güven