Evet, var böyle bir müessese. Hepimizin ucundan kıyısından üye olduğu. 

 
Geçenlerde arkadaşlarla toplanmış yemek yiyoruz. Mekân güzel, yemekler leziz, üstelik mecburiyetten değil birlikte iyi vakit geçirmek istediğimiz için toplanmışız. Daha ne olsun?
 
Sohbetlerin biri bitip öbürü başlarken, bir an geri çekildim ve neşeli masamıza dışarıdan baktım. Konuşulanların yarıdan fazlası olumsuzluklardan ibaretti. Biri sevmediği patronunun “zevksiz” giyim tarzından bahsediyordu örneğin, öteki daha önce gittiği bir restoranın havasızlığından, bir başkası geçen kışın ne kadar kötü geçtiğinden, bunaltıcı yaz sıcaklarından…
 
Birbirimizi uzun süredir görmemiştik ve konu, geçen zaman zarfında yaptıklarımıza geldi. Yazıp çizdiklerimden, yogadan konuşurken Hindistan’dan laf açıldı. Neler yaşadığımı çok merak ediyorlardı. Tam nereden başlasam diye küçücük bir an duraksamışken ilk soruyu duydum: “Çok pis miydi?”
 
Aslında ben, Hindistan’da öğrendiğim en güzel şeylerden birinin “Zehirleme, besle!” ilkesi olduğunu anlattığım bir giriş yapacaktım. Oysa sohbet birden ülkenin o kadar da pis olmadığına, hatta pek çok kişinin hayran olduğu Paris sokaklarının belki daha fazla mikrop barındırabileceğine, odalarımızı, yoga salonunu, mutfağımı kendimiz temizlediğimize, ilk bir ay çamaşırlarımızı elde yıkadığımıza… kaydı. En son, “Gittim, orada yaşayanlara baktım, herkes çok mutlu ve sağlıklı görünüyordu. Ben neden mutlu olmayayım, dedim ve orada hayatımın en dolu, en huzurlu altmış gününü geçirdim,” dedim. Başka da bir şey söylemek, o sırada içimden gelmedi.
 
Son birkaç yıldır çevremde pek çok arkadaşımın önemli kişisel dönüşümler yaşadığına şahit oluyorum. Bunlardan bir kısmı bu dönüşümü yalnızca kendine odaklanarak yaşıyor. Ne kendini daha önde (!) olanlarla kıyaslayıp telaşa düşüyor, ne de geride bıraktıklarına bakıp burun kıvırıyor. Yalnızca attığı adımlara, kendi varlığına, gelişmesine, iyileşmesine bakıyor. 
 
Her şey tersiyle var olmaz mı, bunun da tersi var elbet. Bazısı da kişisel gelişimini, gelişmeyenlerden şikayet ederek, bir türlü anlaşılamadığından yakınarak, gerçekleştirdiği kendisine göre özel işleri vurgulayıp -ona göre- sıradan olanı dışlayarak yaşıyor.
 
Bu, nedir biliyor musun? Kibir. Gelişimin önünü tıkayan, aydınlığa gölge saçan, güzeli çirkinleştiren kibir.
Diyelim ki pastel boyayla resim yapıyorsun, işin bu yani, yıllarını vermişsin pastelde uzmanlaşmaya. Sonra bir gün o da ne, yağlı boyayla tanışıyorsun. Meğer doğru yol buymuş, hakikat yağlı boyadaymış, diyorsun. Ne güzel. Büyük bir mutlulukla başlıyorsun yağlı boyayla tablolar yapmaya. Başlangıçta biraz zorlanıyorsun ama kararlı ve  disiplinli bir öğrenci olarak adım adım ilerlediğini fark ediyorsun. İlerledikçe kendine güvenin artıyor. Acaba biraz da boyun mu uzuyor çünkü pastel boyalı arkadaşlarına sanki artık biraz daha yukarıdan bakıyorsun. Sonra zaman geçiyor. Yağlı boyayı öve öve bitiremiyorsun. “Daha önce aklım neredeymiş?” diye düşünüyorsun hep. Pastel boya kullananlarla görüşmek bile istemiyorsun, girdiğin her ortamda pastelle ilgili her şeyi eleştiri yağmuruna tutuyorsun. Belki gerçekten yağlı boya daha iyi, güzel bir yoldu ama sen, kendi dilinden akanla, kibrinle o yolu tıkıyorsun. Farkında değilsin.
 
Yogada sıkça “güzeli çoğaltmak”tan bahsedilir. Hadi, sen de dene. Günlük hayatta durmaksızın sevmediklerinden, beğenmediklerinden, onaylamadıklarından bahsederek bunları arttırmaktansa konuşmalarında, davranışlarında, düşüncende ve bakışında güzel olana, iyi olana odaklan. Pasiflik ya da edilgenlikten bahsetmiyorum. Homurdanmanın, hor görmenin ve şikâyet etmenin bir meziyet değil de, hem kendine hem de çevrendekilere uyguladığın yıpratıcı bir eylem, şiddetin bir başka türü olabileceğini söylüyorum. Oturduğun yerden etraftaki kusurları işaret ederek tükettiğin enerjini iyi olanı çoğaltmak için kullan.
 
Bir tür “iç temizliği” diyelim. Belki içinde başlar, dış dünyana yayılır, derken bir de bakmışsın çevrendekiler değişmiş, iyileşmiş, sonra onların çevresindekiler… Herkes kendi kapısının önünü süpürse, düşünsene dünya ne tatlı bir yer haline gelir.
 
Uzun lafın kısası, bir süre önce “Kıvrık Burunlar Müessesi”nden üyeliğimin iptalini talep ettim. Arada bir başımı uzatıp camdan içeri bakıyorum da, yüzüne gözüne çamur bulaşmış onca insan, ne kendilerini ne de birbirlerini gerçekten göremezken ne konuşuyorlar, merak ediyorum. Tam o sırada dilimdeki zehir tadı yüzümü ekşitiyor, çamuru düşündükçe çamura bulanıyorum.
 
İptal talebim mi, henüz yanıt gelmedi. Müesseseye girmesi kolay ama çıkmak öyle hemen olmuyor. Sabırlıyım, üzerimde çalışıyorum.
Deniz Yalım Kadıoğlu