Gün ağarıyor. Arka balkonumun demir parmaklıklarına başımı yaslıyorum. Yandaki konağın bakımsız bahçesindeki umutlu çiçeklerin kokusunu içime çekiyorum. Kırık dökük bahçe duvarının sokağa bakan yanında iki dal kara üzün salkımı var. Ortalıkta ağaç yok. Ama elektrik direği ile duvar arasında öylece duruyorlar işte!. Toprakla olan bağlantılarını göremesem de, var’lar.

Deniz kokusuyla uyandığım sabahlardan birinde, insanın kendi içinde taşıdığı hapishaneleri düşüyorum. Özgürlük adına ördükleri, özenli duvarlarıyla, her biri paslı dikenli telleriyle ve damından akan gözyaşlarıyla bezeli, o en kişisel, en dokunulmaz, gardiyanı kendileri oldukları gönül hücrelerini. “Kim böyle bir hapishanede yaşamadığından emin olabilir ki?” diyorum. Ruhun asiliği, yaşamımızı iç hapishanelerimizi yalancı bir ilhamla örmekten kurtarmaya yeter mi?

Düşüncemin hüznünden olsa gerek, radyoda acıklı bir şarkı başlıyor. Yaşamı didik didik etmekten yorulduğum anlardan birinde, uyuyarak kendimi tedavi etmiştim. Oysa şimdi daha çok didikleme dürtüsü ile fiziksel uyuşukluk arasında bir yerlerde sıkıştığımı biliyorum. İç hapishanemde görüş günü bugün. Ama kendimle açık havada görüşecek halim bile yok. Üstelik ziyarete gelen ben’in elinde kaçış planları olduğunu bile bile, hapishanenin ıslak –asla kurumayan- zeminine damdan bir damla daha düşmesini izleyerek, oturuyorum.

Bir zamanlar bıkmadan, usanmadan, sıkılmadan yaptığımız sohbetlere ne oldu diyorum. Yalnızlık üzerine bunca kitap varken, ben el ilanı bile görmek istemiyorum. Yalnızlığı bir kendini bilme aracı olarak görmeyi tercih ederim, bir halvet odası olarak değil. Ve “İkisi de aynı şey değil mi zaten?” diyen soran olursa da duymamazlığa gelmeyi.

Kaç zamandır yalnızım bilmiyorum. Sanki 14. yaş günümden sonra herkes çokoprens almaya gitti ve bir daha kendilerinden haber alınamadı gibi geliyor. Yaşama, beni bu kadar çok füg’den kurtardığı için teşekkür mü etmeliyim yoksa?

Hasret yalnızlığı içerir mi diyorum bazen. Şems, Mevlana’yı içeriyor muydu? Şems olmasaydı, Mevlana başka bir aynada kendini görebilecek miydi? Güneş değil de, ay ise baktığınız, gözleriniz yine de kamaşır mı? Psikolojik bir sorunumuz olmadan da sevemez miyiz? Ya da psikolojik sorunu olanların sevgileri sağlık dolu olamaz mı? Tarih boyu bize aşk ile nasıl yaşanılacağını anlatanların, yani özendiğimiz sevgilere sahip olanların çoğu nevrotik değil miydi? Ne gereksiz bir bilim şu psikoloji. Tanımlayınca daha mı çoğalıyoruz yani!

Mevlana’nın esrimesi Şems’tendir. Şems’in yokluğundan. Acıya katlanmak yoktur. Acının olmadığı noktaya kadar acıyı çekmek, yani ıstırap vardır. Acıyı bu kadar büyütünce, bir noktada yokluğunun acısı Şems’i aşar. Artık zihinde tekrarlanan Şems, anlam kaymasına uğrar. Mecnun Mevlana, maşuk olur, Tanrı’ya gider.

İçinde yaşadığımız zamanda, bize anlam kayması yaşatacak kadar büyük acılarımız yok. Dolayısı ile hiçbirimiz esrik değiliz. İçten gelen, bizi bütünleyecek bir esrikliğimiz yok. Ancak dıştan yüklersek esrime yaşıyoruz. Küçük acılara ve küçük esrimelere tabiyiz.

Bu yüzden kanıksayarak yaşıyoruz. Ve daha büyük düşünmeye kapısı açık olmayan hapishanelerimizi gerçek dünya zannedip, yaşayıp gidiyoruz.

 

İçinize dönün dediklerinde, özenle inşa ettiğimiz o hapishanelere dönüyoruz. Çünkü tek ve en iyi bildiğimiz yer orası. Olumlu telkinlerle mutlu olduğumuzu sanıyoruz. Aslında tek yaptığımız hapishanenin duvarına resimler çizmek. Kimileri bir adım daha ileri gidiyor. Parmaklık kenarına sardunyalar, begonyalar yerleştiriyor. Görsellikle koku birleşince gerçeklik yaratıp içinde yaşamak daha bir katlanılır hale geliyor. Hele parmaklıktan bakıp da karşı hapishaneden sarkan sarmaşığı ve içeride bizim gibi olan birilerini gördüğümüzde, minik sevinçlerimiz yalnız değilim nidalarına, anlık esrimelere dönüşüyor. Bilinçaltımıza “demek ki doğru yoldayım” kaydı tekrar yoluyla belletilmiş oluyor. Ve sevinçle parmaklıklara koşup “Ben özgürüm!” diye bağırıyoruz. Karşı hücreden, gözleri dolu dolu olmuş, neredeyse mutluluktan ağlayacak bir ses tonu ile cevap geliyor: “Evet kardeşim, biz özgürüz!”.

Demir parmaklıkların soğuğunu alnımızda hissetiğimizde, iç hapishanelerimizi böylesi görünmez kılan şeyi de anlayacağız. Ve o renkli, cezbedici dünyanın görüntü ve şekil oyunlarından, bilinçaltı yıkamalarından sessizce uzaklaşacağız. Görüş gününde bizi görmeye gelen ben’in elindeki kağıdı gizlice alıp, kalbimizle açıp, gönül gözü ile okuyacağız. Orada yazan o tek kelimeyi anladığımızda ise, begonyalara, sardunyalara sessiz bir selam çakıp, bir adım atacağız. Yüzümüzde bir gülümseme olacak. Nasıl olup da daha önce, duvardan geçip gitmeyi akıl edemediğimize güleceğiz.

Ebru Dengiz