Bugün size “Zen”den sözetmek istiyorum. Hani bir vakitler hakkında doğru ya da yanlış pekçok kaynak bulunabilirken, şimdilerde o kadar kolay ulaşılamayan yaşam felsefesinden. Ama çok farklı ve belki de ilk kez karşılaşacağınız bir yorumla

Satır aralarında kalmış gerçeklere ilgi duyanlar ya da duyacaklar olabilir…

Kimilerine göre Zen yaşayan tek gerçek dindir. Zen izdeşleri ise ona din demezler, nedeni ‘din’ kavramının çok yozlaşmış ve aşırı derecede kirlenmiş olmasıdır. Zen budacıları, kutsal metinlerin ve onların yorumlarının sözel anlamından çok içeriğine önem verir, yüzeysel anlamlara takılmanın yanıltıcı ve yanlış yönlendirici olabileceğini düşünürler. Çünkü budacılık, zihinleri (daha doğrusu bilinci) evrensel yasayla uyumlu hale girebilmesi için özgürleştiren bir öğretidir.

Hemen belirtelim ki kullandığımız dil tam ve kesin tanımlamalar yapabilmek için kimi zaman, özellikle de böylesi konularda yetersiz kalabilmektedir.

Zen budizmin kurucusu ve Çin’deki ‘Birinci Pir’i olan Bodhidharma şöyle anlatır:

“Tüm gün boyunca sutralar okuyup Buda’lara yakarırlar. Fakat kendi ilâhî doğalarına karşı kör kalırlar ve Çember’den kurtulamazlar.

Doğalarını anlayamadıkları halde aydınlanmaya ulaştıklarını iddia edenler yalancıdır.” Ve şu çarpıcı cümleyi ekliyordu, hem de tam bin altıyüz yıl önce; “Anlamayanlar, anlamayı anlamazlar. Ve anlayanlar, anlamamayı anlarlar.”

. Esasında bir dine mensup olmanın, ya da bir düşünceyi, felsefeyi ‘din’ olarak kabul etmenin kendisi fanatikliktir. Neden mi? Tüm diğer inançlar arasında, siz gerçekte o inançları bilseniz de bilmeseniz de size göre en doğru olanı, hattâ tek doğru olanı sizinkidir. Bunun nedeni başından beri buna inandırılmış olmanızdır. Hem de en küçük bir eleştiriye dahi tahammül etmeksizin. Bu anlamda bir dindarlık, aslında tüm diğerlerinin karşısında bir yerde saf tutmak değil midir? İşte Zen’e göre bu yapay ve gereksizdir. Zen, din olmaktan çok bir yaşam biçimi ve anlayışı olduğundan klasik dinler için yapılabilecek tanımlamalar onu içermemektedir.

Alışkanlıklarımız algılamamızın önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. Klasik dinler zaten çok sık ve sürekli tekrarlarla, klişeleşmiş ibadet ve törenleriyle insanı ve tabii ki gerçekte onun zihnini belirli bir kalıba sokmayı amaçlamaktadırlar. Buna bir de kendilerine biat edilmesini şart koşan, vahiy’i özgür aklın önüne geçirmiş, “kerameti kendinden menkul” dinkoyucuları ile dinulularını eklerseniz, girdiğiniz çıkmazdan kurtulmanız daha da zorlaşacaktır.

Bütün bunlar insanın gerçek ve olağan doğasını bozarak onu, zihni tutsak edilmiş, koşullandırılmış başka biri olmaya zorlamaktır; yapaydır, ‘korku esaslı’dır; bilinçli olmanın yerini körü körüne bağımlı olmanın aldığı, her türlü farkındalığının yokedilmesini amaçlayan bir özgürsüzleştirme sürecidir.

. Gariptir ama, özellikle günümüzde insanlar “kendini bilme” meselesine pek de aldırmamaktadırlar. Oysa ki bu, hayattaki en ciddi ve en önemli çabamız olmalıdır.

Ama henüz kendimizi dahi bilmediğimiz, tanımadığımız halde tanrı, bilinç, ebedî âlem… gibi deneyimlenmesi mümkün olmayan her tür konu hakkında koşullanmış hayalgücümüzü de zorlayarak çokça konuşur, fikir yürütür ve yargılara varırız. Üstelik bunları kutsal ve değişmez gerçekler olarak kabulleniriz. Bazı araştırmacılar bunları “içsel serap” olarak nitelemektedirler.

İşte yoga ve meditasyonla önce zihninizden ve onun yaratımı olan kaostan sıyrılır, daha sonra da özgür bilinçle ve farkındalıkla tüm bunlara nüfuz edebilirsiniz. Yeter ki hakikate ulaşma arzusu, acelecilikle bir olup sizi başka yanılgıların tuzağına düşürmesin.

O gerçeği bulabilen ender kişilerden Yûnus Usta, bulduğunda ve özdeşleştiğinde (yani “aydınlandığında”) ne demişti, hatırlayalım:

“Evvel benem, âhir benem,

Canlara cân olan benem”… Ne mutlu ona…

 Bunun “ene’l Hâk”tan ne farkı var?

. Zen’in temel ilkelerinden birisi de herşeyin ‘gelip geçici’ olduğudur. Tüm varlıklar sürekli değişir, evrimleşir; o nedenle, olduğu gibi kalan bir “ben” ya da “benlik” yoktur. İşte size ‘evrim teorisi’, hattâ ‘izafiyet’… Bir de şunu ekler: “Herşeyin değiştiği kabul edilmedikçe mükemmel huzur bulunamaz”… ve devam eder; “geçiciliğin gerçekliğini kabul etmediğimiz için acı çekeriz.” O nedenledir ki tıpkı çamurdan, bataklıktan lotusun çıkabildiği gibi bizler de kusurluluğun içinde mükemmelliği bulmalıyız; çünkü hiçbir şey ve hiçbirimiz kusursuz değilizdir… Mevlânâ’yı anımsıyor musunuz?

Zen’e göre, her varlık ‘başka bir şeye ya da başka bir şeyle’ bağımlıdır. Bu ortaklaşa bağımlılıkta kendi başına oluşan ve varolabilen; ayrı ve ayrıcalıklı, salt kendini gerçekleştiren bir varlık yoktur.

Bunlara da ‘diyalektik’ veya ‘determinizm’ diyebilirsiniz…

. Zen’de kutsal olan hiçbir şey yoktur. Zen’e göre kutsallık tamamen bir değer yargısıdır ve sadece zihinseldir.

Yani Zen’in kutsal bir kitabı da, dogmaları da yoktur.

Dahası ne kaâdir-i mutlak bir tanrı, ne töreler ve törenler, ne âhiret, ne de ölümsüz olduğuna inanılan bir ‘ruh’ anlayışı vardır. Herşeyin geçici olduğunu bilen Zen izdeşi içinde bulunulan ânı, yani şimdiki zamanı önemser ve onu sevgi, şefkat, doğruluk ve merhametle dolu dolu yaşamak ister. Ama bu, yaşama dört elle sarılmak demek değildir. Çünkü o zaman yaşamınız mutsuzlukların ve acıların kaynağı haline gelir.

Sık sık budacıların bir tanrıya inanıp inanmadıkları sorulur. Yanıtı kısadır: “Eğer’tanrı’ sözcüğü evrensel yasanın şiirsel ifadesi ise yanıtı ‘evet’; fakat evrensel yasadan ayrı bir kişisel varoluş kastediliyorsa yanıtı ‘hayır’dır.” Çünkü Zen’e göre, dünya kendi üretimimizdir; onu değiştirebilir, yeniden kurabilir ya da isteğimize göre düzenleyebiliriz.

. Zen çalışması, her tür düşünceden, tüm beklentilerden, bu arada aydınlanma isteğinden dahi arındırılmış olmalıdır.

Yeni başlayanlar için ‘çaba’ önemlidir, disiplin ve uyum bakımından gereklidir; ama Zen’de ilerledikçe çaba da ortadan kalkar; onun yerini doğal bir kendiliğindenlik alır.

. “Çalışmadan Nirvana yoktur.”

Zazen’de (Zen meditasyonu) sadece Zazen çalışılır; aydınlanma gelecekse gelir; ama aydınlanmaya koşullanılmaz, bağlanılmaz. Çünkü aydınlanma öyle günden güne farkedilecek, ölçüye vurulabilecek, tartılabilecek birşey değildir.

Zen budacılığında çalışmanın amacı budacılığı öğrenmek değil, kendimizi öğrenmektir. Zen’deki özlü sözlerden birinde şu söylenir: “Bir dine inandığınızda kendinizden uzaklaşırsınız.” Büyük üstatlardan Dogen-zenji de şöyle der: Budacılığı öğrenmek kendimizi öğrenmektir, kendimizi öğrenmek kendimizi unutmaktır.” Zen gerçeği bulabilmek için “benliksiz olmak”tan sıkça sözeder ve “gerçek benliğinizi bulmak için, kendinizi yitirmelisiniz” der. Anadolu sûfîliği ile benzerlik gösterdiğine dikkat ettiniz mi?

Zen’e göre meditasyon herhangi bir kavrayışa ulaşma yöntemi olmayıp aydınlanmanın kendisidir… Gerçek bir Zen izdeşi gerçeği ne kitaplarda ve mabetlerde arar, ne de gerçek olmayandan kaçmaya çalışır. Çünkü bilir ki ‘gerçeğin peşinde koşan, gerçeğin gerisinde kalır’. Bu nedenle bir Zen izdeşi gündelik yaşamda arta kalan zamanının çoğunu meditasyona verir; çünkü kendi deneyimi olmadığı sürece, tüm bu dışarıdan edinilenlerle gerçek Zen’in yabancısı ve ancak filozof bir serseri olunacağını gayet iyi bilmektedir. Ne kadar da doğru. Bugünlerde etrafta adımbaşı bir filozof serseriye rastlayabilirsiniz.

. Zen’de doğaldır ki işe ‘dağınık zihin’le başlanır, sonunda samadhi’ye ulaşılır. Dağınık zihin odaklanamaz, enerjiden yoksundur; bu durum Zazen’le çözümlenir. Gerektiğinde kısa süreli ‘Zen inzivası’ uygulanır. Bu yöntem, sınırlı bir süreyi daha derin ve yoğun bir uygulama için ayırma geleneğinden gelmektedir. Zen inancına göre bedenlerimiz birer mikrokozmostur ve büyük evreni, yani makrokozmosu yansıtır. Bu nedenledir ki kendi öz-doğamızı görmek ve tanımak tüm evreni tanımamıza yardımcı olur. Bunu ne denli derin ve yoğun bir biçimde başarabilirsek başkalarını, olayları, dünyayı ve evreni algılamamız da o kadar kolaylaşacaktır… Bodhidharma şöyle diyor: “Dharma’yı duyumsamak çok zor değildir, daha zor olan onu uygulamaktır; uygulamak çok zor değildir, daha zor olan yol’u kavramaktır; yol’u kavramak çok zor değildir, daha zor olan yol’dan çıkmamaktır.”

Budizmin bütün okullarında olduğu gibi Zen’de de “Usta öğrencisine sadece yol’u gösterebilir; öğrenci yol’u kendi başına izlemelidir.” Buda şöyle diyordu: “Kendinize kendiniz ışık olun. Buda’lar bile size yol’u işaret etmekten fazlasını yapamazlar.” Yani Zen, klasik dinlerin bilinçsiz itaati ve eleştirilemez otoritesi yerine, özgüven içerisinde ‘kendi kendini gerçekleştirme’yi öne çıkarmıştır. Bu haliyle çok daha çağdaş, gerçekçi ve insan onuruna önem ve değer veren bir yaşam felsefesidir.

. Zen’in önemle işaret ettiği bir nokta da şudur: Aslâ ifadelere ve sözcüklere takılıp kalınmamalıdır. Çünkü sözcükler kısıtlar, önemli olansa onların ardındaki rûhu kavramaktır. Örneğin yaşam ve ölüm sözcükleri dahi yanıltıcıdır; nihayetinde ikisi aynı şeydir. İfadelerin sert ya da yumuşak olması da önemli değildir; önemli olanı zihnin özünü kavramak, bozulmamış büyük zihne ulaşmak, sonra da sonsuz bilinçle özdeşleşmektir. Özgün doğamızı kazandığımızda ölüm korkusunun yerini Nirvana alır. Nirvana sona ermek sanılsa da değildir; ‘öteye geçmek’ ya da ‘karşı kıyıya ulaşmak’, ‘bütünle bir olmak’ onun için kullanılabilecek daha doğru ifadelerdir; ama yine de bütün anlatımlar eksik ve yetersizdir. Bu nedenle büyük Zen ustaları bu duruma “damlanın okyanusa ulaşarak okyanusun kendisi olması” der. Burada ‘Vahdet-i vücûd’u, ‘en’el Hâk’ı bir kez daha hatırlayınız… Bu anlayışı yakalarsanız yaşamın gerçek anlamını ve güzelliğini bulursunuz. Bu salt gerçek farkedilmedikçe görünürdeki herşey yanıltıcıdır… Zen çalışmasında neden aydınlanma vardır? Bizler zaten ‘Buda doğası’na sahibizdir de ondan. Doğduğumuzda zihnimiz bir ‘tabula rasa’dır; zamanla ‘eğitim’ adına, ‘ahlâki formasyon’ adına, hattâ ‘bilgi’ ve ‘gerçekler’ adına bozulur, kirletilir, koşullandırılır. Bir de bu toz ve kirin ‘erdem’ kabul edildiğini düşünün… Zaten o çok erdemli (!) birileri de bu bozma ve bozulmayı kendilerine ‘toplumsal bir görev’ edinmiş durumdadırlar. İsa o nedenle ‘çocuksu masumiyet’ten ve ‘tanrının krallığı’na ancak onunla ulaşılabileceğinden söz eder.

. Zen, ‘samadhi’ ile ‘aydınlanma’yı karıştıranlara şu yanıtı verir: “Zihnin kımıldamaması samadhi’dir, kuşkusuz iyi bir durumdur, ama aydınlanma değildir. Gerçek aydınlanma zihinsizliğin karşılığıdır ve ‘benliksizlik’le aynı anlamdadır.”

Yani Zen’e göre gerçek aydınlanmaya ‘zihinsizlik’ düzeyine ulaşılmadıkça geçilemez. Ama daha önemlisi, herkesin aydınlanabileceği ve geçmiş karma’ların ilerlemeye ve olgunlaşmaya engel teşkil etmeyeceğidir.

. Sheng Yen Usta’ya göre “Ruhsal güçler güvenilir olmadığından ve kullanımı tehlikeli olduğundan, aslâ onların peşinden koşulmamalıdır.”

Bu cümleyi düpedüz okursanız başka, içine girerseniz başka bir anlam çıkacaktır. Aisopos da o güzel masallarından birini anlattıktan sonra şöyle yorumluyordu: “Her doğrunun iki yüzü vardır. Birini kabullenmeden önce iki taraftan da bakmış olmak her zaman daha iyidir.” Biz bu cümleyi ‘onları edinmek veya geliştirmek için özel bir çaba sarfetmeniz tehlikeli ve yanıltıcıdır’ biçiminde anlıyoruz ki esasında söylenmek istenen de budur. Çünkü yol’da ilerlerken zaten ruhsal güçleriniz kendiliğinden ve doğal bir biçimde gelişecektir; sağlıklı olanı da budur. Çünkü o zaman böylesi bir amaca yönelmiş olan, ya da ön-koşullu bir zihne sahip olunmaksızın doğal gelişim sağlanmış olur.

Tibet’in ‘üçüncü göz’ü; Niyâzî’nin, Cüneyd’in ‘kalp gözü’; ya da Mevlânâ’nın ‘can gözü’ hep aynı idraki sembolize ederler. Çakralar da öyle; ama onları açmayı, gerçek anlamda içinize dönmedikçe, hele de belli bir takvime bağlıymışcasına, sosyetik seanslarda başaramazsınız; olsa olsa istismara vesile olur, aldanışa ve aldatmacaya aracılık etmiş olursunuz. Çünkü böyle şeyler cerrahi müdahaleye benzemezler.

Esasında ruhsal güçleri geliştirmeye dair hazır yöntem ve reçeteler sunmak tam anlamıyla şarlatanlık ve istismar; hiçbir temele sahip olmadan bunlara (manyetizma, durugörü, hipnotizma, astral seyahat, dedublüman…vb. gibi parapsişik ve okült yetenekler) erişebileceğine umut bağlamaksa en hafif deyimle saflık ve saçmalıktır.

. Hiçbir Zen izdeşi toplumu terketmez ve dışında kalmaz, çünkü böyle bir durumda onun değişmesine yardım edemeyeceğinin bilincindedir.

. Geçmişte belki bilinmeyen ama bugün hemen hepimizin farkında olduğu gerçek şu değil mi? Sağlamdır, topraktır diye ayağımızı güvenle bastığımızı sandığımız dünyamız gerçekte Samanyolu’nun içinde, milyarlarca gök cismiyle birlikte sonsuza doğru sürüklenen bir gezegen… Bizler de hâlen, tıpkı dünyamız gibi, bir boşluktan gelip başka bir boşluğa doğru, şu veya bu biçimde sürmekte olan dünyadaki yolculuğumuzu tamamlamaya çabalamıyor muyuz? Bu nedenle ağırlıklı olarak tümü de birbirinden farklı ve birbirlerine karşı olan dinsel inanç ve motiflerden oluşan yapay ve düşsel bir dünya yaratmaya çalışmanın anlamı da, gereği de, yararı da yoktur. Önemli olan önce dünyayı olanca böylesiliği ve gerçekliğiyle görebilmek, kavramak, kabullenmek; öylece farkındalıkla sevebildikten sonraysa değiştirmeye ve güzelleştirmeye çalışmaktır. Zen yaşamı işte böyle birşeydir.

Çocuklara, küçük yaşlardan itibaren belirli bir dînî inancı öğretmenin yanlış olduğunu söylediğimizde, skolastik eğitimin etkisindeki kişilerden tepki almışızdır. Oysa ki küçük bir çocuğa üstelik de tekyönlü bir din eğitimi vermek onun kişiliği adına tam bir cinayettir. Onun tertemiz ve masum zihnini saçmasapan şeylerle, hurafelerle doldurmak, dogmalarla ve gerçekdışılıklarla koşullandırmak, kirletmek ona yapılabilecek en büyük kötülüktür.

Eğer bu koşullanma artan bir yoğunlukla sürdürülürse o çocuk ileride aslâ kendi doğrularını bulamayacaktır. Buna nasıl müsaade edilebilir ki?

Gerçek şimdi’de yaşayabilmek için uyanıp aydınlanmak gereklidir.

Ama “gerçek şimdi” nedir, mesele bu. Güneşin batışını bile yaklaşık sekiz dakika gecikme ile görebiliyoruz. Neden mi? Güneşle dünyamız arasındaki uzaklığı ışık hızına bölerseniz bu çıkıyor da ondan…

Tıpkı bunun gibi, örneğin bir milyon ışıkyılı uzaklıkta oluşmakta olduğunu bugün gözlemlediğimiz bir olay, aslında bugün değil işte o kadar zaman önce olmuştur da bizler onu bugün oluyormuş gibi görmekteyiz… Yani ‘sonsuzluk’ aslında hiç de öyle algılanabilecek bir kavram değildir.

Zen çalışmasında nihai ve belirli bir hedef yoktur. Önemli olan yol’da yürümektir; ve Zen’e göre “yol’da yürüyen herkes saygıdeğerdir

İşte gerçek bir ‘Anadolu abdalı’ olan Pir Sultan’dan güzel bir dörtlük:

“Dîdar ile muhabbete doyulmaz

Muhabbetten kaçan insan sayılmaz

Münkir üflemekle çerağ söyünmez

Tutuşunca yanar aşkın çırası”

Bir kere tutuşmaya görün… Mevlânâ da böyle “yanmış”tı…

Ve… “duvar yazılarımdan” birisiyle bitiriyorum.

Bitkiler, taşlar, ağaçlar, insan ya da hayvanlar,

kısacası bütün yaşam

topraktan gelir, toprağa döner.

Hiçbir eleman (bileşen) yokolmaz,

sadece biçim değiştirir.

 

Yaşam sürekli olarak yeni bir biçim alır

ve bu biçim bir saniye, bir gün, seksen yıl

ya da belki onbin yıl sonra ölür.

Bir biçim almak

ve o biçimden zamanı geldiğinde ayrılmak,
soluk alıp vermek gibidir.

 

Ölüm dediğimiz şey de zaten

bildiğimiz anlamda ölüm ya da bir sonlanma değildir;

gerçekte hiçbir şey son bulmaz,

sonsuzlukta ad ve biçim değiştirir;

o halde gerçekte ad ve biçim de yoktur;

sadece varoluş sürüp gider…

 

Ve sadece “yolda olanlar”

bu sonsuz varoluş gerçeğinin “farkında” olabilirler…”

A. Kerim Soley