Fransa’nın Bretagne bölgesindeki balıkçı kasabası Cancale’dayım. Deniz susmuş, çekilmiş. Geriye midyelerle örtülü parlak bir düzlük kalmış. Göz alabildiğine boşluk. Islak zeminde yansıyan insan bedenleri, köpekler, kırmızı yağmurluklar, sarı kafalı çocukların koşan ayakları. Ne tuhaf, bu manzara bana Harran Ovası’nı anımsatıyor. Yıllar önce ovaya bakıp, “Hiçliğin ortasında, yerle gök arasında,” demiştim. Şimdiyse hiçliğin değil, her şeyin ortasında gibiyim. Susmak, her şey gibi.

Bretagne kıyılarında yaşam gelgitler üzerine kurulu. Karı-kocalar, dede-torunlar, restoran sahipleri ve mutfak düşkünleri, plastik çizmelerini geçirdikleri gibi sahile inmişler. Suların çekilmesiyle ortaya çıkan midyeleri toplayacaklar. Yosunların arasında şapırdayan çizmeler dışında kimseden çıt çıkmıyor. Denizin sunduğu her armağan saygılı bir suskunlukla alınmakta. Herkes işinde gücünde, benim dışımda. Bu boşluk karnımın tam içinde, göğüs kafesimin bittiği yerde. Ne yapsam, nereme sığdırsam bilemiyorum. Dolup dolup taşmaktayım. Kollarımı boylu boyunca açıp tüm kasabayı kumuyla, suyuyla, insanlarıyla kucaklayasım geliyor. Yaşadığım âna bayılıyorum.

Uzaklardan geldim. Uzun bir yolculuktu, içeride ömür boyu sürecek bir yolun başlangıcı. Ama şimdi döndüm ya, “Nasıldı?” diye soruyorlar. Başka nasıl soracaklar? “Güzeldi, güzel…” diyorum, başka nasıl diyeceğim?
Aslında ne olduğunu gelince gördüm.

Önce bir hostesin yüzünde. Uçakta karşılaşmayı umduğum en sıcak yüz, ne kadar donuktu… Belli ki bir derdi vardı, belki de birden çok. Hakkını yemeyeyim, işinde iyiydi, bembeyaz gülümsüyordu. Ama gergindi işte, alnında sıkıntılar birikmişti. Dimdik yürüse de üflesen dağılacak gibiydi.

Görmeye devam… Etrafta bir sürü kara çember. Herkes aklı ve sözüyle, el emeği göz nuruyla yarattığı çemberinin içinde. Güzel bir deneyimi olumsuzluk ekleriyle süslemeye temkinlilik deniyor. “Öyle her şeyi beğenmemek” üstün zevk göstergesi. Kendini iyi ve doğru hissetmenin yolu bir başkasını eleştirmekten geçmekte.

“İki tür insan vardır,” demişti, “besleyen ve zehirleyen.” Aşramda, karşısında oturmuştuk. Kafamızda binbir düşünce. Henüz zihnimizi susturamamıştık. (Sonra ne kadar susturabildik…) Bu konuşma kaçımızın hafızasına kazındı, bilmiyorum. Ben o günden sonra izlemeye başladım. Kişinin yanlış algılarla önce kendisini, sonra bu algılardan kaynaklanan yorumlarla çevresindekileri nasıl zehirlediğini gördüm. Kendi kendimi zehirlediğim, kendimden kurtulduğum anlara tanık oldum.

“Olumsuz duygu ve düşüncelerinizi birbirinizle paylaşmayın.” Ne yalan söyleyeyim, başlangıçta zor gelmişti. İyi olanı değil de kötü bulduğumuzu söylemek neden daha makbuldür? Neden tatlı bahar havasını iki sözcükte geçeriz de örneğin, sert esip de başımızı ağrıtan rüzgârı anlat anlat bitiremeyiz? Anlattığımız kişi de karşılaştığı ilk rüzgârda şiddetli bir baş ağrısı anımsasın, şakaklarında ince bir sızı mı duysun isteriz? Düşünmüş, bulamamıştım.

Zamanla anladım. İnsan herkesten önce kendisini zehirler. Uyanıp da bakmazsa zehri büyür, kendini aşar. Dayanamaz bir başkasına geçer. Belki de insan içten içe, hayata verdiği eksilere bile bir artı puan, bir onay bekler.

Peki çözüm nedir? Bir şey var, öğrendiğim. Midyeci kasabanın suları gibi geri çekilmek, sakin ve sessiz izlemek kendini. Ya da ötekini. Sevdim-sevmedim, beğendim ya da beğenmedim demeden, yorumsuz. Fotoğraf karesinde donan an gibi.

Hadi sana yedi günlük bir oyun. Derin bir nefesle izle kendini. İşten güçten, trafikten, gittiğin restorandan, arabandan, sevgilinden yakınmadan önce dur, düşün. Aklından geçene, ağzından çıkana, parmağından klavyeye düşene bir bak.

Zehirliyor musun, besliyor musun?

Tam zehirleyecekken, susabiliyor musun? Ya da tam zehirlenecekken, yansız ve yorumsuz, izleyip geçebiliyor musun?

Susup da çekilen deniz misali, durup kendine bakabiliyor musun?

Deniz Yalım Kadıoğlu