Eskiden yoğun meditasyonlar, derin düşünme, yıllar süren acı verici çabalar sonucunda ulaştığımız nokta için insanların, ‘zaten oradasın’ dediklerini duyuyoruz. Üstelik işin en acı yanı da kimsenin “gerçekte orada OLMAMASI”. Ruhsal öğretilerle ilgilenen insanlar sorgulayıcı ve özgür bir zihin yerine kabullenmenin ve sorgulamadan inanmanın mutlu uyuşukluğuna çekilmiş durumdalar. Bizler eğitmenlerimizden sürekli olarak “Farkında ol! Farkında ol! Her şeyin farkında ol! Sana söylenenleri kabul etme! Kendi adına sorgula!” laflarını duyarken bugünlerde, “İnan! Zaten orada olduğunu kabul et!” laflarını duyuyoruz. Eskiden yoğun meditasyonlar, derin düşünme, yıllar süren acı verici çabalar sonucunda ulaştığımız nokta için insanların, ‘zaten oradasın’ dediklerini duyuyoruz. Üstelik işin en acı yanı da kimsenin “gerçekte orada OLMAMASI”.

YILLAR önce, felsefeye meraklı yeni yetme bir genç olarak rahmetli İlhan Güngören’in asistanlığını yaptığım yıllarda, kendisinin sık sık duyduğum bir talebiyle karşılaşırdım: “Bütün konuşmalarımızı, yaptığımız çalışmaları yaz. Bunlar bir gün çok önemli kayıtlar olacak. Türkiye’de ruhsal çalışmaların nereden nereye geldiğini görmeleri insanlar için çok önemli olacak.” Açıkçası İlhan Bey’in bu talebini bir türlü yerine getiremedim. Ancak, bugün geriye dönüp baktığımda bunun ne kadar yerinde bir talep olduğunu anlıyor ve şimdi hafızamı zorlayarak Türkiye’de en azından Doğu öğretilerinin nereden nereye geldiğini, ne kazandığını ve ne yitirdiğini anlamaya çalışıyorum.

Bizler ruhsal çalışmalarda kesinlikle Türkiye’de ilk kuşak değildik, hatta ikinci kuşak bile değildik ama Doğu öğretilerinde ikinci kuşak, Zen ve Taoizm’de ise ilk kuşak olduğumuz doğruydu. O yıllar, Doğu öğretileri konusundaki ilgi bu günkünden oldukça farklı bir boyuttaydı. Her şeyden önce, Doğu öğretileri henüz “new age” ya da “yeni çağ” denilen akımın etkisi altına girmediği için geniş halk kitlelerine ulaşamıyordu ama, bir yandan da saflığını korumayı başarıyordu. Üniversite yıllarımda, Prof. Teoman Duralı’nın İlkçağ Felsefesi dersinde, yeni çağ ve spiritüalizm akımları için söylediği sözleri hala anımsıyorum: “Sevgili arkadaşlar yeni çağ ya da spiritüalizm gibi yeni akımlar, Hindu ve diğer doğulu öğretilerin bozulmuş ve üzerinde yeterince çalışılmamış kötü kopyalarıdır.” Doğrusunu söylemek gerekirse bugün, bu tür çalışmaların durumunu incelediğimde hocamın bu sözlerine katılmadan edemiyorum. Ruh kavramının varlığına bile inanılmayan Tibet Budizmi’nde, nasıl olup da reenkarnasyon (yeniden doğuş) kavramının varolduğunu kimsenin sormadığını görüyorum bugünlerde. Ruhsal öğretilerle ilgilenen insanlar sorgulayıcı ve özgür bir zihin yerine, kabullenmenin ve sorgulamadan inanmanın mutlu uyuşukluğuna çekilmiş durumdalar. Bizler eğitmenlerimizden sürekli olarak “Farkında ol! Farkında ol! Her şeyin farkında ol! Sana söylenenleri kabul etme! Kendi adına sorgula!” laflarını duyarken bugünlerde, “İnan! Zaten orada olduğunu kabul et!” laflarını duyuyoruz. Eskiden yoğun meditasyonlar, derin düşünme, yıllar süren acı verici çabalar sonucunda ulaştığımız nokta için insanların “zaten oradasın” dediklerini duyuyoruz. Üstelik işin en acı yanı da kimsenin “gerçekte orada OLMAMASI”.

Özellikle doksanlı yıllarla birlikte başlayan “anlamsızlaşma çağı”, insanları acı verici bir anlam arayışına sürükledi. Bu anlam arayışı ve kişinin kendini anlamsız ve amaçsız hissetmesi o derece ağır bir hal almaya başladı ki, yeni kuşak ruhsal yolcular, prozak da kullanabilecekken bunun yerine meditasyon yapmayı “tercih eden” insanlar durumuna geldiler. Yaşadıkları kültürü anlamadan onu bırakıp başka bir kültürü, başka bir yaşam biçimini kendilerine uydurmaya çalışırken, ortaya çıkan şeyin yalnızca ve yalnızca bir mutasyon olduğunu ve uzun yaşamına devam edemeyeceğini anlayamıyor bugünün ruhsal insanı.

Oysa, ruhsal yolda yürümeye başladığımızda bize çok basit bir formül sunulmuştu: Kültürünün şartlandırmalarından kurtulmak istiyorsan, önce tam olarak içine girerek onu incele, onu anla, ardından onun artık senin üzerinde baskısının kalmadığı bir noktaya ulaş ve sonra da onu sağlıklı bir şekilde kabul et; çünkü sen asla ama asla yaşadığın doğal çevreden bağımsız bir varlık değilsin ve ruhsal yol da uyum üzerinde yükselen bir yoldur.

Bu nedenle, ülkemizde ilk yıllarda bizleri ruhsal yolda yönlendiren eğitmenlerimiz, kolay yanıtlardan hoşlanmayan, hatta zaman zaman kendilerinden kaçacak delik aradığımız eğitmenler olurlardı. Karşılarına her şeyi anladığımızı ima ettiğimiz bir yanıtla çıktığımızda bu yanıtımızı öyle bir irdelerlerdi ki, sonuç olarak bu yanıtın yalnızca içinde bulunduğumuz baskıdan kurtulmak için zihnimizin bize sunduğu kolay bir kaçış olduğunu anlardık. Ruhsal yol rahatlama ya da keyif alma yolu değildi; gerçek denilen şey her ne ise, onu anlama ve bunun sonucunda da gerçek özgürlüğe ulaşma yoluydu. Geçmiş yaşamımızda ne olduğumuz hiçbir eğitmenimizi ilgilendirmezdi, onların ilgilendikleri şey, bugünü, şu anı nasıl yaşadığımız ve kişiliğimizde bize ait olmayan şeyleri nasıl bıraktığımızdı.

Yıllar önce Dharma Yayınları’nı kurduktan bir süre sonra, yayın dünyasında ruhsallık ve doğu öğretileri arasında önde gelen yayınevlerinden biri olduk. Yayınevimizin beğenilmesinin en önemli nedenlerinden biri; mümkün olduğunca insanları kolay kaçış yollarından uzak tutacak, ayakları yere sağlam basan eserleri seçip yayınlamamızdı. Yayıncılığın, özellikle de bu alandaki yayıncılığın çok önemli riskler içerdiğinin farkındaydım. Bu aynı zamanda verdiğim dersler için de geçerliydi. Eğer insanlara ruhsal bir öğretiyi öğretiyorsanız, öğrencilerinizin daima sizi olmadığınız bir insan yapma, size sahip olmadığınız güçler ve yetenekler atfetme eğilimleri olduğunu fark etmeli ve öğrencilerinizi bu tür etkilerden korumalısınız. Ben de defalarca bu tür durumlar yaşadım. Pek çok kereler öğrencilerimin yanıma gelip, “Hocam dün gece sizi rüyamda gördüm, bana şunları şunları söylediniz”, dediklerine tanık oldum. Bu tür durumlarda çoğu eğitmenin, sanki öğrencilerinin bilmedikleri bir şeyi biliyorlarmış gibi sessiz kalarak, kendilerini öğrencilerine sanki bazı üstün yeteneklere sahipmiş gibi göstererek onların yanılsamalarını beslediklerine de tanık oldum. Benim bu tür durumlarda verdiğim yanıt ise benden öncekilerin verdiği yanıttan çok farklı olmadı hiçbir zaman: “Sanırım gece bir yerin açıkta kalmış.”

Şu an artık Dharma Yayınları’ndan ayrıldıktan sonra yeni kurduğum Klan Yayınları’nda da yayın politikamız aynı şekilde devam ediyor. T’ai Chi ve Zen üzerine kitap yazmış olmama karşın, artık ne Zen ne de T’ai Chi çalışmaları öğretiyorum; ama şu an öğrettiğim öğreti konusunda da aynı tavrımı koruyorum.

Ruhsallık çift taraflı bir bıçak gibidir ve nasıl kullanılacağı bilinmezse kişiye kolayca zarar verebilir. Yanılsamalara açıktır. Günümüz insanına ruhsal bir insandan bahsettiğinizde gözünün önünde beliren resim; yüzünde durgun bir ifade olan, neredeyse kolunu kıpırdatmaya hali kalmamış, erdemli, aseksüel bir insandır. Örneğin, o insanın içki içebileceğine, et yiyebileceğine, sevişebileceğine kimse inanamaz. Oysa gerçek anlamda ruhsal olarak inanılmaz noktalara ulaşmış olan tanıdığım pek çok insan bunların hepsini yapan kişilerdi. Yetmiş yaşlarında ve kolayca levite olup havada saatlerce kalabilen, 50 bin volt ölçen bir aleti enerjisinin yüzde 5’i ile patlatıveren, aynı anda birbirinden farklı mekanlarda varolabilen tanıdığım pek çok usta, kayak yapan, sigara içen, et yiyen, bol bol gülen, karıları, çocukları olan insanlardır. Hepsi de ayakları yere sağlam basan dengeli insanlardır. Çinlilerin çok sevdiğim bir sözü vardır: “Yaşarken yaşayanların işleriyle uğraşın”, derler. Ruhsal yolculuk ölümün yolu değil, yaşamın yoludur. O nedenle de canlı, güçlü, yaşam ateşiyle dolu olması gerekir.

Çağımızın ruhsal eğilimleri ne yazık ki ölümün yoluna yönelmiş durumda. Belki de bu nedenle sağlık üzerine bu kadar odaklanmış durumdalar. Her gün bir öğrencimin nasıl beslenmesi gerektiğine dair sorularıyla karşılaşırım. Onlara canları nasıl istiyorlarsa o şekilde beslenmelerini ve ne yapmalı, ne yapmamalı gibi şeylere aldırmayı bırakıp bir an önce yaşamaya başlamalarını söylerim. Benim derslerimde insanlar sigara içmeyi bırakmaz, bazen sigara içmeye başlarlar. Benliklerinde gerilim yaratan, onları gerçekte olmadıkları bir şey olmaya zorlayan yanlarından kurtulmaya başlarlar önce. Bunu başardıktan sonra gerçek doğaları, gerçek benlikleri onları olması gereken doğru yola yönlendirmeye başlar. Belki de geçmişteki ruhsal öğretilerle günümüzde uygulanan biçimi arasındaki en önemli fark, geçmişteki öğretilerin sizi gerçekte olduğunuz kişiye dönüştürürken, günümüzdeki uygulamaların ideal ama gerçekte olmadığınız bir şeye dönüştürmeye çalışmasıdır. Bu nedenle de kör bir noktaya ve yanılsamaya doğru ilerleyip dururlar.
Bu yazı sanırım biraz acı oldu. Ama bana sorulan soru günümüzdeki ruhsallığı nasıl gördüğümdü. Dilerseniz bu konu üzerinde siz de düşünün. Sonra bir gün çay içip bu konu üzerinde sohbet ederiz.

(İl Yayın: Buğday Dergisi)

Cem Şen

1968 yılında doğdu. 1981 yılında savaş sanatları eğitimi almaya başladı. 1987 yılında Zen Budizm’in Türkiye’deki temsilcisi olan İlhan Güngören ile tanıştı ve 1987-1990 yılları arasında Güngören’in asistanlığını yaptı. Bir yandan Güngören’i Zen çalışmalarında ve Tai Chi Ch’uan derslerinde destekleyen Cem Şen aynı zamanda Namık Ekin, Mustafa Aygün gibi eğitmenlerle savaş sanatları eğitimini sürdürdü. 1990 yılında ilk çeviri eseri yayınlandı. Aynı yıl çalışmalarını tümüyle Taocu çalışmalara yönlendirdi. Sırasıyla Mantak Chia, Master Wang, Master Wu, Eric Steven Yudelove gibi ustalardan eğitim alan Cem Şen aynı zamanda bu ustalardan farklı Taocu sistemleri öğretme yetkisi de aldı. Halen ustalar ile çalışmalarını ve dünyanın farklı yerlerinde bulunan yaşayan büyük bilgelerle iletişimini ve arayışlarını sürdürmektedir. 1991 yılında Dharma Yayınları’nı ve ardından 2003 yılında bu yayınevinden ayrılarak Klan Yayınları’nı kurmuş olan Cem Şen’in içlerinde “Enerjinin Dansı: T’ai Chi Ch’uan” ve “Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen” adlı kitaplarının da bulunduğu 8 kitabı ve yaklaşık 40’a yakın çeviri eseri bulunmaktadır.