İstanbul’dan dönerken vapurda üst katta otrup serin rüzgarı tadarken, havada simit avlayan martılardan birine sordum. “Küçük martı söyle bana, hayat nedir?” Ve Bilen’e sorulmuş her soruda olduğu gibi cevap, soru düşüncesi soru cümlesine dönüştüğü anda yine düşünce olarak (zihinde söze dökülmüş halde değil, salt düşünce olarak) kabarcık gibi geliverdi : “Ne değildir ki?”…
Aslında, neden bilmem, soruyu ingilizce sormuştum kafamda 🙂 cevap da öyle gelmişti… o zaman daha da bi kıvamlı oluyo : “Little seagull…Tell me, what is Life?” / ” What is not?”

Ve bunun üzerine etrafıma baktım, bir kez daha… bu kez baktığım yerde Hayat’ı gördüğümü bilerek… Denizdeki dalgaları gördüm, tamamen rastgele bir hareket… Yukarı baktım, hava bulutlu… İlk kez değil tabi… Ama bir daha hiç bir zaman bu şekilde bi formasyon bi sıralama almayacak bulutlar. Bir daha hiç o sabahki tablo olmayacak gökyüzünde… Ha ööle şaaşaalı, süper artistik bir tablo değildi… “Sıvı günışığı kızıllığında beyazlı grili bulutlar romantiktir” önermesine olan inancın oyaladığı bir zihin için zerre “özel”lik yoktu o sabah göğünde. Ama eşsizdi işte, biliyorum!.. Sonra alt kattaki otoların üstünde gezinen serçelere gözüm ilişti. Üç tane. Otobüsün beyaz tepesinde kül kahverengi duruyolar. Soona üstünde dolaşmaya başladılar otobüsün. Hani o tayfa yürüyemez de zıplar ya, bilirsiniz. Nası eğlenceli bi mizansen ama! Bing bing zıplayan üç adet tüylü obje 🙂 Otobüsü sorgulamadan, içindekileri sorgulamadan, nereye gittiklerini sorgulamadan, neden gittiklerini sorgulamadan, kendilerini gören var mı sorgulamadan… sadece üç dört adım bing bing zıplayıp durup keskin kafa hamleleriyle sağa sola bakınıp anlaşmış gibi birlikte uçuverdiler… daha da yakınıma kondular şööle iyice bi bakiyim diye 🙂

Ve o an onları gören, daha doorusu o sahnedeki kendiliğindenliği ve kendiliğinden güzelliği gören bir tek ben vardım… veya bi tek ben varım diye düşündüm… farketmez… o an Tanrının kendini deneyimlemesi ile ne kastedildiğine dair yeni bir anlayışa uyandım… Bilincin bilincin farkında olması, bir parçanın diğerini farketmesi görüp tanıması… yalın bi şekilde takdir etmesi işte ya! ööle atla deve değil yaani! O an, insan olarak görevimizin sadece bakmak, sadece gözlemek, sadece tanık olmak olduğunu farkettim..! O kadar çok bakılacak köşe, bakılacak gökyüzü, bakılacak çatı altı kırlangıç yuvası, bakılacak yağmur damlası tutan ıhlamur yaprağı var ki… halihazırda o kadar çok bakılacak, tanık olunacak şey…

Ama!… durum bununla bitmiyor… niye? çünkü sadece insan değiliz… TANIK BİLİNÇ, tanık olduğunun, tanıklık ettiği şeyin huşu vericiliğinin farkında olduğunda TAKDİR EDEN BİLİNÇ başlıyor… Ve bu Takdir Eden, takdir edişin kendinde olanı dışarıda görüp tanımak olduğunun farkına vardığında SORUMLU BİLİNÇ başlıyor… Yani bir “yaratılmış” olarak, bildiğimiz gördüğümüz diğer “yaratılmış”lar içerisinde, takdir yetisine sahip tek yaratılmış olarak, “yaratan”a karşı görevimiz ( 🙂 ) izlemek ve takdir etmek… Ama o ne!? “Hayat nedir?” / “Ne değildir ki?”… Yani Teslis durumu var: Yaratan/Yaratılan/Yaratım tek tanrı…! Öyleyse bir görev daha düşüyor insana… (ama artık “İnsan” diye, yani özel isim olarak yazmak gerek ayırd etmek için…) Yaratmak…
Biz zaten yapıyomuşuz yaratma işini… Ama bilmeden, ama sorumsuzca. Şehirlerimiz, otolarımız, demokratik sosyalist rejimlerimiz, metro duvarları yazılarımız, Ebru işlemelerimiz, Bach prelüdlerimiz, Azar Azar Kader Bize Ne Yazarlarımız, 10 dakika işlem yapmayınca kendiliğinden kapanan monitörlerimiz, nükleer başlıklarımız, dokunarak şifa tekniklerimiz….

Bir sevdiğinize yaptığınız kahve, birlikte Neler Oluyor Bize dinleyebileceğiniz kızınız, bi ay sonra okuyup hoşunuza giden yazınız, bir sabah öylesine yolladığınız içten bir telefon mesajıyla alanın yüzünde oluşan gülümseme, bitmiş bir ilişkiyi ya yenisini bulamazsam korkusu göstermeden bittiği yerde bırakabilmek, ilkokul öncesi dönemde çorabınızı ilk kez kendi kendinize giyişiniz, kendisini yarım hisstetiği için acıklı bir şekilde sahip olma hamleleri yapan işvereninizden ayrılıp yolunuza devam etme kararı, kışın gecenin onbirinde mesaiden eve dönerken yokuştan aşağı çöp poşetine oturup da kayarak inme çılgınlığı, isteyip istemediğinizden emin olamadığınız bir şeyi direkt kalkıp yaparak isteyip istemediğinden emin olma cesareti, kızmakla dövmekle değil üzülmekle tehdit ederek çocuğuna disiplin vermeye çalışan ve bunu başka nasıl davranılcağını bilmediğinden yapan sevme beceriksizi acıklı ebeveynlere “rağmen” hayatında özgür-bırakıcı-sevgiyi geliştirerek genetik bir kısırdöngüyü kırmak… bunlar da yaratmak… hatta asıl güzel olanı bunlar… hayatın sıradanlığı arasına nakşedilmiş şeyler… Çok sefer istedim psişik hatta kozmik güçlerim olsun yıldızlar dolaşayım, duvarlar içinden geçeyim, baktığım kişinin geçmiş yaşamlarını göreyim, elime aldığım ölmüş muhabbet kuşunu dirilteyim… ee sonra?… avatar mı olmak istiyorum ben?… bilmiyorum… şu an elimdekilerle bile ne yapabileceğimi, yaşam kalitesini nasıl daha da arttırabileceğimi adam gibi bilemezken bana Gümüş Kayakçı güçleri verilse, yeni Sathya Sai Baba sen olcaksın deseler ne ederim bilmiyorum… Büyümek var… Büyük olmak değil… Olduğun kişiyi, olduğun şeyi sonuna dek olduğunda doyum geliyor – ve büyüme… “Bir gül goncasına bağırıp çağırarak daha hızlı açmasını sağlayamazsınız” diyor Louix dor Dempriey. 🙂

Kısacası yoldaşlar, ben yaşamak istediğimi farkettim. Nasıl, ne kadar biliyorsam öyle yaşamak… Kim kimlere kanallık yapıyormuş, kim kaç dakkada transa geçiyormuş, kim Lucid Dreaming ile ne diyarlara gitmiş, kim kime saldırmış obsesyon yapmış ilgilenip de haketmedikleri önemi gücü gerçekliği onlara vermeden… Çünkü ilgim, dikkatim, farkındalığım kıymetli… Azaldığı için falan değil be… Gereksiz şeylerle uuraşarak kaç An kaçırdığımızı biliyorsunuz. Hayat bir daha hiç bir zaman o an olduğu gibi olmayacakken kaçırdığım her saniye kayıp değil mi?

Nasıl, ne kadar biliyorsam öyle yaşamak demiştim… Sadece tanık olarak; sadece takdir ederek; sadece yaratarak : içimden geldiği gibi, hayatın bana fısıldadığı yolda; içime ektiği dürtü ile, özlemle değil keyifle; sadece bakınca hoşuma gidecek şeyleri yaratarak, belki güneş belki gölge… ve Hayat’a bu katkılarımın Hayat’ın diğer bileşenleriyle ahengine tanık olarak, takdir ederek… sanırım BEN’im istediğim de bu… 🙂

“Tanrının kurallarla ve yasalarla dolu olduğunu düşünürsünüz. Değildir! Bunlara vakti yoktur çünkü; ne olduğunun keyfini sürmekle meşguldür…” ~Ramtha”

Murat Öz