Yalnızlık ve Tekbaşınalık kavramları maalesef yıllar yılı birbirine karıştırılmıştır. Hem de hiç umulmayacak çevrelerce. Dilimizi beşyüz, ya da kendini aydın sananlarca dahi, en fazla bin sözcükle konuşmaya kalkarsak olacağı budur. Dil tabii ki sözlükle öğrenilmez, ama kelime haznesi meramımızın doğru ve yeterince anlatılabilmesi bakımından son derece önemlidir. Üstelik bir de psişik yapımız yanında, ruhsallığı algılama düzeyimiz ve zihin, akıl, bilinç… gibi konu ve kavramlar söz konusu olduğunda daha da dikkatli olunması gerekiyor. Çünkü bu konulardaki her türden koşullanmaların etkileri yıllarca sürüp gidebiliyor.

Öncelikle bu iki kavramdan ne anladığımızı belirtmek istersek ilk söyleyebileceğimiz şudur; yalnızlık soyutlanmadır, tekbaşınalık ise özgürce bütünleşmenin yolu…

Bazı dostlarımız sordular; “Krishnamurti’yi ve Osho’yu okuduk ama tekbaşınalığı yeterince anlayamadık, bir de siz anlatabilir misiniz?” diye. Neden olmasın… Bu iki büyük üstad da bu konuların uzmanıdır, bulunabilecek en yetkin kişilerdir; en sağlam ve doğru kaynaklardır; ama sürekli kısa ve özlü anlatım kaygılarından olsa gerek, konu çoğu yerde yeterince açıklığa kavuşturulamamış olabilir. Meseleyi doğru anlayabilmek için öncelikle, sözcüklerin yüzeysel anlamlarına takılıp kalmayan bütünsel bir kavrayış gereklidir. Bu, farkındalığın da esasıdır. Ne kadar nesnel, özgür ve cesur olacağımız farkındalığımızın niteliğini belirleyecektir. Esasen zihinsel olarak bu özelliklere sahip olunmadan gerçekliklere ulaşılamaz.

Bir de şu var: Kalküta’da başka; Bombay’da, Madras’ta başka türlü konuşulmuştur. Bu kaçınılmazdır. Yani kime veya hangi topluluğa hitap edilmekte olduğu da önemlidir. Bir fizik profesörüyle yapılan, üstelik kitaplaştırılmış sohbetin içeriği ve sözcük seçimi, aşrama yeni katılanlarla yapılmakta olan samimî bir söyleşiden kuşkusuz ki farklı olacaktır. O andaki hedef kitlenin özelliklerini gözardı etmemeli, hattâ doğru kavramalıyız.

Krishnamurti’den başka bu konuyu en anlaşılabilir biçimde işleyebilen çağdaşlarımız, Thich Nhat Hanh ve “Tekbaşınalık, yalnızlık korkusunu yenip seni özgürleştirecek olan şeydir” diyen Osho olmuştur. Osho, en anlaşılır biçimde durumun tespitini şöyle yapıyor:

“İnsan başka insanların içine, bir aileye doğar. İlk andan itibaren yalnız değildir; o nedenle, hep insanlarla beraber olmak gibi bir psikoloji edinir. Tek başına iken korkmaya başlar… bilinmeyen korkulardır bunlar. Neden korktuğunu tam olarak anlayamaz, ama kalabalıktan ayrılınca bir şekilde huzursuzluk duyar. Başkaları ile beraberken kendini iyi ve rahat hisseder.

Bu nedenle tekbaşınalığın güzelliğini aslâ tadamaz…” Böylesine açık ve anlamlı bir anlatım karşısında hayranlık duymamak elde değil.

Sözcüklerin sözlük anlamları çoğu kez ve sadece kalıplaşmış açıklamalardır, içeriğini yansıtmazlar. Örneğin, bir şeyin varolduğunu bilmek başka; görmek, hissetmek ve yaşamak ya da etkileşim içinde olabilmek başka şeydir. Hele de içinde bulunduğumuz görsel iletişim çağında kitle iletişim araçları yardımıyla onların silüetini veya fotoğrafını görmüş olmayı, bilmek sanma yanılgısına hep düşeriz; çoğu kez de ‘varmış’ ya da ‘şuradaymış’ der geçeriz; ama böylelikle gerçekte ‘bilmiş’ veya ‘algılamış’ olmayız. Bu nedenle genel kültür bilgisini gerçekten bilmenin bilgisiyle sürekli karıştırıp duruyoruz. Tıpkı şuna benzer: Evet, ‘sevgi’ denen birşey vardır, ama siz onu gerçekten ‘deneyim’leyebildiniz mi, ya da deneyimleyebilmişseniz ‘ne kadar’ını? Kavramsal olarak herkese göre değişen nesnel sevgiyi değil, öznel olanı, tanrısal olanı kastediyoruz tabii ki…

Hiç dikkat ettiniz mi?, eski yunan sofistlerinin atelyelerinde de, Zen tapınaklarında da, sufî dergâhlarında da hep aynı yazı vardı: “Kendini tanı!” Kendini bilmenin ya da tanımanın yolları farklılık gösterebilir, ama yöntemi aynıdır, ‘tekbaşınalık’. Bu yolda birileri size yardımcı olabilir, yolu gösterebilir, hattâ kısaltabilir de; ama nihayetinde o yolu yürüyecek olan da, kendinizi tek başına tanıyacak olan da sizsiniz.

Tekbaşınalık, bir anlamda toplumsal olmaya çalışırken, onun neresinde yer alacağınızı bilmek için de, hattâ görevlerinizi doğru bir biçimde yerine getirebilmek için de gereklidir.

Eski budist metinlerinde insanın, mutluluğu ancak tekbaşına ve şimdiki ânı yaşayarak bulabileceği sıkça tekrarlanır. Buda, keşiş Thera’ya söylevinde şöyle der:

“… Bu, geçmişin artık varolmadığını, geleceğinse henüz gelmediğini görmenin, tutkulardan kurtulmuş olarak derin gözlem yapabilme ve böylelikle şimdiki anda kalabilmenin yoludur.”

Tekbaşına olabilmeyi başaranın artık geçmişin peşinden gitmeyeceği, yaşama olduğu gibi, yani yanılmaksızın ve derinlemesine bakabileceği; geçmişe ait şeylere bağlanmayan böylesi bir zihnin onların esiri de olmayacağı; kendini ne geçmişte ne de gelecekte ‘kaybetmeyeceği’; o kişinin bundan böyle uyum ve farkındalık içinde bir yaşam sürebileceği; daha derin bir içgörüye sahip olmakla da bu öğretileri uygulamaya koyabileceği ve bu sayede büyük huzura kavuşabileceği çok farklı metinlerde ve öğretilerde toplanmıştır.

Tekbaşınalık, aslâ yalnız yaşamak gibi dünyayı ve toplumu reddetmek değildir; kendini toplumdan soyutlamaksa hiç değildir. Bu konudaki çok önemli bir Buda sözü şöyleydi: “Eğer şimdiki anda yaşayamıyorsanız, ormanların derinliklerinde ya da mağaralarda yapayalnız kalsanız da gerçekte tekbaşına olamazsınız.” Keza eğer tümüyle şimdiki anda yaşayabiliyorsanız kalabalık bir kentte bile tekbaşına olabilmeyi başarabilirsiniz.

Tekbaşınalık ruhsal yaşamı zenginleştirecektir. Çünkü o tutkusuz, öfkesiz, anlayışlı, geçmişin altında ezilmeyen, özgür ve şefkat dolu bir yaşamdır. Artık günlük davranışlarımızı olumsuz etkileyen gerilim, korku, nefret, endişe, gurur, bencillik… gibi anlamsız ve yararsız içsel oluşumların (samyojana) başgösteremeyeceği bir yaşama ulaşılabilinmiştir. Bu öylesine güçlü bir tavırdır ki, şimdi’yi dönüştürebilen, artık geçmiş’i de değiştirebilecek yetkinliğe erişmiş demektir.

Burada oluşabilecek bir yanlış anlamaya da hemen yer vermeliyim. Umut etmek yaşam için gereklidir; ancak onun sevinçlerin kaynağı olabileceği gibi, acı ve kederin nedeni de olma olasılığını gözardı edemeyiz, özellikle de tutku düzeyine erişirse… Tabii gelecek planları da, insanı saçma sapan ham hayallere sürükleyecek boyutlarda olmamalıdır, o hayallere bağlanılmamalıdır. Bu ciddi bir farklılıktır. Zaten gelecek için hazırlanmanın en iyi ve doğru olan yolu şimdi’yi gözetmek, içinde bulunulan ânın değerini bilmek ve şimdi’de yaşamaktır. O nedenle geçmişi dönüştürecek olan da, geleceği oluşturacak olan da ‘şimdi’dir. Şimdi’niz kaygılı ve korkulu olursa, bu durum kaçınılmaz olarak geleceğinize de yansıyacaktır. Çünkü gelecekte, şimdiki an geçmişiniz olur. Gerçek yaşamla iletişim ve etkileşim halinde olabilmek için yapılacak tek şey şimdiki zamana dönmektir.

Bu konudaki ‘gatha’lardan birisi şöyledir:

“Geçmişi düşünmeyin,

gelecekten kaygılanmayın.

Geçmiş öldü gitti,

gelecekse henüz gelmedi.

Şimdi’de olanlar

derinliğine gözlemlenebilirse;

Bilgelik yolunda olanlar

huzur içinde ve özgürce yaşarlar.”

Yalnızlığınız arttıkça bölünmeniz ve ayrışmanız da artar. Bazıları ona ‘içe kapanıklık’ derler, ama o gerçek anlamda içe değil de sadece zihne kapanıp kalma hâlidir. Oysa ki tekbaşınalığınız arttıkça, zihniniz arındığı gibi önce içinizdeki kaynağa, bilincinize döner, sonra da onu kozmik bilinçle veya tanrısal olanla uyumlu hâle getirmeye başlarsınız. Bu nedenledir ki yalnız olan, gündelik dildeki anlamıyla söylemeye çalışırsak ‘içe kapanık’, tekbaşına olansa tüm ‘varoluşa açık’tır. Masumiyeti de, şefkati de, erdemi de buradan gelir.

Yalnız olmak değersiz, yıkıcı ve kolaycılıktır; tekbaşına olmaksa yapıcıdır, zordur ama değerlidir. Yalnızlık bir bakıma yoldan ‘kaçış’tır; tekbaşınalık ise tek ve sonsuz olanın yoluna ‘katılış’tır. Kaldı ki böylesi şuurlu bir tekbaşınalıkta, zamanla bilinç, zihni esaretten kurtararak onu ‘başlangıç zihni’ne, geçmişten kurtulmuş ‘masum’ ve ‘erdemli’ bir zihin hâline dönüştürecektir. Yani tekbaşına olabilenin, bunu başarabilenin zihni de diğer-sıradan olanlarla kıyaslanamayacak nitelikte bir zihin hâline dönüşmüştür.

Açıklamalarımıza devam edelim:

Bizim anladığımız anlamda ‘tekbaşınalık’ derken gerçekte kastedilen yalnızlığın aşılmış, onun yanında hiçbir zaman tekbaşına olamayan ve o kavramı aslâ bilemeyen zihnin, doğal haldeki her türlü ayrımcılığından kendini kurtarabilmiş olma hâlidir. Tekbaşına olmak çatışmasızlıktır.

Gerçek anlamda tekbaşınalık, her türlü zihinsel bölünmüşlüğün aşılmış olması, oradaki eşsiz güzelliğe ve olağanüstü enerji ortamına ulaşabilmişliktir. Ancak tekbaşına olabildiğinizde ‘çocuksu masumiyet’e erişir, ‘zihinsel arınma’yı gerçekleştirebilir ve ‘kozmik bilinçle özdeşleşme’ye başlarsınız.

İnzivaya çekilir, gezgin bir keşiş gibi yaşar, hattâ dağlara çıkarsanız yalnızlığı bileceğiniz, tanıyacağınız muhakkaktır. Bunu zaten çağdaş yaşamda tüketime ve çıkarcılığa dayalı toplumsal yaklaşımlarda ve toplumun size dayatmış olduğu değer yargılarıyla da sıklıkla hissedebilirsiniz. Bizim yukarıda kastettiğimiz tekbaşınalık elbette ki bundan çok farklıdır. Tekrar benzeşik bir yorumlama yaparsak; yalnızlık bir zihin hâli ve ona teslimiyet bağımlılık, zayıflık ve esaret demektir; tekbaşınalık ise bilinç hâlidir, olgunluk, özgürlük, cesaret ve farkındalık demektir.

Yalnız insan toplumun ürünüdür, ama orada takılıp kalmıştır; tıpkı ağa takılan bir balık gibi çırpınıp durur. Tekbaşına olan da toplumun ürünüdür ama bunun farkındalığıyla onu aşmış, ağdan kurtulmuştur. Bu farkındalık ve deneyimle önce kendine çekidüzen verecek, sonra toplumu ve onu oluşturan insanları anlayıp, görevi olan gelişim, değişim ve tekâmüle hizmet edebilecektir.

Yalnız insanın duası bile adeta dilekçe ile yardım talebidir; tekbaşına olanınsa varoluşa minnet ve karşılık gözetmeksizin şükran… Sonuçta ilki negatif zihni başka bir gerilimle bastırıp sözde yatıştırma; ikincisiyse pozitif zihni gereken coşkuya eriştirebilmek için uygulanan bir tür aktif (dinamik) sükûnettir. Çünkü yalvarıp yakarma sadece ve sadece zihnin kendini yansıtmasıdır; hem de her türden arzu, özlem ve tutkularıyla; yaradandan tam anlamıyla bir ayrıcalık talebidir. Yani özünde çabasız çıkar bekleme adaletsizliğidir. Birisinden ya da korkulup çekinilen bir makamdan adımıza ve çıkarımıza birşeyler yapması, bizi koruyup kayırması, ve dileklerimize, başkalarının zararına veya onlara rağmen de olsa olumlu yanıt verilmesi ve diğerlerinin önüne geçirip daha makbul tutması isteğidir. Gerçek dua bu olamaz; sizce olabilir mi? Bu tür sözde ve sahte dualar her gün, günde bilmem kaç kez tekrarlanırsa sizde ne gibi etkilerde bulunur; ve daha önemlisi kişiliğinizde ne gibi yaralar açıp aklınızı ve zihninizi daha nerelere sürükler, hiç düşündünüz mü? Zaman olarak saati, dakikası; ayrıca tekerrür sayıları ve süreleri belirlenmiş törensel ve basmakalıp sözde ibadetlerin neden olabileceği tek şey tam anlamıyla bir ‘self-hypnosis’tir. Bunlar tamamıyla bilinçdışılıktır. Sözde sükûnete, ama gerçekte biat etmeye, koşulsuz kulluğa zorlanmadır. Bunları yapanlar da güya tanrı emrini yerine getirdiklerini sanarak; diğerlerini küçümseyip kendilerini üstün görerek ve hiç kuşkusuz kendi kendilerine kurumlanarak ortalıkta dolaşıp durur, başkalarına da öğüt verip onları salâh’a ve felâh’a davet ederler… sanki kendileri bulabilmiş gibi… Ama bu tür uygulamaların onlardaki mevcut gerilimi ortadan kaldırdığı hiç görülmemiştir; yüklenilmiş tüm stresi ve doyumsuzlukları, yasaklar nedeniyle oluşmuş gerilimleri sadece bir süreliğine gizler, ya da mevcut gerilimlerin ve ruhsal rahatsızlıkların üzerinde geçici bir baskı uygular, hepsi o kadardır… Biriken stres günün birinde, hiç olmadık bir zamanda, hattâ bazen âni bir yanardağ patlamasına benzer şekilde su yüzüne çıkar. Kimi zaman umutsuzlukla, kimi zaman melankoliyle, stres boşalmasıyla (ki bunun çok sakıncalı ya da tehlikeli tezahürleri görülebilmektedir), kişilik bozulmalarıyla, veya şiddet uygulamalarıyla… Bütün bunların ardındaki temel nedense o insanın bir türlü gerçek sevgiden nasibini alamamış ve gerçek huzuru bulamamış olmasıdır.

Yalnızlıkla tekbaşınalık birbirlerinden, tıpkı dinselliğin esaret, dindarlığınsa cesaret olması kadar farklıdırlar. Zaten bize göre de, tıpkı bunlar gibi, yalnızlık mahkûmiyet, tekbaşınalıksa özgürlüktür. Ya da organize-örgütlü dinin ayrımcı, gerçek dindarlığın birleştirici olması kadar farklı şeylerdir.

Meseleye böyle bakılırsa, kalıplaşmış ve sistemleştirilmiş, alabildiğine kodlanmış, basmakalıp inançlar ve yapay törenselliklerle tanrısallığa erişilemeyeceğini ‘farketmek’ doğaldır. Çünkü bütün bu şekilcilik zihne dayanır, koşullanmışlıktır ve bunların tümü tam da onun istediği şeylerdir. O nedenledir ki, örgütlü dinlerin izdeşi olma anlamındaki dinsellikle tanrısallığın birbirine tamamen zıt yönlere giden yollar olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü dinsellik, başkalarının kendine göre yarattığı ve size dayatılmış olan fikirlere ve ideallere kapılmaktan başka birşey değildir. Sadece dinsel kavramlar değil, kurumlar da belli insanların icatları ya da yaratımlarıdır. Ve dikkat ediniz, onları oluşturan kimseler ne kadar katı ise, oluşan kurum, kural ve kavramlar da o kadar katıdır. En katı dinlerin ya dinkoyucuları da katıdır, ya da zaman içinde onların en yakın yoldaşları veya yardımcıları ve büyük izdeşlerince öyle olmaları uğruna bozulmuşlardır.

Sonuçta dinler organize olmaları ölçüsünde katılaştırılmışlardır.

Asıl gerçek, örgütlü dinlerin gelişen koşulları ve değişen zamanı yakalayamamış ve insanı bir türlü kendi başına bırakmamış olmalarıdır. Halbuki gerçekliğe köhnemiş dinsellikle değil, her dem taze olan dindarlıkla erişilebilir. İşte tıpkı bunun gibi yalnız olanlar kolaylıkla dinselliğe eğilim gösterirler; tekbaşına olanlarsa dindarlığa yönelirler.

Durağan ve değişmez dinsel kurallarla, tabularla, her an değişip yenilenen, durmaksızın tazelenen gerçeğe ve gerçekliklere ulaşılamaz. İşte bu nedenle dinseller ‘evrim karşıtı’dırlar ki bu da bir başka yazının konusu olabilir.

İnsan için önemli olan tek başına bir bütün olmaktır.

Çünkü bir bakıma kendinizi keşfedebilmek için tekbaşınalığa gereksinim duyarsınız; dünyanın bir armağan olduğunu algılar, o zaman tüm varoluşu gerçekten sevmeye başlar ve onun cesaretini edinirsiniz. Bu sizi, başlangıçta farkedemeseniz de yavaş yavaş egonuzdan uzaklaştırır, tekbaşınalığın ( hattâ dünyaya gelirken de buradan giderken de olduğu gibi) gerçekliğiniz olduğunu algılamaya başlarsınız. Bunu algılayış sırasında başlardaki ürküntü zamanla yerini şefkat ve merhamete bırakır. Bu deneyimin sizi daha da olgunlaştıracağı muhakkaktır. İşte o zaman zihinsel yalnızlığın nasıl bilinçli bir tekbaşınalığa, tedirginliğin olumluluğa, egonun erdeme, karanlığın bilgeliğe dönüşmeye başladığı görülecektir.

Diğer bir temel ayrım da yalnızlığın bir tür hastalık olmasına karşın, bilinçli tekbaşınalığın kendi başına gerçek sağlıklılık olmasıdır. Çünkü ilkinde yaşamın boşa gidişinin çaresizlik ve hüzünle izlenmesi, ikincisinde ise onun önemi ve değerinin anlaşılmasıyla bu sürece aktif katılım söz konusudur. Unutmamak gerekir ki içinde yaşadığımız toplum dahi biz ona ne kadar değer verir ya da onu nereye koyarsak bizim için o kadar önemli ve değerlidir. Yalnız yaşayan, toplumun dışındadır ve toplum onun için değersizdir; halbuki tekbaşına olan toplumun içindedir ve siz içinde olduğunuz içindir ki toplum önemli ve değerlidir; üstelik bir de daha iyi yaşama ve önce kendinizi sonra çevrenizi, daha sonra da toplumu dönüştürme görev ve sorumluluğunuz ortaya çıkar.

Tekbaşına olmayı başarabilen insan psikolojik bakımdan da güçlüdür. Örneğin onu kolay kolay mutsuz edemezsiniz. Çünkü o tutkularından ve hırslarından soyutlandığı gibi aynı şekilde sahte-benlik dediğimiz egosundan da sıyrılabilmeyi başarmıştır. Gelip geçici zihinsel ve duygusal salınımlardan sıradan insan gibi etkilenmez. Kendini bulmuş, yaşamın anlamını öğrenmiş, hayatın güzelliklerini farketmiş ve kalabalıklar içinde dahi yalnız olan gibi yaşamın dışında kalmayıp, aksine o ‘sürekli akış’a bir bütün olarak dahil olabilmiştir.

Yalnız olanın dünyası tekdüze ve sıkıcı, tekbaşına olanınsa her an taptaze ve coşku doludur. Yalnız olan hep dışarı bakarak hüzünlenip kederlenir; tekbaşına olansa en az dışarıya baktığı kadar içeriye de bakabildiği için cesur ve mutludur. Çünkü bu sayede daha bir ‘kendisi olmayı’ başarabilmiştir. İşte o nedenledir ki yalnız olan yaşamdan ayrışmış, tekbaşına olmayı başarabilense yaşamla bütünleşebilmiştir diyoruz. Bu aynı zamanda gerekli bir alışkanlıktır. Neden mi? Dünyaya tek başımıza geliyor, giderken de tek başımıza gidiyoruz. Yani bu yolculuklar hep tek başına yapılıyor. Peki ya içsel yolculuk, o farklı mı? Hayır. İçsel yolculukta da tıpkı dünya zamanına göre yapılmış ve sonunda yapılacak olan o geliş ve gidişteki yolculuklar gibi yine tek başınıza olacaksınız, onda da yanınıza kimseyi alamıyorsunuz. Onda da önyargısız, çırılçıplak ve saf gerçeği görüp algılayabilmek için tekbaşınıza olmalısınız. Tanrısal olana erişebilmenin koşulu hep tekbaşına olmaktır.

Tanrıya giden yolun uzun olduğu söylenebilir; ama neyle ve nasıl gideceğiniz de, süratiniz de önemlidir. Doğru zaman, araç ve yöntemle bu süreyi şaşılacak ölçüde kısaltmak sizin elinizdedir. Önemli olan ilk adımı atmaktır; ama dışarıya değil, içeriye doğru. Önce sizdekini, sizde olanı daha doğrusu ‘kendinizi’ bilmelisiniz.

Yeri gelmişken hemen ekleyelim. Yalnız olan, aynı zamanda bulunduğu yere ait olandır; tekbaşına olansa hiçbir yere ait olmayandır. Hiçbir yere ait olmayan hiçbir şeye yabancı olmayandır. Bu konunun üzerinde biraz daha durulmalıdır.

Yalnız olan kişi, yaşamını yabancı bir ülkedeymiş gibi yaşar; tekbaşına olansa bütün dünya kendi ülkesiymiş gibi… Yalnız olan enerjisini yararsız bir biçimde ve boşu boşuna ‘tüketir’, heder eder, sonunda hiçbir şey üretmez; tekbaşına olan onu tekâmül uğruna ‘harcar’, kullanır, zamanla daha üst enerjiler üretir, daha nitelikli enerjilere erişir…

Yalnız olan kederden, üzüntüden kaçtığını sanarak başka şeylere yönelir. İlgisini farklılaştırarak onlardan kurtulacağını ya da onları unutacağını sanır. Ama onlar hep oradadır, bazen sadece üstleri örtülmüştür ama derinlerde bir yerlerde varlıklarını sürdürürler. Tekbaşına olansa tüm cesareti ve bilinçliliğiyle onlarla ‘yüzleşir’, onlara ‘dokunur’, kederin ve üzüntünün doğasını anlamaya çalışır, başarabilirse nedenselliğini çözümler. Bunu başarabilirse onları ‘dönüştürür’. Çünkü onlardan gerçek anlamda kurtulmanın tek yolunun bu olduğunu bilmektedir.

Yaşamın, çoğu kez farkedemediğimiz bazı temel kuralları vardır. Örneğin kendinizde olmayanı başkasına veremezsiniz, kendinizi sevmeyi bilmeden başkasını da gerçek anlamda sevemez, onun yerine geçen başka bir takım duyguları sevgi sanırsınız. Ya da kendinize nasıl davranırsanız başkalarına da öyle davranırsınız; kendinize saygınız yoksa başkalarına da olmaz; ya da bütün bunları inkâr ederseniz o zaman da içinizle dışınız bir değildir. İşte gerçek anlamda tekbaşına olan bütün bunların farkındadır ve böylesi konularla ilgili çelişkilerini çoktan çözümlemiştir. O, Buda’nın, İsa’nın, Mevlânâ’nın, Yûnus’un tarif ettiği kişi olabilmiştir. Kendi içinde coşku dolu ve sevecen, ilişkilerinde saygılı ve şefkatlidir. Bu durumda hangi inancın içinden yetişmiş olduğunun, nereden yola çıktığının, ilk adımı nerede atarak yolculuğuna başlamış olduğunun önemi kalmamıştır. Kendini de, tüm yaşayan ve hisseden varlıklarıyla doğayı da, ve tabii ki insanları da sever; saygı duyar… Kendi varlığıyla da, kendi dışındakilerle de mutlu olabilir.

Zaten sevgiyi, saygıyı ve hoşgörüyü yitirerek mutlu olunabilir mi, nerede görülmüştür…

Kendinle birlikte olmaktan sevgi, şefkat ve sevecenlik oluşmuyorsa demek ki birşeyler yanlış gidiyordur; ve ortada ciddi bir yanılgı var demektir. Zira onu başka hiçbir yerde bulamazsınız; bulduğunuzu sandığınız şey gerçekte sığınma, bağlanma, kısmen tutkulu bir umut, üstü kapalı endişe ya da teselli gibi mental oluşumlar olabilir. Ama bütün bunların temelinde zihinsel olarak gerçek sevgiden uzaklaşma ve kaybetme korkusu ile, yapısal olarak da açık ya da gizli bir ‘tedirginlik’ vardır. Orada gerçek yaşam enerjisi yoktur; onun yerini bastırılmış arzular, yeterince tatmin edilmemiş özlemler, gizli bir öfke ve kıskançlık… gibi kaynağı ego olan duygular almıştır. Oysa bütün bunlar gerçek yaşam enerjisinin akışa geçmesine engel olurlar.

Enerjisini kısmen de olsa akışa geçirmeyi başarabilmiş insanların yanında kendinizi canlı, sevecen ve enerjik hissedersiniz; diğerleriyse sizi sıkar, bunaltır, tedirgin, hattâ rahatsız eder; onlardan bir an önce uzaklaşmak istersiniz. Bu pozitif ve negatif enerjiler arasında hemen anlaşılabilen farklılıktır. Çünkü birinde iyilik ve güzellikler yansımış, diğerindeyse her türlü olumsuzluklar bastırılmış ama çevreye sızmış durumdadır. İlki serin bir ırmak gibidir; aktıkça yenilenir, kaynağından sürekli tazesi gelir. Biraz katı bir benzetme olacak ama ikincisi mikrop ya da virüs gibidir, başkasına bulaştıkça taşıyanın yükü göreceli olarak azalır.

Yalnızlık aptalcadır, yorucudur, egoya dayanır ve varolan hastalığı artırır. Tekbaşınalık zekîcedir, sürekli bir akış hâlidir, bilince eriştirir ve farkındalık sağlar. İlki tutsaklık, ikincisi özgürlüktür.

Buraya kadar açıklamaya çalıştıklarımızın dışında kalanlara ağırlık vererek özetleme yaparsak;

* Yalnızlık zayıflığın ve kederin nedeni, tekbaşınalık ise güçlülüğün ve gerçek mutluluğun kaynağıdır.

* Yalnız olan ikinci el, tekbaşına olansa özgün insandır.

* Yalnız olan yabancılaşır, tekbaşına olansa bütünleşir.

* Bu nedenledir ki yalnız olan sonunda kaybolup gider, tekbaşına olan yeni bir dünya yaratır.

* Yalnız olan hep ‘ben’ olarak kalır, tekbaşına olan ‘biz’ olabilir. Biri soyutlanmış, diğeriyse katılımcıdır.

* Yalnızlık taklitçilik, tekbaşınalıksa özgünlük ve kendin olmaktır.

* Yalnız olan her an bozulmaya müsaittir, tekbaşına olansa kendi özgünlüğü ile bütünleşmeye…

* Tekbaşınalıkta korkunun yerini cesaret, basmakalıp bir biçimde tâbi olmanın yerini de eleştirel bir yaratıcılık almıştır.

* Yalnız olan, tekbaşına olanı anlayamaz; ama tekbaşına olan yalnız olanı anlar; çünkü onun için o dönem bir daha dönülmeyecek bir hâl’dir ve artık çok gerilerde kalmıştır.

A. Kerim Soley