Bugün arabayla evime dönmeye çalışırken kayboldum. Göztepe’nin arka sokaklarında olduğumu biliyordum ama o kadar çok turladım ki yönümü tamamen kaybettim. Minibüs caddesine veya Bağdat’a çıkar umuduyla bir sokağı epeyce takip ettikten sonra kaldırımda köpeğiyle yürümekte olan bir adamı gözüme kestirip sağa çektim. Pencereyi açıp seslendim:

“Afedersiniz, minibüs yoluna nasıl çıkarım burdan?”
“Tam olarak nereye gitmek istiyorsunuz?”
“Evime…” (Adam dumur…)
“Eviniz nerede hanımefendi?”
“Tam olarak mı?”
“Yaklaşık olarak?”
“Ziverbey’de…”
“Öyleyse bu yolu takip edip ilk ışıklardan sola dönün. Minibüs yoluna çıkmış olursunuz. Sonra dümdüz devam edin. 2 kilometre sonra Ziverbey’desiniz.”
“Tamam. Sağ olun.”
“Bir şey değil.”

Pencereyi kapattım, yola devam ettim. Uzaklaşırken dikiz aynasından adama baktım; arkamdan bakıp gülüyordu. Köpeğiyle beraber hızla koşup yol kenarındaki arabasına binecek ve peşime takılacak diye düşündüm. Eğlenceli olurdu. Ama bunun yerine, dikiz aynasında gittikçe küçülmeyi ve sonra ağaçlar ve insanlar arasında kaybolmayı seçti. Büyük ihtimalle onu bir daha asla görmeyecektim. Ne adını, ne hatıralarını, ne de hayallerini anlatacaktı bana… Yüzünü hafızama kazıdım. Nasıl olsa sesini unutacaktım…

Kalabalık caddelerde tek başıma yürürken her seferinde aynı şeyi hissederim: Bu kadar çok insan, bu kadar çok farklı yüz, bu kadar çok hikaye hem çok heyecan verici, hem de bir mucizenin alabildiğine rastgele israfı… Maddenin her halini bir bütün olarak hissedince, kalabalık atom sürülerinin bilince kanca takıp evrile evrile aktıkları bu nehirde, insanoğlu sanki nehir yatağındaki ani bir genişlemeye benziyor. Çoktan ölmüş ve henüz hiç doğmamış olanlarla birlikte, insan DNA’sı trilyonlarca kombinasyonu teker teker denemekten bıkmayacak gibi…
Kavramakta zorlandığım süreçleri bazen hızlı, bazense ağır çekime alarak defalarca seyrediyorum. Mercimek büyüklüğünde olduğu söylenen bir enerji topu kendi etrafında dönüp dururken birden patlıyor, patlamanın merkezinden uzaklaşan her tanecik büyüyor, enerji kaybediyor ve dengelenmek adına her biri defalarca patlayarak yeni tanecikler saçıyorlar boşluğa… Hızlı çekim bakarken büyüteç altına alıyorum, madde oluşuveriyor: Bir çekirdek; içinde proton ve nötronlar… Etrafında yayla gibi geniş yörüngelerde hızla dönen elektronlar… Kütleler arasında, kanun olarak bellesek de nedenini hala bilmediğimiz bir çekim. Derken bir yerlerde, ufacık bir ateş topundan kopan parçalardan birinin adı Yerküre oluveriyor. Heryerdeki bilinç, burda da var. Madde evrimleşiyor ve kısa süre içinde adına “hayat” dediğimiz bir başka oluş şekli peydah oluyor. Bilinç, kabına sığmayan bir su gibi, her yolu zorlayarak tüm kombinasyonlardan insana varıyor. Program, tam da olması gerektiği gibi – olması tasarlandığı gibi devam ediyor.

Yerküre’deki diğer canlılardan farklı olarak, insan varoluşa dair sorular üretiyor. Sanki maddedeki bilinç uykusundan yeni uyanmış gibi… Kendisinin maddeden bağımsız halini merak ediyor. Nereden gelip nereye gittiğini, hangi oyunun hangi sahnesinde illa ki baş rol oynadığını, amacının ne olduğunu, yok olmanın neye benzediğini sorguluyor. Sorularına yanıtlar buluyor. Kah tatmin oluyor, kah el yordamı yerine gün ışığı istiyor. Mutlu olmak dediği dengelenmek anını her yakaladığında sezgisi ve anlayışı güçleniyor; mutsuzluk denilen kararsızlık anlarında ise körelen algısıyla birlikte kendi içine dönüp kararıyor.

İşte kalabalık bir caddede yanımdan geçen her insanın suratında, o sıralar nerelerde olduğuna dair izler arıyorum. İşaretleri okumayı öğrendikçe, bilinçsiz bir yeterlilikle parçaları bir araya getirip yaptığım işin adına sezgi diyorum.

İki cümle var hep kafamda: “Bütün insanlar birbirine benzer. Bütün insanlar birbirinden farklıdır.” Bu her iki cümlenin de farklı kullanım sahaları var. Benzerlikler penceresinden bakınca, insanı tek bir canlı olarak ele almak ve bilincin evriminde insanın temsil ettiği aşamanın nasıl bir şey olduğunu hissetmek kolaylaşıyor. Farklılıklar penceresinden baktığımda ise, işini garantiye almak için çok sayıda sağlama yapan bir matematikçinin tedbirli olmak adına neleri gözden çıkardığını ve nasıl da acele ettiğini hissediyorum. Zamanı lineer olarak ele alırsak, bu matematikçinin pek de fazla vakti kalmamış olsa gerek. Kontrolsüz bir çoğalmayı öngören ve gezegenin doğal kaynaklarının tükenme hızıyla yarışan bir üstprogram var sanki. Ne arıyor? Kuisatz Haderah* benzeri bir genetik son noktayı rastgele tutturmaya çalışmaksa yaptığı şey, Sahra Çölü’ndeki kum tanelerini tek tek gözden geçirmeye benzer bu… İşte bu yüzden, benzerlikler penceresinden bakmak daha sağlam geliyor.
Örneğin, bir Pigme ile Bill Gates’i aynı pencerede buluşturan ne peki? Her ikisi de, belirli dilbilgisi kurallarına hakim cümlelerle konuşabiliyorlar. Öte yandan, eğitimli maymunlara işaret dili öğretilebiliyor ve üç kelimeli cümleler kurabiliyorlar. Bu maymunlar, işaret dilini kullanarak, insanla haberleşmenin ötesinde, bir olay karşısındaki duyguları hakkında yorum yapabiliyorlar. Bir Pigme ve Bill Gates arasındaki bir başka ortak nokta ise, farklı düzey ve düzlemlerde de olsa, her ikisi de bir sorun için çok aşamalı çözüm yönergeleri üretebiliyorlar. Doğadaki maymunların ellerine aldıkları bir dal parçasını karınca yuvalarına sokup, kaçışan karıncaları yediklerini biliyoruz. Bu yaptıkları, akıl yürütüp çözüm üretmeye örnek verilebilir. Öte yandan, gerek Pigme, gerekse Bill Gates, beş duyularıyla algılayabildiklerinin ötesinde bir gerçek hakkında sorular üretebiliyor ve varoluş nedenlerini sorgulayabiliyorlar. Sanırım bizleri hayvanlardan tamamen farklı bir düzleme taşıyan ortak noktamız, insanın sorgulayan, inanan ve üreten spiritüel yönü. Evdeki kedim sadece var; alabildiğine kedi, alabildiğine kendi. Oysa ben hala “kendini bil” cümlesinin peşinde, uçsuz bucaksız bir yolda yürüyorum.

Kader var mıdır? Birbirleriyle etkileşim içindeki şu sonsuz neden-sonuç ilişkileri yumağında, verilerimiz daima yetersiz olduğu için kestirmekte zorlandığımız geleceğimiz, aslında başından beri belirli bir programdan mı ibaret? Özgür olduğumuzu sanarak verdiğimiz kararlar, aslında sadece içimizdeki ve dışımızdaki evrenlerin etkileşmesinin doğal ürünü olan kaçınılmaz eylemler mi? Şimdi, yazmaya devam etmek veya gidip karnımı doyurmak arasında seçim yapmalıyım. Yemekten sonra yazmak için yeterince vaktim ve enerjim olacak. Buna rağmen bir yanım yazmaya devam etmek istiyor. Seçimimde özgür olduğuma inanıyorum. Ama az sonra her ne yaparsam yapayım, aslında bundan başka bir seçeneğim hiç varolmamış olacak.

Yemek yemeye gittim ve iki hafta boyunca yazmaya geri dönmedim. Yukarıda, iki seçenekten birini seçeceğimden söz etmişim. Oysa, ikisi de olmadı. Yemekten sonra sırt çantamı topladım ve yola koyuldum. Ertesi sabah Pythagoras’ın doğduğu topraklarda, Sisam Adası’ndaydım. Dik üçgenin kenarları arasındaki ilişki kadar mutlak bir sebep sonuç dizgesinde varlığını sürdüren evrende kendimi tekil olarak algılamanın yanı sıra bir yandan da yolumun kesiştiği her oluş ile evren tarafından şekillendiriliyor ve evreni şekillendiriyor olmak varolmayı dayanılmaz hafif kılıyor. O kadar hafif ki, müsvettesi üzerinde çalışıp temize çekme şansına sahip olmadığımız hayatlarımıza sorumluluk ve seçimlerimizi ağır birer yük gibi yerleştirmek için çabaladıkça o tüy gibi varoluşlarımız zaman algımızda açtıkları ufacık deliklerden uçup gidiyorlar.

Bazen küçük çocuklar bize cevaplarını bilmediğimiz sorular sorarlar. Altı boş bir yanıtla geçiştirmeye çalışırız. O yanıtı deşeleyen bir soru daha sorarlar ve bu böyle sürer gider. Sorduğu bu soruları kendimize ve birbirimize sormaktan uzunca bir süre önce vazgeçmişsek, çocuğun yalın mantık silsilesinden tedirginlik hissedebiliriz. Birçok zaman, en basit sorular yanıt bulmakta bizi en çok zorlayanlar olabilir. En tuhafı da, sanki bu sorular hiç varolmamış veya bir şekilde yanıtlanmış gibi tüm hayatımızı ve hatta dünya düzenini bu altı boş fikir yapısının üzerine oturtup yuvarlanıp gitmeyi başarıyoruz. Evet, bir şeyleri başardığımız kesin; ama neyi? İşte içimize sinen bir yanıt vermek için çoğu zaman yeterince dürüst olamadığımız bir soru daha…
Bundan iki hafta önce, Göztepe’nin arka sokaklarında bir adama evimin yolunu sormuştum. Aynı gün gelip bu yazıyı yazmaya koyulmuş, adamın yüzünü hafızama kazıdığımı sanmıştım. Bir yerlerde elbette kayıtlıdır o surat, ama silüeti gittikçe solan bu yüze dair ilk kayıtlara ulaşmak için yeterince etkili yöntemler bilmiyorum herhalde. Kafatasımın içinde çalışıp duran şu karmaşık devrelerin kullanma kılavuzunu vermeyi unutmuşlar; kurcalayarak keşfettikçe kendim yazıyorum.

Evet, zaman geçiyor. Kelebek nasıl algılıyorsa kendininkini, biz de öyle bakıyoruz yaşamlarımıza. Kendinden kat be kat ağır bir böceği tek başına yuvasına sürükleyen bir karınca gibi sırtlanıp seçimlerimizi, mola verdikçe yaşadığımızı farkediyoruz. Aynen Lamartine’in dediği gibi: “İnsan için liman yok, sahil yok zaman için / O geçer biz göçeriz!”

* Frank Herbert’ın Dune adlı romanından alıntı. Romanda, nesiller boyunca devam eden bir genetik çaprazlama yoluyla elde edilmesi planlanan mesihi kasdetmek için kullanılan bu terim, İbranice’de “Yolun Kısalması” anlamına gelmektedir.

Aycan Çankaya

1976 yılında İstanbul’da doğdum. 1994’te Saint Benoit Fransız Lisesi’nden, 2000’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun oldum. Öğrencilik yıllarımda ilgilenmeye başladığım hipnoz ve NLP’yi 2 yıl boyunca pratisyen hekim olarak çalıştığım özel poliklinikte kısmen uygulama şansım oldu. 2002 yılında evlendim ve hekimliğe ara vererek ilaç sektörüne girdim. İki yıl kadar medikal danışman, bir yıl kadar da ürün yöneticisi olarak çalıştığım süre boyunca NLP Practitoner, NLP Master Practitioner, Reiki ve Hipnoterapi eğitimleri aldım.