Düşünceyi ‘maddeseldir’ biçiminde açıklamak mümkün ve doğrudur; ‘zihinseldir’ derseniz de yanlış olmaz. Bu ‘düşünme’ sürecine nereden ve nasıl baktığınıza bağlıdır. Yanlış olan bu iki savın yandaşlarının çatışmasıdır. Ama yine de asıl yanlış olan ‘çatışmanın kendisi’dir. Örneğin bir başka sava göre: “Evrende herşey maddeseldir”. Bu sav da yüzde yüz doğrudur. Peki “ya göremediklerimiz, algılayamadıklarımız?” diye sorarsanız da şöyle yanıtlanabilir: “Fiziksel ve duyumsal yapımızdan gelen kısıtlar nedeniyle belli sınırlardan sonra göremiyor, duyamıyor, dokunamıyor, kısacası hissedemiyorsak; ya da duyu ve algı noksanlığı veya yanılgılarımız nedeniyle farkında olamıyorsak inkâr mı edeceğiz?” Doğru değil mi? Bütün duyularımızın, geliştirilinceye kadar algılama-duyumlama kapasiteleri ve yetenekleri sınırlı değil midir? Görme, duyma, tat alma, koklama ve dokunma duyularımızın tümünün de belirli bir algılama skalası vardır; peki şimdi onların güçlerinin altında ve üstündeki frekansları algılayamıyorsak yok mu sayacağız? Mikroskopik canlıları, X ışınlarını, kızılötesini, alt veya üst düzeylerdeki ses titreşimlerini, fotonları, bozonları… vb. yok sayabilir misiniz? Peki ya telepatiyi, beşinci hissimizden sonraki muhtemel algılayışları, durugörü ve duruişitiyi…? Eğer denildiği gibi farklı yaradılış unsurları mevcut iseler, şimdi ve burada, ama bizim böylesi bir fiziksel ortamda henüz algılayamadığımız başka bir boyutta neden varolmasınlar? İşte size kimilerinin ‘maneviyat’ dedikleri şeyin akılcı tanımı… Yeter ki hiçbir şeyin yokolmadığına, sadece sürekli dönüştüğüne, ya da biçim, ortam ve boyut değiştirdiğine şuurlu biçimde inanmış olun…

Öyle ki bu tür fenomenlerin ve oluşumların tamamı maddeseldir, ama bizim maddeyi ya da maddî olanı algılama yeteneklerimiz, dolayısıyla da tanımlamalarındaki kapasitelerimiz, becerilerimiz sınırlı ve kısıtlı olduklarından, doğal olarak biz de onların ‘maddî olmadıkları’ yanılgısına kapılırız. Enerjinin muhtelif biçimlerde yoğunlaşmasıyla, biçim, şekil ve boyut kazanan her fenomen maddeseldir demiştik; buna, adına ‘ruh’ dediğimiz cevher de dahildir. Büyüyen-gelişen, artan-eksilen, yaygınlaşıp-daralan, olumlu ya da olumsuz olan, görünür ya da görünmez boyutları ve hacmi olan… kısacası ‘varlık’ olarak bilinen, bilinebilen ya da tanımlanabilen herşey madde veya maddeseldir; enerjinin bir biçimde yoğunlaşmış hâlidir. Kaldı ki madde ya da maddesel sayılabilmesi için tarafımızdan görülebilir, işitilebilir, koklanabilir, dokunulabilir veya tadının algılanabilir olması da gerekmez.

Yani bize göre, ruh ve madde birbirlerinden tamamen ayrı ve farklı unsurlar değildir. Karşılıklı etkileşim içerisinde, birlikte varolan tek ve ortak yaşamın, geçici olarak ve belirli bir süre için farklı görünümleridir; görebilenler, hissedebilenler için sadece yoğunluk farklılaşmaları, bir başka deyişle de farklı halde yoğunlaşmış enerji biçimleridir. Kaldı ki bunlardan farklı enerji biçimleri de vardır (eterik, nirvanik… gibi). Gerçek ruhçuluğun bunları da inceleyebilmesi gerekirdi. Ruh ve madde su ve buz gibidir, yani farklılık sadece yoğunlukları nedeniyle görünümlerindedir. Ama ruhçular gibi pekçok dinsel geleneğin de genel eğilimi maddeyi horlamak, aşağı görmek ve böylelikle de kendilerine sanki ruhu, gizemi, bilinmeyeni yüceltiyormuş görünümü vermektir. Tabii bunun sonrası bedeni de hor görmeye, aşağılamaya ve ona gereken saygıyı göstermemeye, ona karşı özenli davranmamaya kadar gider. Ama bunun sonunda kaçınılmaz olarak insana saygıyı yitirmek de vardır. Örneğin bir dinin izdeşi anlamındaki tutucu dindarlar, salt inanç farklılıkları nedeniyle, diğer dinlerin ve inançların mensuplarına bir türlü kendi yandaşları kadar insanî saygı gösteremezler; zihinlerinde onları hep aşağılama, küçük, zavallı ve günahkâr görme rolünü oynarlar; önceden biçilmiş olan bu hazır rol kendi inanç, görüş ve anlayışlarını kendi gözlerinde anlamsızca yüceltme sonucunu doğurur. Diğer herkes yanlış, sadece kendileri doğru yoldadırlar; o diğer zavallıların hepsi cehenneme, sadece kendileri ve kendi yandaşları cennete gideceklerdir. Bu da zaten din ve dindarlık adına tüm yaptıklarını, tüm haksız tutum ve davranışlarını haklı çıkarmak için kendilerince bir anlamda ‘ussallaştırma’ çabasıdır.

Hep merak etmişimdir; sürekli ölümden sonraki yaşamı o basit ve yetersiz yöntemleriyle incelemeye kalkanlar neden bu yaşamdan önceki yaşamları da inceleme zahmetine katlanmazlar ki? Madem ruh ölümsüzse o da incelenmeye değer önemli bir konu değil midir? Kaldı ki bir nebze olsun inceleyebilselerdi, belki gerçek tekâmülü kanıtlarıyla görebilirlerdi. Ama dediğimiz gibi, niyetleri de, yöntemleri de, teknikleri de buna uygun değildir.

Ruh ve madde konusunda böylesi bir anlayışa ulaşabilirsek önümüzde alışılmış olanlardan farklı algı kapılarının da açılması mümkün olabilecektir. Nasıl ki ses hızını (sınırını) aştığınızda ondan kurtulursanız, salt maddesel algılamaların ötesine geçtiğinizde onun sınırlarından da, onlarla ilgili sınırlı algılamalardan da kurtularak ‘ötesi’ne geçebilme olanağına kavuşmuş olursunuz.

Bu sınırlı açıklama, dostlarımızın maneviyat ve farklı boyutlar konusundaki sorularının yanıtlanmasına ve şifacılık, durugörü, altıncı his, telepati… gibi konularda yeniden ve farklı bir bakış açısıyla düşünebilmelerine belki bir ölçüde de olsa yardımcı olabilecektir… Böylelikle yakından veya uzaktan şifa vermenin gerçekliği de, duaların gücü de nispeten anlaşılır hâle gelecektir. Takdir ederseniz, bunlar için belirli bir içsel gelişme aşamasına erişilmiş olması gerekir. Bu nedenledir ki buna kabaca ‘ruhsal gelişim’ demek yeterli olmaz. Gelişimin neresinde olunduğu, ne denli ‘şuur’, dolayısıyla da sevgi ve şefkat içerdiği önemlidir. Çünkü bu bir bakıma yüksek düzeydeki şuurlu, yaratıcı ve birleştirici nitelikteki “aşkın” enerjidir; ancak bu niteliklere sahipse doğru işlev görebilir ve bir sonraki aşamasında ‘tanrısal’ boyuta erişebilir.

Kaldı ki bizler bu dünyada yaşarken bile an be an değişip dururken; ortamını değiştiren, bedenini terkeden, gittiği durum ve ortamdaki diğerleriyle karşılaşıp onlarla etkileşim içine giren ve bu sürede mutlaka yeni birşeyler öğrenen veya edinen ruh denilen unsurun tekrar bu dünyaya ya da bu boyuta geleceği kabul edilse bile, tamamen gitmiş olduğu haldeki gibi olamayacağı ve kısmen ya da büyük ölçüde değişmiş olarak dönecek olması kaçınılmazdır. Yani bizler nasıl aylar ve yıllar sonra artık aynı insan değilsek, bu durum ruhlar ( ya da bilinçler) için de geçerlidir.

Kimilerinin daha hassas, kiminin kolay öğrenen, kiminin sanata yetenekli (hattâ Mozart gibi açıklanamayan bir dehâ), kiminin zayıf kiminin güçlü kişilikte… olmasında hep geçmiş yaşamların etkileri vardır; ve hep söylediğimiz gibi burası noksanlarımızı görme, kendimizi geliştirme, arındırma… kısacası tekâmül yeri ve bu yaşam da bütün bunlar için bir fırsat olmalıdır. Aksi halde reenkarnasyonun amacı ortadan kalkar ve her gidip gelme birer zulüm ve ceza olur. Örneğin hindu inancının anafikri buna dayanır; budistlerin de bir daha bu dünyada doğmamayı hedeflemelerinin (mahaparinirvana) ardındaki mantık ve anlayış açıkça izah edilmese de budur. Yedi bedenimiz olduğunu bilirsek bu gerçekler bize ürkütücü gelmez. Fiziksel bedenimize, onun hazlarına ve tutkularına aşırı bağlanmak nasıl sonunda ıstırabın kaynağı olursa, ruha veya ruhsal bedene aşırı bağlanmanın da ileride aynı şekilde ıstırap kaynağı olacağı çok açık ve hiç şaşırılmaması gereken bir gerçektir. Bedenin aşılması için nasıl onun ‘ötesine’ geçmek gerekirse, ruhu aşmak için de onun ötesine geçilebilmelidir. Bunun aksi ortada kısır bir döngü var demek olur.

Bu bilgilerin doğruluğundan nasıl emin olabileceğinizi her an sorabilirsiniz. Yanıtı da izahı kadar basittir. Ancak bütün dinlerin ve inançların üzerinde, onlardan ve koşullandırmalarından kendinizi arındırmış gerçek bir mistik olabilirseniz; gelişmişliğiniz ve aydınlanmanız ölçüsünde bu ve benzeri soruları kısmen de olsa kendiniz yanıtlayabilirsiniz?

Şöyle de açıklayabiliriz: Bize göre bedenimiz kolaylıkla çözünüp dönüşebilen alt enerji biçimleri olan fiziksel-mekanik enerjilerden oluşmuştur. Zihnimiz daha uzun ömürlü ve daha kalıcı olan yapıcı-hayatî enerjilerden; ruh dediğimiz unsur onun üzerindeki duyusal enerjilerin yoğunlaşmasından; sonraki boyuta taşıyacağımız bilincimiz ise şuurlu enerjilerden oluşmuştur. Şuurlu enerji, Kozmik Enerjiler grubunun ilk basamağındaki enerji biçimidir. Ondan sonra da, bugünkü durumumuz ve gücümüzle, yani sıradan bir insan olarak algılayamayacağımız daha üst enerji türleri gelir ki, örneğin şuurun bir üstü tanrısal olan yaratıcı enerjidir. Ancak ona da daha sonrakilere de bu aşamada değinmenin yeri ve anlamı yoktur. Tabii bütün bunlar anlayabilme ve anlatabilme kolaylığı sağlaması için bir metodoloji olarak kabul edilmelidir; şimdiki halde aklımız ve zihinlerimiz kendi bilgi, algılama ve idrak kapasiteleri ile sınırlı olduğundan, bunlar aslâ dogmatik biçimde bir kesinlik olarak kabul edilmemeli; doğrular ve gerçeklikler herkes tarafından ayrıca araştırılmalıdır.

Sadece sınırlı, değişken, bozulabilir ve nihayetinde kendisi ölümlü olan unsurları kullanarak bu sorulara yanıt verilemez. Bunların yanıtlarını ancak onlar kadar çabuk bozulmaya, ayrışmaya, bir anlamda ölmeye-sonlanmaya uğramayacak, daha nitelikli olan başka bir üst enerjinin yardımıyla bulabilirsiniz. Onu her yerde arayabilirsiniz ama esasında fazla uzağa gitmeye gerek yoktur; sizin aslî unsurunuz olan ve daha üst enerjilere dönüştürülebilme kaabiliyetine sahip olan o cevher zaten içinizdedir; ve işte ona ulaşabilirseniz bu sorular da yanıt bulacaktır. Sufînin, yoginin, mistiğin arayışı bunun içindir (daha doğrusu bu olmalıdır)… Ve bir sufî bilir ki, bu dünya ve öteki dünya denilen iki ayrı dünya yoktur; farklı dünyaları ve boyutları bir arada barındıran tek bir “Birlik Âlemi” vardır. Sadece yetersiz maddesel-fiziksel enerji oluşumlarımızla, yani bir başka deyişle gücü ve algıları sınırlı ve kısıtlı olan duyu organlarımızla biz öyle algılayamıyoruz. Bu durum mevcut halimizin bir noksanı ya da yetersizliğidir. Kısacası halen içinde bulunduğumuz boyuttan ve formdan bizden önce göçüp gidenlerle de, gün gelip bizden sonra tekrar gelecek olanlarla da gerçekte hep birlikteyiz; birlikte yaşıyoruz. Görebilen görür, bilebilen bilir. Yoktur diyene de saygılıyız; nedeni aynı kaynaktan gelmiş olmamız ve o kaynağa olan saygımızdandır. İsmail Dede’nin ‘Ferahfezâ Mevlevî Âyini’ni de severiz, Çaykovski’nin ‘Pastoral Senfoni’sini de; her ikisi de herkeste farklı duygular uyandırıp farklı şeyler düşündürebilirler…

Ama hiç kuşkusuz, teizmin kaba materyalist karşıtları bu fikirlere de ‘gericilik’ ya da ‘bâtıllık’ diyerek tamamen önyargılı bir biçimde ve bilgisizce karşı çıkacaklardır. Bu nedenledir ki sufîler ve mistikler, şekilci teistlere de, teizmin kaba karşıtlarına da yaranamamışlardır; aslına bakarsanız böyle bir dertleri veya kaygıları da yoktur.

Yeri gelmişken belirtelim, gerçek bir şifacı geleneksel tıbbı hiçbir zaman inkâr etmez, aslâ küçümseme mantıksızlığına düşmez; gerçek bir sufî de fiziksel bilimlerin derinliğine incelenmesinden, yorumlanmasından, değerlendirilip geliştirilmesi çabalarından aslâ vazgeçmez; aksine bilimsel yöntemlerle çalışmayı teşvik eder.

Kaldı ki ciddi spiritüalistlerin uluslararası kongre ve konferanslarında sürekli işlenen, sıklıkla yinelenen ve gerçek ruhçuların şiarı olmuş olan, ama yine de bizimkilerin pek önemsemediği temel bir ilke şudur: “Bilim ile inançlarımız arasında herhangi bir uyuşmazlık veya görünürde bir çelişki ortaya çıkarsa, sorun nihayetinde bilimin üstünlüğüyle sonuçlanacaktır. Bugün için çözümleyememiş veya açıklayamamış olmamız, henüz bilimsel düzeyimizin yeterince gelişmemiş olmasındandır.” Dalai Lama dahi “Atomun İçindeki Evren” adlı yapıtında, budizmin bilimsel gerçeklerle çelişmesi halinde izlenecek yolun bu olması gerektiğini ısrarla belirtmiştir. Yani onlar kendi içlerinde daha tutarlı, bilime daha saygılıdırlar.

Unutulmamalıdır ki makrokozmosu da mikrokozmosu da yöneten yasalar aynıdır ve ‘Büyük Bilgi’nin bir parçasıdır. Mesele bizlerin bu bilgiye ‘neresinden’ baktığımız ve ‘ne kadar‘ vâkıf veya donanımlı olabildiğimizdir. İşte bu da gerçek dindarlıktır.

Ama yine gözardı edilmemesi gereken şey, kendini bilmeden bunların hiçbirisinin doğru ve yeterli ölçüde bilinemeyeceğidir.

‘Sonsuz küçük’ de ‘Sonsuz büyük’ de sadece anlatım kolaylığı sağlayabilen kavramlar ve faraziyelerdir; yoksa bugünkü zihnimizle de, muhtemelen bu boyutta yapılanacak olan yarınki zihnimizle de algılanamazlar; ancak belki ‘kozmik beden’ ‘Büyük Bilgi’ye yakınlaşırsa, belki o zaman kısmen mümkün olabilecektir. Zaten o zaman yokluk âlemi (ya da eski doğu metinlerinde sözedilen ‘boşluk’) ile varlık âlemi bir olmuş demektir. Yoksa evrenin ortak yasalarını ve bunlardan hangilerini ne kadar bilebilir, algılayabilir veya çözümleyebilirseniz, aradıklarınıza da nispî olarak ancak o kadar vâkıf olabilmiş, ya da yakınlaşabilmiş sayılırsınız.

Evren her an yeniden oluşurken, olan biteni binlerce yıldır durağan kalmış, statik inanç yapılarıyla açıklayabilmek mümkün müdür sizce?

A. Kerim Soley