Bu aralar erkeklerin durumunu ve yarattıkları dünyayı tartışmak çok revaçta.

ABD ve diğer batılı ülkelerde hemen her gün, özellikle sanat ve politika dünyasındaki tanınmış ve güç sahibi bir başka erkeğin, hem de hiç tahmin edilemeyecek kişilerin nasıl kadınları taciz ettikleri, güçlerini kullanarak onların rızası dışında nasıl cinsel faydalar sağladıkları ortaya çıkıyor. Sadece kadınların değil, azınlıkların, zayıfların, çocukların, teknolojik veya ekonomik olarak daha az gelişmişlerin, inananların, ve hatta dünyanın kendisinin acımasızca istismar edilmesini egemen erkeklerin saldırgan ve bencil doğasına bağlıyor bir çokları. Erkeklerin yönettiği dünyanın şiddet bağımlısı, emperyalist, istismar edici, rekabetçi, mütecaviz, erdem yerine gücü koyan, bencil, vs. vs. olduğu ve dünyanın ve toplumların işte bu yüzden, erkek egemen kültür yüzünden böyle olduğu iddia ediliyor.

Ancak bu iddialar tam olarak gerçekleri yansıtmıyor.

Çünkü dünya, erkek egemen bir dünya değil.

Dünya “oğlan çocuğu egemen” bir dünya.

Bu bahsettiğimiz özellikler, psikolojik büyüme sürecini tam olarak tamamlayıp da hakkıyla olgunluğa ulaşmış bir erkeğin özellikleri değil.

Bu özellikler yetişkin bedeni ve gücüne sahip ancak psikolojileri, zihinleri ve kalpleri ergenlikte takılıp kalmış yaşı büyük ruhları küçük oğlan çocuklarının özellikleri.

Bu cümlemin gerçek olup olmadığını anlamak için şu anda dünyadaki önemli sanatçılara, politikacılara, devlet adamlarına, iş adamlarına, yöneticilere, akademisyenlere, hatta din adamlarına, bilim adamlarına bakın. Onların bazı davranışlarına, kafayı taktıkları şeylere, birbirleri ile çekişmelerine, nelerin onları tetiklediğine, neler karşısında fiziksel veya psikolojik şiddete başvurabildiklerine, kendilerinden güçlüler veya güçsüzler karşısındaki davranışlarına, kadınlarla olan ilişkilerine, kendileri ve duyguları ile olan ilişkilerine bakın. Ve bu insanların kolektif olarak yarattığı dünyaya bakın. Bu durumu başka nasıl açıklayabiliriz acaba?

Tabi ki bu yazdıklarım, kadınlar için de geçerli. Suç sadece erkeklerde değil. Dünyayı krallar ve kraliçelerin yönetmesi gerekirken, prensler ve prensesler iş başında. Yetişkin bedenler içinde oğlan ve kız çocukları, içinde yaşadığımız dünyayı yaratıyorlar, ve kendileri gibi yetişkinliğe hiç bir zaman ulaştıramayacakları yeni oğlan ve kız çocukları, prens ve prensesler yetiştiriyorlar. Dünyanın acilen onu bu az gelişmiş ve bencil prens ve prenseslerin ellerinden kurtaracak kral ve kraliçelere ihtiyacı var. Ve maalesef, sanki her gün durum daha da kötüye gidiyor, yetişen her nesil, daha erken bir gelişim yaşında takılıp kalıyor gibi gözüküyor.

Ama bu yazıda (ve önümüzdeki bir kaç yazıda) konumuz biz erkekler, biz oğlan çocukları.

Nasıl oluyor da biz, oğlan çocukları ergenliği bir türlü aşamıyoruz? Nasıl oluyor da içimizdeki krallar hiç ortaya çıkamıyor? Hem bu “olgun” erkek ne demek, neye benziyor, nasıl davranıyor, neye önem veriyor?

Bu soruları sorduğumuzda karşımıza bazı erkek özellikleri çıkıyor, çağlar boyunca mitolojide, destanlarda, halk hikayelerinde vurgulanan, sembolize edilen. Yani “çok kral adam” dediğimizde genellikle aşağıdaki sıfatların bir çoğunu taşıyan birisi oluyor karşımızda:
Dürüst. Saygılı ve saygın. Sorumlu. Özgür ve bağımsız. Sınırlar koyan. Sevecen. Şefkatli. Yönünü bilen. Bir amacı olan ve o amaca kendini ve yaşamını adayan. Kendini, değerlerini, sevdiklerini kısa vadeli fayda ve keyifler için satmayan, gerekirse onun için değerli olan şeyler için acı çekmeye ve kayıp yaşamaya razı olan, bu sayede de güvenilir olan. Herkese değer veren. Ama kimseye de eyvallahı olmayan. Başkalarını destekleyen, onların kendini gerçekleştirmesini sağlayan. Sadık. Araştırmacı, sınırları aşan. Koruyucu. Destekleyici.

Çoğumuz için bunları duymak bile, “tamam da bu çok zor”, “bunlar günümüzde gerçekçi değil”, “ama sorumluluklarım var” vb. gibi tepkiler yaratabiliyor.

Ve tüm bu sıfatları duydukça “bu ben olabilir miyim, bunlar gerçekten bende var mı?” diye sorgulamayı ve kendi korkularımızı aşıp da bunları hayata geçirmeye çalıştığımızda kafamız daha da karışıyor:

Aynı zamanda nasıl hem dürüst, hem de saygılı olabiliriz? Çünkü biz ne dürüst, ne de saygılıyız. Bunların yerine manipülatif ve kibarız.

Aynı zamanda nasıl hem sorumlu, hem de özgür ve bağımsız olabiliriz? Çünkü biz ne sorumlu, ne de özgürüz. Hem sorumsuzuz, hem de bağımlı ve tutsağız.

Aynı zamanda nasıl sağlıklı sınırlar belirleyip, hem de merhametli, sevecen ve şefkat dolu olabiliriz? Çünkü ikisi de değiliz. Çoğu zaman hem doğru dürüst sınırlar belirlemeyip insanların üzerimize basmasına müsaade ediyoruz, hem de diğerlerinden kopuk, çoğu zaman duygusuz ve şefkatsiz, bağımlı ancak bağsız yaşıyoruz. Sınır koymamamız bile bencilce. Hayır demekten korktuğumuz için evet de diyemiyor, diğerleri ile samimi, içten, ben ve senden çıkıp biz olduğumuz derin bağlar kurmadan yaşıyoruz. Sevdiklerimizin yanında bile tam mevcut olmuyor, kafamızın iki karış üstünde kendi yarattığımız bir sis bulutunun içinde varlığımız ve yokluğumuz bir şekilde yaşıyoruz.

Aynı zamanda nasıl hem liderliği ele alıp yön belirleyebilir, hem de başkalarına kendileri olmak için özgürlük verebiliriz? İkisini de yapmıyoruz. Biz bırakın yön belirlemeyi, yönümüzü bile bilmiyoruz. Sorumluluk almaktan ve bu sorumluluğun sonuçlarından kaçınıyoruz. Aynı zamanda her şeyi ve herkesi kontrol etmeye çabalıyor, herkesin üzerinde tahakküm kuruyoruz. Arzuladığımız geleceğe ulaşmak için harekete geçmektense elimizde olan ancak bizi hiç bir zaman gerçekten tatmin etmeyen ve etmeyecek şeyleri korumak bizim için daha önemli. Bizi kalbimizin taahhüdü değil, korkularımız yönetiyor.

Aynı zamanda nasıl hem bir amaca, bir ülküye, bir kişiye, geçmişimize, vb. sadık, hem de her zaman sınırların ötesine geçen, araştıran, daha iyisinin peşinde koşan biri olabiliriz? Çoğu zaman ikisi de değiliz. Hem çok kolay satabiliyoruz bizim için değerli olduğunu iddia ettiğimiz şeyleri, hem de yeni riskler almak, sınırlar aşmakta çok korkağız.

Aynı zamanda hem bizim için önemli olan kişileri koruyan, hem de onları kendi sınırlarını aşmaları için destekleyen birisi nasıl olabiliriz? Çünkü çoğu zaman ikisi de değiliz. Çoğu zaman sevdiklerimizi aslında korumamız gereken şeylerden korumuyoruz, bir yandan da aşırı korumacılık kisvesi altında nefes almalarına müsaade etmiyor, onların da bizim gibi kısır ve güdük kalmaları için elimizden geleni yapıyoruz.

Tüm bunlar sonucunda da bizler birer erkek olarak çok önemli olan merkezlerimizi, yani omurgamızı ve kalbimizi kaybediyoruz. Omurgamızın yerinde ya bir sopa var, hiç bir şekilde duruma göre ancak merkezini kaybetmeden esnemiyor; veya hiç bir şey yok, omurgasız bir şekilde, jöle kıvamında karşımıza çıkan her şeyin bizi titretmesine, şekillendirmesine, yoldan çıkarmasına izin veriyoruz. Kalbimizin yerinde ise ya bir taş var, ve hiç bir şey ona ulaşamıyor, hiç bir şey onu harekete geçiremiyor, ve hiç bir şey ona dokunamıyor; veya göğsümüzün ortasında kocaman bir boşlukla, içine atılan hiç bir şeyin karşılık bulamadığı, anlamsız bir karanlık kuyuyla yaşıyoruz. Böylece anlamsız, tatminsiz, korkak, öfkeli, kendinden ve çevresinden kopuk, acımasız, rekabetçi, bağ kuramayan ve bağımlı oğlan çocuklarına dönüyoruz. Hiç bir yerde tam olarak, bedenimizle, ruhumuzla, kalbimizle, zihnimizle mevcut olamıyoruz. Ne kimse bize dokunabiliyor, ne de biz diğerlerine dokunabiliyoruz. Bu nedenle de diğer erkeklere ve kadınlara güvenmiyor, ve güvenilmez oluyoruz.

Tabi ki bu durumumuzun bir karikatürü. Allahtan bir çoğumuz için bunun sadece bir kısmı, o da bazen doğru. Ama azımsanmayacak bir çoğumuz için bu durum, biz ne kadar farkında olsak da olmasak da, kabul etsek de etmesek de böyle. Dediğim gibi, sadece erkekler için değil, kadınlar için de böyle. Ama şimdi konumuz erkekler.

Biz yaralı prensler ve prensesler, bedenleri büyük, ruhları güdük ergen yetişkinler, sonucunda böyle bir dünya yaratıyoruz. Bu durumla ilgili bir şeyler yapamazsak, kendimizi büyütmenin bir yolunu bulamazsak, durum daha da iyiye gidecekmiş gibi gözükmüyor.

Ve bu durum, hiç de yeni bir durum değil. Çağlardan beri böyle. Hatta Dede Korkut Hikayeleri bile erkeklerin nasıl yaralandıklarını ve bu hale geldiklerini anlatıyor.

Gelecek yazımızda birlikte işte böyle bir hikayeyi inceleyeceğiz birlikte. Sonra yavaş yavaş kendimizi nasıl büyütebiliriz, nasıl prenslikten krallığa doğru geçebiliriz, biraz bunu araştıracağız. Bir sonraki yazımızda görüşmek üzere.

Dost Can Deniz