Diğerleri başkaldırdı, onları izlemedim.
Arzularımın pençesine düştüm, onları izlemedim.
Bilgelerin sözlerini duydum, onları izlemedim.
Ben, yalnızca kendi yolumu izledim.
Da Mo

Bir zamanlar, henüz yeniyetme çağlarımdayken insanlarla felsefi konularda tartışmayı pek severdim. Ne de olsa kanatlarım henüz yeni yeni çıkmaya başlamıştı. Tabii ben de bu kanatlarımı mutlaka deneme ihtiyacı duyuyordum. Ancak, güvenle uçabileceğim engin birer gökyüzü sandığım insanların çoğunun, aslında ters birer hava akımı olduğunu anlamam için birkaç kez yere çakılmam gerekti. Bu durum, önceleri öfkelenmeme neden oldu. Ancak ardından öfkem hayal kırıklığına dönüştü. Zira ben bu insanların çoğunun yaşam ile ilgili sorulara yanıt bulabilmiş insanlar olduklarını düşünüyordum. Zaman geçtikçe, bu insanların, savundukları yaşam görüşü ne olursa olsun, çoğunlukla bunu yalnızca kendilerini saklayacakları bir paravan olarak kullandıklarını gördüm.

Hayal kırıklığımın asıl nedeni insanları yanlış değerlendirmiş olmamdan değil, kendi yaşamımda kat etmem gereken çok daha uzun bir yol olduğunu görmemden kaynaklanıyordu. Kendimin tümüyle farklı bir birey ve insanların sıradan yanılgılarından bağımsız olduğum inancını bir yana bırakalı hayli zaman geçmişti. Gene de o an, diğer insanlarla aynı hataları yaptığım, onlardan farklı olmadığım gerçeği beni, bu durumu fark ettiğim ilk andan çok daha fazla etkiledi. Demek ki ben de kendimi birçok konuda kandırıyordum. Toplumsal şartlanmışlıklar tıpkı diğer insanlarda olduğu gibi benim varlığımın da fark edemeyeceğim kadar derinliklerine işlemişti. Demek ki ben de “Buda doğamı” yitirmiştim. Çok şükür ki inatçı bir insandım. İşin komik yanı, kendime karşı, başkalarına olduğumdan inatçı davranıyordum. Böylece, hoşuma gitsin ya da gitmesin bir sonuca varıncaya dek ilerlemeye karar verdim. Aslında karar vermek sözcüğünü çok yanlış kullanıyorum. Çünkü ortada karar verecek bir “ben” yok! Ve “ben” denilen o şey her neyse zaten bu kararın kendisiydi. Ama şimdi felsefi ikilemlerle sizin canınızı sıkmayı bir yana bırakayım.

İşte yine o zamanlarda çok hoşuma giden bir şey olmuştu. O günlerde rahatça tartışabileceğimi, düşüncelerimi paylaşabileceğimi düşündüğüm bir psikiyatrist dostuma, yaşama dair toy düşüncelerimi içeren bir mektup gönderdim. Mektubuma gelen dolaylı yanıt beni o kadar umutlandırdı ki, bir şey olma egom depreşti. Bunun nedeni de psikiyatrist dostumun, saygı duyduğum ortak dostumuza nevrotik eğilimlerim olduğunu fark ettiğini ve bu duruma çok üzüldüğünü söylemiş olması. Durum bana yansıtılınca birden bire çok sevindim. Bu sevincim nedeniyle gerçekten de ölümcül bir ruhsal rahatsızlığım olduğundan şüphelenmeye başladım. Öyle ya, bir insana nevrotik olduğunu söylediğinizde ağzı kulaklarına vararak size sırıtırsa, son derece isabetli bir tanıda bulunduğunuz için kendinizi kutlayabilirsiniz. Oysa sevincimin nedenleri oldukça farklı şeylerdi. Demek ki ben de bir şeymişim. Ondan bende de varmış. Hay Allah! Demek ki bunu hak edecek bir şeyler yapmışım gibi şeyler yani. Ama asıl nedeni Kızılderilileri çok sevmemdi…

Kızılderililer çok ilginç insanlardır. Bilir misiniz? Ölmüş atalarının ruhlarıyla konuşanlara büyük saygı duyarlar. Birtakım mantarları kullanma konusunda da oldukça başarılılardır. Ama bunları yalnızca normal olan insanları biraz anormalleştirmek için kullanırlar. Daha az normal olanları tümüyle anormalleştirmek için davul sesi kullanırlar. Tümüyle anormal olanların ise ne mantar ne de davul sesi kullanmaları gerekir. Onlar yeterince uçuk oldukları için kalplerinin seslerini dinleyerek farklı melodiler duymakta ve garip esrimelere dalmakta yeterince başarılıdırlar. Ardından ne yaparlar biliyor musunuz? Ağaçlarla, kayalarla ve nehirle konuşurlar. Buna ne dersiniz? Acaba şizofren midirler? Gelin bu anormal yaratıkları terapiye sokalım. Bakalım nehirle neler konuşuyorlar:

Sessizlik ve huşu içinde nehrin akışındaki değişimi izlemeye başladım. Bedenim bir çocuktan elli yaşlarındaki bir kadına dönüştü ve nehir benimle konuşmaya başladı:

“Farklı zamanlarda ve farklı renkli derilerle sayısız kez benim kıyılarımda dikildin. Sen bir şamansın ve kalbin tüm yeryüzünde çarpan bir davul olduğu için beni duyabilir ve benimle konuşabilirsin. Ben bu zamanla ya da bu mekânla sınırlı değilim. Ben nehirin sesi, şamanları özgürlük ve yaratıcılık zirvelerinden ölümün parlak esrimesi aracılığıyla anıların kaynağına taşıyan yaşam gücüyüm. Ben, bedenleri zamanın içinde taşıyan, zamanın imlerini yansıtan ve gerçeğe karşı konan engelleri ortadan kaldıran akışım. Ben, maddi olan akışımda sürüklenirken, evrensel yasaların bu akışımın içinde kesin kanıtlarını bulduğu değişimin sürekliliğiyim. Ben, zaman ve sonsuzluk, zamanın içinde yankılanan ve gizemimde sessizleşen ilahiyim. Ben şamanların içinde yüzdüğü akışım.”

O zaman nehire şöyle sordum: “Eğer ben bir şamansam, neden bunu bilmiyorum? Bir şaman olup olmadığım konusunda aklım karıştı.”

Nehir yeniden konuştu: “Henüz kendini tümüyle anımsamıyorsun da ondan. İçindeki şaman ise her şeyi anımsıyor. Bazıları sonsuzluğun, yaşam dalgalarının kendini oluşturan öze, benim deniz kaynağımdan (rahmimden) damıtılan bulutlara ve sise geri döndüğü ölüm anının içinde olduğunu düşünürler. Havaya yükseldiğimde görünmez olurum, ama bu yalnızca biçimsel bir aralık, bir kesintidir.Sen onu ölüm olarak adlandırırsın. Ama ölüm, sonsuzluğu getirmez. Sonsuzluk, her yanı kaplayan zekâdır (anlayıştır), ama ölüm hiç kimseyi bu yaşamda olduğundan daha zeki yapmaz. Sonsuzluk, hem ölümün hem de yaşamın içinde, tam burada ve bu andadır. Sonsuzluk, benim akışımın her anında vardır, ama yalnızca esrime aracılığıyla anlaşılabilir. Esrime, zamanın ve sonsuzluğun sevgi aracılığıyla birleşmesidir. Böylece, tüm zıtlar birleştiğinde, yaşamın her şeyi kavrayıverir. Bunu deneyimlediğin zaman, işte o zaman kendinin bir şaman olduğunu anlayacaksın.”

“Deniz kaynağım derken ne anlatmak istiyorsun? Yoksa sen yalnızca nehir değil de suyun döngüsünün aldığı tüm biçimler misin? Nerede başladığını ve nerede bittiğini nasıl anlayacağım?”

“Deniz hem benim kaynağım hem de kabrimdir. Deniz, şamanların öldükleri, zamanın ve tüm tarihin, dalgalarıyla yıkanıp arındığı mekândır. Benim deniz sularımda tüm dünyanın süreci ve ilerleyişi, ilksel varlık ve yokluk alanına geri döner. Bu sayede ben ve diğerleri arasındaki ayrım, denizimde çözünür ve dalgalarımın zirveleri ile vadileri şamanın ruhu için rehber olur…”

“Peki, tinsel bir rehber nasıl bulunabilir?”

“Tinsel rehberi çağırarak, amaçlarını berraklaştırarak ve yarattığın ‘ben’ imine umutsuzcasına yapışmayı bırakarak… Tinlerin yüce dünyasına açıl. Gökyüzü tindir. Bununla birlikte tin, doğanın her bir parçasında bulunur. Tinin bulunmadığı hiçbir yer yoktur. İnsanoğlu doğaya zarar verdiğinde, bunun nedeni şamanların kendilerini anımsamamaları, tinin henüz dinlenmemiş ya da görülmemiş olmasıdır.”

“Öyleyse kimlerdir şamanlar?”

“Tini dinleyen ve onunla uyum içinde yaşayanlar…”

“Ya ben çevremdeki şamanları nasıl tanıyacağım?”

“Şamanları doğaya ve kendilerine karşı gösterdikleri saygıdan, yeryüzündeki bitkilere ve tüm varlıklara duydukları sevecenlikten tanıyacaksın. Modern yaşamda şamanlar, sanatçı, ev kadını, doktor, öğrenci ve sevginin esrimesiyle eylemde bulunan insanlardır. Şamanlar tin dünyasını doğrudan doğruya tanırlar. Aksi takdirde tin dünyası yalnızca bir inanç olurdu. İnanç ise, gerçekleşmediği ve tin dünyasını doğrudan doğruya yansıtamadığı için yalnızca doğruluk, sevgi, huzur ya da güzellik umududur. Oysa görmeyi bilen gözlerin varsa, tini her yerde görebilirsin.”(1) 1 Shaman’s Path, Gary Doore, Shambhala Publications, Inc., 1988, s.26, 27, 28.

İşte nehirle böyle saçma sapan şeyler konuşurlar. Ne saçmalık değil mi? Bunlar kesinlikle şizofrenik olmalılar. Belki de çok kişiliklidirler. Kendi içlerinde yarattıkları birkaç karakter ağaç, taş, nehir, gökyüzü kılığına girip gene kendileriyle konuşuyorlar. Ama bence bu oldukça normal bir şey, demek ki ben de anormalim! Ne güzel! Karen Horney’in bir kitabında Eskimoların da anormal olduklarını okumuştum. Örneğin, çocuğu öldüren bir Eskimo annesi evlat acısını dindirmek için katili evlat edinirmiş. Ne anormallik! Dahası uzay da anormalmiş! Uzaya çıktığınızda boyut ve zaman gibi kavramlar ortadan kalkıyormuş. Ne anormal bir evrende yaşıyoruz! Ya atomaltına ne demeli? Hatta peygamber develeri bile anormal. Dişi peygamber devesi çiftleştikten sonra erkeğini yiyormuş.

Neyse, çok şükür ki insanların büyük bir çoğunluğu normal! Para kazanmak için birbirlerini kazıklıyor, yaşadıkları doğayı biraz daha rahatlık uğruna katledip bu yolla kendi yok oluşlarını hazırlıyorlar. Hiçbir gereği olmadığı halde Hiroşima’ya atom bombası tıp birkaç yüz bin insanı bir anda öldürüyorlar. Zararlı olduğunu düşündükleri bir kuş sürüsünü yok ediyorlar, ardından kuş sürüsünün ölmesini fırsat bilen tarım zararlıları için tarım ilaçları kullanarak kendilerini zehirliyorlar. Elektrikli ekmek dilme aletleriyle kendi enerjilerini tüketiyor, yarattıkları teknolojinin esiri oluyorlar. Dolayısıyla baş ağrısını ortadan kaldırmanın en iyi yolu, ağrıyan başı kesmektir tarzında düz bir mantıkla toptan radikal çözümlere gidiyorlar.

Evet, neyse ki insanların çoğu normal. Ben anormal bir insanım! Biliyorum bunu daha önceden de söylemiştim. Ama size anlatacağım daha ilginç bir şeyler var. Hep normal insanların gözüyle anormal insanlara baktık. Peki anormal bir insan, normal insanı nasıl görür dersiniz? Bu yeterince ilginç değil mi? İşte size bunu anlatacağım. Eh, anormal bir insan olarak bunu yapabileceğimi düşünüyorum.

Normal insanlar durmadan tanımlar yaratır ve ardından da bu tanımlara uymaya çalışırlar. Bu tanımlar, tüm savaşları bitirecek son savaş, kazanan daima haklıdır, bütün insanlar gecelerini gündüz gibi yapmak için elektrik kullanmalıdır. Bir toplumu oluşturan insanların benzeri düşünce kalıpları olmalıdır, her eylemin bir amacı olmalıdır şeklindeki tanımlardan pek farklı değillerdir. Eğer bir insan toplumsal düşünce kalıplarının dışında düşünüyorsa o insan anormaldir. Eğer gecelerin karanlık olması gerektiğine inanıp elektrik kullanmazsa o insan da anormaldir. Hele hele bilinen herhangi bir amacı sahip olmadan herhangi bir eylemde bulunuyorsa o insan kesinlikle anormaldir. Size illa neden orada öyle dikilip durduğunuzu sorarlar. Yalnızca orada öyle dikilip durduğunuzu söylemeniz onlar için yeterli bir neden, yeterli bir amaç değildir. “Hımm, demek ki bu insan anormal” diye düşünürler. Bir an; anormal sorular normal yanıtları normal sorular anormal yanıtları karşılar mı önermesiyle hareket ettiğinizde, normal ile anormalin ne kadar grift olduğu gerçeğiyle karşılaşırsınız. Zira, normalle anormalin birbirine karıştığı toplumlarda herkes biraz şizofrendir sanırım.

Tanımlar olmazsa yok olacaklarını sanırlar; adeta tanımlar birer tutamakmış da onlara tutunmazlarsa düşüp parçalanacaklarmış gibi. Ama bir gün mutlaka, durmadan bir şeylere asılıp durmaktan yorulurlar. Belki de bu nedenle kendilerini uykusuz gecelere, strese, yorgunluğa, benginliğe ve mutsuzluğa mahkûm ederler. Oysa bir uçurumda değil de bir nehirde yaşadıklarını bir türlü fark edemezler. Bizi asıl parçalayacak olan şey kendimizi nehire bırakıp onunla birlikte akmak değil, akıntıya karşı koymaya çalışmak için bir yerlere tutunmaktır. Bazıları bu anlamsız çabadan bıkar. Sonunda bütün koltuk değneklerini bir yana fırlatıp atar ve anormalleşir. O zaman ne olur biliyor musunuz? Daha önceden hiç farkında olmadığı bir şeyin farkına varır. Anormalliğin ayakları üzerinde dikilmek olduğunu, içinden geldiğince atlayıp zıplamak; bir deneyimden diğerine doğru koşmak olduğunu görür. İşte bu da anormalliktir!

Bir Zen Budacı olan eski dostum İlhan Güngören, kendisine sanırım neden Zen Budacı olduğunu soran bir gazeteciye şöyle demiş: “Önceleri bana öğretilen bazı şeylerin yanlış olduğunu anladım; ardından bana öğretilen her şeyin yanlış olduğunu fark ettim.” Sizce bu anormallik mi? Bence öyle! Zaten İlhan Bey oldukça anormal bir insandır. Gerçi ben bir Zen Budacı değilim, ama anormallikten kendi payıma düşeni fazlasıyla almış olduğumu düşünüyorum. Ben bir Taocuyum. Tao da anormal bir şeydir. Örneğin Tao hiçbir şey var etmez, ama her şey onun aracılığıyla var olur. Taocular ahlakçılık karşıtıdırlar. Taocular değişmeyen kavramların varlığına inanmazlar. Taocular bazen, insanlara yapılacak en büyük yardımın onlara yardım etmemek olduğuna inanırlar. Ayrıca Taocular herhangi bir kavram yaratmaya karşı çıkarlar. Onlara göre, “Ben Taocuyum” demek saçma bir şeydir. Tao vardır demek ya da yoktur demek de öyle. Onlara göre bir şey olmak aslında bir şey olmamaktır. Hiçbir şey olmaksa her şey olmaktır. Bu nedenle hiç olmaya çalışırlar. Hiç olduklarında, her şey olmaya hak kazanırlar. Ama asla bir şey olmazlar. Onları bir şey yapan, onlara yöneltilen bakıştır. Aslında bakan kişi onlarda kendini görür. Ama ne yazık ki, karşısında gördüğü bu yüzün kendine ait olduğunu anlamayıp bunun başka bir şey olduğunu sanır. Tao da öyledir; yani hiçbir şeydir. Siz neyseniz Tao da odur. Ama sizin o sandığınız şey Tao değildir. Siz Tao’yu hiç tanımadığınızda, onu düşünmediğinizde, ona bir ad vermediğinizde, Tao, Tao’dur. Ama Tao, Tao değildir. Ne anormal bir şey şu Tao!

Bir gün sosyalizme inanan bir arkadaşım, benim aslında gizli gizli bu düşüncenin savunucusu olduğumu söylemişti. Milliyetçi bir grup arkadaşıma göre ise tam bir milliyetçiydim. Tasavvufçu birkaç arkadaşım var, benim bir Sufi olduğumu düşünüyorlar. Bir arkadaşım çok akıllı, diğeriyse aptal olduğumu düşünüyor. İradesi çok zayıf olan bir arkadaşım, kendisi gibi zayıf iradeli bir arkadaşı olduğu için çok mutlu. Bir dostuma göre ise nevrotiğim! Bana gelince, inanın ben halen kim olduğumu anlayamadım.

Cem Şen

1968 yılında doğdu. 1981 yılında savaş sanatları eğitimi almaya başladı. 1987 yılında Zen Budizm’in Türkiye’deki temsilcisi olan İlhan Güngören ile tanıştı ve 1987-1990 yılları arasında Güngören’in asistanlığını yaptı. Bir yandan Güngören’i Zen çalışmalarında ve Tai Chi Ch’uan derslerinde destekleyen Cem Şen aynı zamanda Namık Ekin, Mustafa Aygün gibi eğitmenlerle savaş sanatları eğitimini sürdürdü. 1990 yılında ilk çeviri eseri yayınlandı. Aynı yıl çalışmalarını tümüyle Taocu çalışmalara yönlendirdi. Sırasıyla Mantak Chia, Master Wang, Master Wu, Eric Steven Yudelove gibi ustalardan eğitim alan Cem Şen aynı zamanda bu ustalardan farklı Taocu sistemleri öğretme yetkisi de aldı. Halen ustalar ile çalışmalarını ve dünyanın farklı yerlerinde bulunan yaşayan büyük bilgelerle iletişimini ve arayışlarını sürdürmektedir. 1991 yılında Dharma Yayınları’nı ve ardından 2003 yılında bu yayınevinden ayrılarak Klan Yayınları’nı kurmuş olan Cem Şen’in içlerinde “Enerjinin Dansı: T’ai Chi Ch’uan” ve “Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen” adlı kitaplarının da bulunduğu 8 kitabı ve yaklaşık 40’a yakın çeviri eseri bulunmaktadır.