Mutluluk

– Ne değildir ? Nedir ?

Mutluluğun herkes için tanımı farklı olabilir, o yüzden ne olduğundan önce ne olmadığına bakmak lazım. Mutluluk aslında bir duygu değildir; heyecan, korku, nefret, kıskançlık, neşe, coşkunluk, güven, üzüntü, endişe, vs. duygudur. Mutluluk neden duygu değildir; çünkü duygular gelip geçicidir. Kimse sonsuza dek kıskanç, üzüntülü, endişeli, heyecanlı ya da coşkun olamaz. Ancak isterse her zaman mutlu olabilir. Zira mutluluk bir oluş halidir. Bu yüzden “mutlu olmak” deriz. Mutluluk; her şeyin her zaman yolunda gitmesi, her istediğimizin, istediğimiz şekilde ve zamanda olması değil; tüm yaşadıklarımıza, başımıza gelen her şeye rağmen mutlu olabilmektir.

İşi en basitinden matematiğe dökelim; tüm kayıpları, tüm olumsuzlukları, tüm istenmeyen durumları hesap defterimizde sayfanın soluna yazsak bile, nefes aldığımız her anın ve her günün sonunda, yaşadığımız için +1’deyiz. Sol tarafta kayıp kolonu ne kadar kabarık olursa olsun, eğer hala yaşıyorsak kazançtayız ve bu da şükür edip mutlu olmak için yeterli bir sayısal değerdir. Hesaplama basit ve nettir. Dört işleme gerek yoktur, çarpan Tek’tir yani Bir’dir. Bölen ise “Hiçlik” yani “O”’du(ı)r. Bu formülün sonucu ise “sonsuzluktur”; bir sayının sıfıra bölümü…

“Ben x 1 / 0 = Sonsuzluk”

Mutluluk bu hesaba göre hem ruhsal hem de matematiksel bir oluş halidir. Bu yüzden de mutluluk peşinden koşulmaz, kovalanmaz; asla başka insanlarda, hayatlarda ya da yerlerde aranmaz. Biz sadece tüm benliğimizle, %100’ümüzle var oluruz, hayat getirir, geleni yaşarız, gelenden alırız, gönderir ve devam ederiz.  Peki ne zamana dek devam ederiz buna ? Hayatın bize sunacağı bir sonrakine dek. Bir sonrakini de iyi-kötü ya da doğru-yanlış diye ayırmayız. Zira bilemeyiz neyin tam olarak iyi, neyin kötü olduğunu. Vardır her hayırda bir şer, her şerde bir hayır. Ne demiş Şems-i Tebrizi; “Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur diye, endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?”

Mutluluğun Kaynağı ve Formülü ?

Mutluluğun tek bir kaynağı vardır; o da kendimiz. Mutluluk asla başkasına, mala, mülke, paraya, güzelliğe, şan, şöhrete bağlı değildir. Bunlar hepsi anlık duygular yaşatır, er ya da geç ya biter, ya da bunların yaşattığı duygular gelir geçer. Mutluluk asla bir şarta ya da olasılığa bağlı değildir. Mutlak bir oluş halidir…

Mutlu olmak için ihtiyacımız olan yalnızca kendimiziz ve Mutluluğa giden tek yol da içimizden geçer. Bunun için de bakmamız gereken tek yer, kendi içimiz, kalbimizdir.

Peki Mutluluğun formülü ne ?

Mutluluk = Teslim Ol (Şükret) + Kendini  Tanı (Bil) + Hayatının Anlamını Keşfet + Bunu Gerçekleştir (Hizmet Et)

Önce teslim olarak, hayatı sorgulamayı bırakıp, hayatın bize sorduğu soruları görmemiz lazım. Hayatın içindeki bu soruları (mesajları) görmek, bize kendimizi tanıma yolunda çok yardımcı olacaktır. Teslimiyet de ancak şükretmek ile mümkündür. Zira An’a açılan kapıdır şükür. Şükretmek için dindar olmaya da gerek yoktur. Sahip olduklarına şükretmek dinler ötesi bir olgudur. Seninle kendi inandığın kudret arasında bir diyalogdur, nasıl olacağı ve lisanı da tamamen sana bağlıdır.

Günümüzde yeniden çok popüler olan bir tanım var; İngilizcesi “Mindfulness” ve dilimize de “Ana Varmak”, “Bilinçli Farkındalık” olarak çevrilmiş. Bunun benim için Türkçe anlamı “Şükretmek”ten başka bir şey değil. An’a ancak şükrederek varabilirsin, “Bilinçli Farkındalığa” da ancak An’a şükrederek varabilirsin. Bu felsefeyi de aslında  çok uzaklarda aramaya gerek yok; Sufizm ve Tasavvuf, teslimiyet ve şükür kavramları üzerine kurulmuştur. Tüm mistik anlayışlar ve felsefelerin temeli budur. Teslim Olmakla  ve Şükretmekle başlar her şey. Buna ileride daha detaylı değineceğiz.

Teslimiyet ve şükür yaşananları sorgulamayı bırakmamızı ve olayların gerçek anlamını görmemizi sağlar. Bu da her ne kadar zor bir uğraş da olsa, mükafatı büyüktür; Kendini Tanımayı, Bilmeyi getirir ödül olarak. Sorgulamayı bıraktığımız an, hayatın bize sorduğu soruları, iletmeye çalıştığı mesajları görmeye başlarız. Bu soruların cevaplarını aramaya gerek kalmadan da, aslında bu cevapların soruların içinde var olduğunu fark etmeye başlar, kendimiz bu cevaplar olmaya, adeta bu cevapları yaşamaya başlarız.

Cevapları yaşamaya başladığımız anda da, kendini bilme ve tanıma hızlanacak; artık hayatımızın anlamı da yavaş yavaş şekillenmeye başlayacaktır. Yani Hizmetimiz belirginleşecektir. Bilimsel çalışmalar, mutlu olabilmek için mutlaka kendimiz dışında varlıklara faydalı olmamız gerektiğini, en basit anlamda bile olsa hizmet etmemiz gerektiğini söylüyor. Bu hizmet illa bir insana olmak zorunda değil, bir hayvana, bir bitkiye de olabilir. Bu hizmet illa Mars’a koloni kurmak olmak zorunda da değil, sabah ilk gördüğünüz kişiye günaydın demek, ihtiyacı olan bir dostunuzu dinlemek, süt şişelerini taşıyan bakkala el vermek, sıcakta kuşlara su kabı koymak da olabilir. Var oluşa verilen her türlü hizmet, hayatımızın anlamını gerçekleştirmektir.

Hizmetin Ne?

Bunu cevabı da yine sizin içinizde; kendini bilen hizmetini de bilir aslında. Hepimiz eşsiz ve harika varlıklarız. Hepimizin içinde büyük bir kudret ve enerji mevcut, bunu fark edin. Bu, yaşam enerjisi, yaratıcının enerjisidir. Bu enerji ile tanıştığınız da asla ondan vazgeçemeyeceksiniz. Bu enerji size hizmetinizi gösterecek ve bunu gerçekleştirme gücünü verecek. Verdikçe ve hizmet ettikçe de gücünüz artacak. Siz verdikçe, başkaları da güçlenecek ve onlar da vermeye başlayacak; vericiler vericileri yaratacak. Hizmet hizmeti doğuracak. Her biriniz bir diğerinizin ilham kaynağı olacaksınız. Unutmayın insan insanın kurdu değil, aynasıdır. Ve o aynaya ne yansıtırsanız onu görür, onu yaşarsınız.

Hizmetinizi sunmak için de beklemenize gerek yok. Hizmet her şartta ve zamanda sunulabilir. Farklı şekillerde ve etkilerde de olsa mutlaka hizmet etmenin bir yolu vardır. (Burada Victor Frankl’ın Hayatın Anlamı ve İnsanın Anlam Arayışı felsefesine değinip, zorlu ve sınırlı şartlarda sunulan olağan üstü hizmetlere yönelik yaşanmış örnekler vereceğim.)

Din ve Mistik İnanışlarda Hayatın Anlamına Bakış

Tüm dinlere ve temel mistik felsefelere baktığınızda, “Mutlu” bir hayat sürmenin yolunun iyi bir kul ya da insan olmaktan, bunun da yolunun, nefsimizden vazgeçip, ilahi düzene hizmetten geçtiğini görürsünüz. İslamiyet, Hristiyanlık ve Kabala öğretileri ile, Budizm, Taoizm, Şamanizm, Stoacılık, ve Sufizm gibi felsefelerin hepsinde temel olan; var olana şükretmek ve elinden gelenin en iyisini yaparak topluma hizmet etmekten geçer.  Hristiyanlıkta ve Musevilikte Tanrı’nın, İslam da Allah’ın, uzak doğuda Buda’nın, Tao’nun, Antik Yunan da Stoacıların Birlik felsefesi aslında farklı şekillerde de olsa hep aynısını söyler; “Kendini Bil ve Hizmetini Gerçekleştir”.

Stoacılar bu konuda oldukça cesur ifadeler kullanmış; Anı olduğu gibi kabul etmeyip, şikayet edenlerin ancak aptallar olduklarını söylemişler ve Epiktetus; “Sahip olmadığı şeylere üzülmeyen, sahip olduklarına sevinen insanı”, akıllı bir insan olarak tanımlamıştır.

Budha (Aydınlanmış Kişi) de, aydınlanma felsefesini şu 5 temel yapı taşına oturtur; Cömertlik, olgun manada bilgelik, ahlak kurallarına bağlılık, meditasyon ve karşılaştığı olumsuzluklara sabır göstermek.

Tao felsefesi de koşulsuz teslimiyet ve eylemsizlikten bahseder. Eylemsizliğin anlamı bir kere kavrandığında uyumlu yaşama geçiş kapısı açılır. Geçmişin pişmanlıkları ve gelecek kaygısı ve planları gibi gerçek yaşamdan koparan etkiler aynı zamanda insan yaşamında bir tür dengesizlik hali yaratır. Uyumlu yaşam ve doğal akış insanın içinde bulunduğu an ile bütünleşerek yaşamasını sağlar. Bu uyuma yolu izlemek denir. Yol anlamına gelen “Tao” kelimesiyle de kastedilen zaten budur.

İlginç bir şekilde büyük İngiliz edebiyatçısı Mark Twain’de yaratılış amacıyla ilgili olarak; “Başlangıçta ne diye yaratıldığımı bir türlü anlayamıyordum. Ama şimdi anlamaya başladım: Bu güzel dünyanın gizli yönlerini bulmak, mutlu olmak, bütün bu şeyleri düşünüp bize verene şükretmek.” Sözünü etmiştir.

 Nihayet Tasavvuf anlayışında Yunus Emre ne kadar yalın ve güzel ifade etmiştir; “İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsen, bu nice okumaktır. Kendini bilmek, tanımak ilimlerin en büyüğü, en başıdır ve kendini bilerek hizmet etmek asıldır.

Bu sebeptendir ki Mevlevilikte de dergahın ilk kapısı hizmet kapısı olan, mutfaktır. Derviş adayları 1001 gün sürecek çilelerine mutfak başta olmak üzere, her türlü ayak işini yaparak başlarlar. Bu şekilde başlayan hizmet anlayışı, edep ve adap yolunda farklı şekillerde ve manalarda devam edecektir. Mutfak ve diğer hizmetler işlerinin baş sorumlusu olan kişi de “Ateşbaz” olarak anılır ve dergahta ikinci en önemli karakterdir.

İnanç:

Tüm dinler ve diğer inanç sistemleri; bizim bilincimizin üstünde mevcut yaratıcı bir kudretten, bir varlıktan bahseder. Dinlerde bu Allah, Tanrı, Baba, Şamanizm de Büyük Ruh, diğer mistik felsefelerde de “Birlik” ya da “Mutlak Güç” kavramlarıyla ifade edilmeye çalışılmıştır. Günümüz bilim adamları da bugün evreni sarmalayan ve aslında bir arada tutan, gözle göremediğimiz ve varlığını da ancak matematiksel olarak ispat edebildiğimiz bir “eterden”, kuvvetten bahsetmektedir.

Peki inanmak bu kadar gerekli mi ? Evet, herhangi bir gücün varlığına inanmak çok önemli. İnanç hem ruhen hem de bedenen son derece gerekli. Yapılan araştırmalar, inançlı insanların daha mutlu olduğunu ortaya koyuyor. Zira inandığı varlığa dua eden, ya da bilinçli farkındalıkla meditasyon yapan kişilerin, beynin olumlu duygular yöneten kısımlarında ki nöronlarında dua ya da meditasyon sırasında artış ve vücutlarında hormonsal gelişmeler kaydedilmiştir. Ayrıca bir yüce bir varlığa inanmak, teslimiyet sürecinde bizim en büyük yardımcımızdır. Bu yüce varlığı da yine uzaklarda aramaya gerek yok, bulacağımız yer yine içimizde. Evini, mabedini bizim en değerli organımızda kurmuş; kalbimizde. Bu yüzdendir ki kalbimiz, yaratıcı enerjiyle doludur ve bu yaratıcı enerjinin de en büyük yansıması “Sevgi”dir. Sevgi sihirdir, zira dönüştürür. Dönüştürme gücüne, iyileştirme gücüne, boyutlar arası yolculuk yapabilme gücüne bir tek sevgi sahiptir. Seven bir kalpten daha güçlü bir etki, titreşim alanı yoktur. Bu yüzden her organ kanser olur, ama kalp olmaz. Kalp sadece tekler ve vakti geldiğinde durur.

Dua ve Meditasyon:

Dua ve/veya meditasyon; aslında Yaradan ve/veya Mutlak Güç ile kurulan iletişimdir. Olanı kabul etmek, fark etmek, gerçekten görmek, hayatı izlemektir. Kendi ruhumuza doğru, kalbimizi elimize alıp çıktığımız derin bir yolculuktur. Bu yolculukta An’a açılan kapı şükür, bu kapının da anahtarı nefestir. Nefes almak yaşadığımız her An’ı hissetmek, fark etmek ve sonucunda şükretmektir. Nefes almayı düşünmeyiz, alıp almayacağımıza karar vermeyiz, kendiliğinden gelir ve kabul ederiz. Bu dünyada yaşam da iki nefes arası geçen zamandır. Aldığımız ilk nefes ile verdiğimiz son nefes. Nasıl ki gelen her nefesi olduğu gibi kabul edip alıyoruz, hayatı da olduğu gibi, geldiği gibi kabul edip, yaşamalıyız. Yapabileceğimiz en iyi şey de iyi nefes almak ve aldığımız nefesin hakkını verebilmektir.

Meditasyon veya dua titreşimimizin artmasını da sağlar. Tüm varlıklar atomlardan, onlar da bilinen en küçük enerji parçacığı olan quarklar’dan oluşmakta; yani biz atomların titreşerek ortaya çıkardığı birer enerji paketçikleriyiz. Evrende yalnızca sevgiyle titreşerek var olabilir ve içimizdeki ışığı da ancak bu titreşimi sayesinde kullanabiliriz.

Bir’lik Felsefesi:

Hepimiz Bir’iz ve Yok Aslında Birbirimizden Farkımız. Hepimiz mutlak Bir’liğin, evrene saçılmış birer parçalarıyız. Kaynağımız, mayamız, hamurumuz aynı; ruhumuz Bir. Birbirimize de düşündüğümüzden çok daha fazla bağlıyız ve çok daha fazla etkileşim halindeyiz. Ne üstünüz ne de aşağıda, ne farklı ne de aynı; sadece “Eşsiziz”. Hepimizden bir tane var ve unutmayın eşsiz olan şeyler de çok değerlidir. Dolayısıyla da hepimiz çok değerliyiz. Her birimiz; okyanusta ki damla, damlanın içindeki okyanusuz.

Sonuç olarak; her sabah şükürle başla, nefes al, aldığın nefesin hakkını ver, hayatı olduğu gibi kabul et, gelene, gidene, gelmeye, gitmeyene Bir’liğe şükret. Elinden gelenin en iyisini yap ve kendini Bir’liğin ilahi akışına bırak. O seni varman gereken yere götürecektir; hem asıl olan da varmak değil, yolculuktur. Kendine ve bu ilahi düzene sonsuz güven; her şey olması gerektiği gibidir ve olacaktır. Ne demiş Hazreti Mevlana;

Gönlün neye kapılmışsa O’sun sen.
Şu nükteyi biliyorsan, işi biliyorsun demektir:
Neyi arıyorsan O’sun sen.

Son olarak unutmayalım ki;

Dünya üzerindeki bütün canlılar aynı DNA’yı paylaşırlar. Ağaçlarla DNA’mız %25 aynıdır; onlar bizim nefes arkadaşımızdır. Biz oksijen alır, karbon dioksit soluruz, onlar ise karbon dioksit alır, oksijen solurlar. Dünyanın varoluşunu 1 yıla oranlarsak; insanın varoluşu sadece son 23 dakikaya, sanayi devrimi ise 1 saniyeye denk gelir.

Son olarak; beslenme ve doğa ile kaynaşmak çok önemlidir. Depresyon, obezite, kalp, damar hastalıkları, hepsinin sebebi kötü beslenme ve yeteri kadar doğa ile zaman geçirememektir.

Doğaya çıkın, ağaca sarılın (isterseniz tırmanın), hayvan besleyin, çiçek ekin, nehirde yüzün, kaya tırmanışı ya da trekking yapın. Doğa size iyi gelecektir, biz zaten doğadan ayrı değil, aslında onun bir parçasıyız…

Eyvallah.

Yunus Emre Berk

Yunus Emre, 1976'nın karlı bir Ocak sabahında, İstanbul’da doğdu. Çocukluk yıllarında başladığı “niye” sorularına, daha sonra “neden” i eklemiş, evrende özüne doğru çıktığı bu seyahatte kendi kitabını okumaya, hep dinlemeye ve izlemeye niyet etmiştir. Geçimini hukuk danışmanlığı yaparak sağlamaktadır -çok şükür- asıl işi ise “3H” dir: Haddini Bilmek - Hizmetini Bulmak - Hakkını Vermek. Kendini keşif ve hizmet yolculuğunda Mevlevi, Sufi, Şaman ve Budist Hocalar ile çalışmış, UCLA’den Mindfulness/Meditasyon eğitimleri almış ve çok sayıda inzivaya katılmıştır. Çok değer verdiği ustasının inisiyasyonuyla Reiki Master’ı da olmuştur. Tüm bunların ötesinde ise halen ve aslen, Rab sisteminde öğrenmeye ve eğitimine devam etmektedir. Adını taşımaktan gurur duyduğu Yunus Emre gibi; her yaratılanı Yaratan’dan ötürü sever ve Olmak için ölmeden önce ölmeye çalışmaktadır.