Sürekli olarak asıl meselenin çevresinde dolanıp durduğumuz hayatlar yaşıyoruz. Oysa önümüzde son derece basit bir gerçek var: Öleceğiz!

Öleceğimiz gerçeği, hayat ile ilgili olarak gerçekten emin olabileceğimiz tek şey. Üstelik bu mutlak gerçeğin ne zaman olacağı tümüyle belirsiz. Bu kaçınılmaz durumla her an karşı karşıya kalabiliriz. Üstelik bu sadece bizim için değil, sevdiğimiz ve değer verdiğimiz herkes için de geçerli. Eğer bunu cidden kavrarsanız, her gün üzerinde derin düşünürseniz o zaman yaptığınız pek çok şeyi yapmayacağınızı, zamanınızı anlamsız şeylerle boşa harcamayacağınızı büyük bir kesinlikle söyleyebilirim.

Yaşamdaki en kutsal şey belki de yaşamın kendisi. Bu bedenin, doğadaki elementlerden bir araya gelmesi ve bir bilinç kazanması son derece ender bulunur bir şey. Hele bir parçacık sağ duyuya, zekaya, anlayışa ve farkındalığa sahip bir bilince ulaşmak daha da ender olan bir şey. Bundan da nadiri, bu tür bir bilinçle yaşam içinde doğru soruları sormak, erdemi geliştirmek ve doğru eylemlerde bulunabilmek. Bir bardak sıcak çayın içinde eriyen şekerler gibi, bir yandan bedenimiz ve zihnimiz erirken bir yandan yaşam, zihin ve Hakikat denilen gizemi kavramaya çalışmak…

Şimdi bana söyleyin lütfen: Hangi siyaset, hangi parti, hangi din, hangi millet, hangi ırk, hangi cinsiyet, hangi başarı, hangi ün, şöhret… hangisi cidden önemli? Hayatta neyin önemli olduğunu bir an önce anlamaktan ve onu kavramak için kısıtlı zamanımızı doğru kullanmaktan öte ne var ki yapılacak?

İşte bu sebeple gerçeği gerçekte olduğu haliyle, hayatta gerçekten önemli olanı, dine, siyasete ya da herhangi bir otoriteye sığınmadan tüm yalınlığı ile kavramalı ve bu kavrayışı kendimizde geliştirdikten sonra eğer yeterince şefkat geliştirebildiysek başkalarıyla da paylaşmalıyız.

Benim yolum aklımı her tür zorbalıktan, önyargıdan ve koşullanmadan kurtarmak. Sahip olduğum bu bedenin ve zihnin yaratıldığı formun bana verdiği görev ise bu beden ve zihin yolculuğunu tüm kalbimle, tüm içtenliğimle, tüm çabamla öğrencilerimle paylaşmak. İnsan ne zaman kendi formunu bulsa yolculuk onun için tüm evrenin hareketi ile birleşir. Bir ustanın, şiirinde söylediği gibi: Yol, kendini ona adayana teslim olur.

Cem Şen

1968 yılında doğdu. 1981 yılında savaş sanatları eğitimi almaya başladı. 1987 yılında Zen Budizm’in Türkiye’deki temsilcisi olan İlhan Güngören ile tanıştı ve 1987-1990 yılları arasında Güngören’in asistanlığını yaptı. Bir yandan Güngören’i Zen çalışmalarında ve Tai Chi Ch’uan derslerinde destekleyen Cem Şen aynı zamanda Namık Ekin, Mustafa Aygün gibi eğitmenlerle savaş sanatları eğitimini sürdürdü. 1990 yılında ilk çeviri eseri yayınlandı. Aynı yıl çalışmalarını tümüyle Taocu çalışmalara yönlendirdi. Sırasıyla Mantak Chia, Master Wang, Master Wu, Eric Steven Yudelove gibi ustalardan eğitim alan Cem Şen aynı zamanda bu ustalardan farklı Taocu sistemleri öğretme yetkisi de aldı. Halen ustalar ile çalışmalarını ve dünyanın farklı yerlerinde bulunan yaşayan büyük bilgelerle iletişimini ve arayışlarını sürdürmektedir. 1991 yılında Dharma Yayınları’nı ve ardından 2003 yılında bu yayınevinden ayrılarak Klan Yayınları’nı kurmuş olan Cem Şen’in içlerinde “Enerjinin Dansı: T’ai Chi Ch’uan” ve “Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen” adlı kitaplarının da bulunduğu 8 kitabı ve yaklaşık 40’a yakın çeviri eseri bulunmaktadır.