Ulusal bayramlar neredeyse tüm batı ülkelerinde aynı biçimde kutlanıyor. Bildiğim kadarıyla 1789 yılında Bastille Hapishanesi’nin ele geçirildiği 14 Temmuz Günü’nden sonra atılan adımlar Fransız Cumhuriyeti’nin de ilk adımlarını oluşturdu. Özgürlüğün ve halkın kendini yönetmesinin önemini vurgulamak, 14 Temmuz Günü’nün tüm dünya tarihindeki önemini vurgulamak umuduyla da her yıl aynı gün bando mızıka eşliğinde kutlanmaya başlandı. Anlayabildiğim kadarıyla bando mızıka o zamanlar en önemli değerlerden biri olan cesareti desteklemek, coşkuya yol açmak için iyi bir araçtı ve kullanılmaya o yüzden başlandı.

Yine bildiğim kadarıyla, Fransızları 1917 yılındaki Bolşevik Devrimi’nden sonra kurulan SSCB’nin Kızıl Ordu Koro ve Bandosu devrim kutlamalarında halkın tempo ve coşkusunu arttırmak, bu coşkuya katılmak istemeyenleri de ateşlemek amacıyla resmi geçit törenlerinden, marşların söz ve tempolu bestelerinin etkisinden yararlanmayı umut eden Ruslar izledi.

Tarihi çok iyi bilmesem de anlayabildiğim kadarıyla bu coşku hali diğer batı ülkelerine de birer örnek olup, her biri diğerinin bir benzeri yöntemle kendi bağımsızlığını/Cumhuriyetini kutlamaya başladı. Cumhuriyetimiz kurulunca, büyüklerimiz de aynı “coşku ve tempoyu arttırıcı” yolu benimsemişler diye düşünüyorum.

Aşağıdaki yazı, aslında bir insanlık realitesinin izdüşümü olan kavramların, marşlar aracılığı ile bizlerin bilinçaltlarına nasıl yansıdığının örneklenmesi amacıyla yazıldı. Örnekler, en somut ve anlaşılır olması açısından, bizim marşlarımızdan seçildi. Fakat tüm Dünya ülkelerinin marş kültürlerinde aynı/benzer temaları bulmak mümkündür. Anlatmaya çalıştığımın Türkiye özeline dair değil, yaşanılan örnekten tüm devletler ve insanlık realitesine dair bir durum olduğunun altını bir kere daha çizmek istiyorum.

Cumhuriyet Bayramı kutlamaları çerçevesinde yatağımdan, bando mızıka sesleri ile fırladım. Kalktım ve Facebook duvarıma: “Cumhuriyet başta olmak üzere neredeyse tüm ulusal bayramları bando mızıka eşliğinde kutlamaya özen gösteren okullar varlıklarını sürdürmeye devam ediyorlar. Daha ilkokuldan askeri kutlama kayıtları yapan zihinler üretip ‘neden her sıkıştığımızda askerin ihtilal yapmasını bekliyoruz’ diye saçma sapan da bir soru soruyoruz. Amma da tuhafız ya-huuuu” diye bir cümle yazdım.

Aslında biraz öncesinde de: “Bizim Cumhuriyet onuncu yılda takıldı kaldı bir türlü ileri gidemiyor o yüzden her yerde ‘çıktık açık alınla’ dizeleri…” diye bir şey eklemiştim aynı köşeye.

Ne oldu dersiniz? Ben söyleyeyim: Bir sürü insan “beğen”di ve başka yorum yapmadı. Diyeceklerini “beğen” tıklamasıyla demiş olduklarından başka söze de gerek yoktu. Harika bir durum ve tabii bazıları da sebepleriyle ilgili mantıklı açıklamalar sıraladı alt alta. Aklına ve zekâsına güvendiğim, son derece ılımlı ve hayatı anlaşma zemini aramak için yaşayan bir arkadaşım: “Daha iyisi ve alternatifi daha yazılmadığından” şeklinde bir yanıt verdi. Susmadım, susar mıyım hiç? Hemen yanıt yapıştırdım altına: “O zaman Cumhuriyeti koruyacağız diye niye yırtınıyorlar?” diye sordum bir güzel.

Gerçekten düşünüyorum. Cumhuriyetin ilanından bu yana tam 87 yıl geçmiş. Olağan koşullarda ömrüm 100. Yıl kutlamalarına yetecek. Ben 49 yıldır Cumhuriyetin kutlanışını izleyen biri olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılında 62 yaşında ak saçlı bir teyze olacağım. Ömrü 50., 75. ve son olarak 100. yıla yetmiş biri. Şanslıyım sanırım.

Aynı Cumhuriyetin 50. Yıl için düzenlenen marş yarışmasına katılan eserleri o zamanlar tek televizyon yayın kuruluşu olan TRT ekranlarından günlerce dinlemiş ve sonunda seçilen eseri de o yıla gelen Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında her yerde yüksek sesle çalıp söylemiştik.

75. yılda da yaşandı mı benzer bir durum? Anımsamıyorum. Burada da değildim zaten.

Her nasılsa, ne 50. yıl için yazılanı anımsanıyor; ne de 75. yıl için olanı bu marşların. Ben 50. Yıl için olanı anımsıyorum ve müjdeli bir yapı olduğu için de aslında seviyorum. Şimdi sırasıyla 10. Yıl, 50. Yıl ve son olarak da 75. Yıl Marşlarının sözlerini alt alta bir yazıp anımsayalım.

10. Yıl Marşı

Çıktık açık alınla on yılda her savaştan;
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan.
Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;
Demir ağlarla ördük Ana yurdu dört baştan.

Türk’üz Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.

Bir hızla kötülüğü geriliği boğarız,
Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız.
Türk’üz bütün başlardan üstün olan başlarız;
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız.

Türk’üz Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.

Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını,
Dindirdik memleketin yıllar süren yasını.
Bütünledik her yönden istiklâl kavgasını.
Bütün dünya öğrendi, Türklüğü saymasını.

Türk’üz Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.

50. Yıl Marşı

Müjdeler var yurdumun toprağına taşına.
Erdi Cumhuriyetim elli şeref yaşına.
Bu rüzgârla şahlanmış dalga dalga bayrağım.
Başka bir tuğ yaraşmaz Türk’ün özgür başına.

Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu.
Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.
Yıllan bir çığ gibi aşarak hafta hafta
Koşuyoruz durmadan kadın – erkek bir safta…

Elimizde meşale, ilke Atatürk,
Işıklarla donattık ülkeyi her tarafta…
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.

Aynı kandan feyiz alır bunca toprak, bunca taş.
Kılıç tutan bilekler, verdi sabanla savaş.
Tekniğin dev nabzında her adım, her dakika,
Çarklarda aynı tempo, yüreklerde aynı marş.

Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.
Biz yürekten bağlıyız elli yıldır bu yola.
“Yurtta barış” ilk hedef. “Cihanda sulh” parola.

Koparamaz hiçbir güç bizi millî birlikten,
Ata’mızın izinde koşuyoruz kol kola…
Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.

Yaşasın hür ulusum, soylu gencim, benliğim,
Yaşasın şanlı ordum, sarsılmaz güvenliğim.
Ersin elli yıllarım nice mutlu çağlara.
Örnek olsun cihana devletim, düzenliğim.

Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.

Bekir Sıtkı ERDOĞAN

Cumhuriyetin 75. yılı için yazılan marş sözleri de aşağıda diyeceğim de hangisini yazayım bilemedim. Bu konu oldukça garip bir öyküyü de beraberinde getiriyor aslında. Hürriyet Gazetesi haberine göre, 75. Yıl kutlama çalışmaları ilk başladığında yine geleneksel yöntem olan yarışmaya başvurulur, yarışma sonunda sözleri Profesör İhsan Özkaynak ve güftesi de Nihat Başeğmezler’e ait olan aşağıdaki sözlerden oluşan ilk eserin birinci seçildiği ilan edilir ve televizyonlarda yayınlanmaya başlanır:

75. Yıl Marşı

Selam yüce milletim, selam ebedi yurdum.
Selam şanlı bayrağım, selam kahraman ordum.
Bin yaşasın milletim, bin yaşasın devletim.
Yetmişbeşinci yıla erdi Cumhuriyetim.

Yüceldi Türk milleti Atatürk’üm Seninle,
Armağan bıraktığın en büyük eserinle.
Seni sonsuza kadar minnetle anacağız.
Senin eserlerini her an yaşatacağız.

Bin yaşasın milletim, bin yaşasın devletim.
Yetmişbeşinci yıla erdi Cumhuriyetim.
Yüceldi Türk milleti Atatürk’üm seninle.
Armağan bıraktığın en büyük eserinle.

Güneş gibi parlıyor yurdumuzda hürriyet.
Bir taç oldu bizlere, kurduğun Cumhuriyet.
Bin yaşasın milletim, bin yaşasın devletim,
Yetmişbeşinci yıla erdi Cumhuriyetim.

Bizler Cumhuriyetin sahibi, bekçisiyiz.
İşte altmışbeş milyon, Atatürk’ün sesiyiz.

Prof. Dr. İhsan Özkaynak

Ancak yine aynı gazetenin haberine göre, bu eserin birinci seçilmiş olduğunu tescillemesi gereken jüri üyeleri, TRT yarışmasına teslim edilen ve “75. yılda oluşan ve halk tarafından benimsenen Cumhuriyet marşlarına çağdaş dille yazılmış bir yenisini eklemek amacıyla yapılan bu yarışmada birinciliğe değer eser bulamadıklarını” söylemişlerdir. Ayrıca “bu marşın profesyonel müzisyenlere sipariş edilmesini TRT yetkililerine önerdiklerini” de açıklamışlardır.

Bütün bunlardan evvel olan bir şeyden de söz ediyor aynı gazetenin haberi. Diyorlar ki o zamanın Kültür Bakanı İstemihan Talay’ın onay ve genelgesiyle güftesi Faruk Nafız Çamlıbel ve bestesi de Cemal Reşit Rey’e ait olan Onuncu Yıl Marşı, tüm zamanlar için Cumhuriyet Marşı olarak tescil edildi ve yukarıda sözünü ettiğim yarışma ve karışıklık buna rağmen yaşandı.

Ne diyeyim bütün bu karmaşayı yaratan herkese de % 100 EVET diyorum ve devam ediyorum.

Yukarıda güftesi bulunan ve ne zaman birinci seçildiği bilinmeyen bu eseri bir kenara koyalım ve internette araştırmaya devam edelim derseniz bir yerlerde:

Yedi başlı azgın dev, çöktü üstüne Türk’ün;
Tutuştu alev alev, yüreği Atatürk’ün.

İstanbul’dan Samsun’a çıktı yola seherden;
Yükseldi güneş gibi, göğün bittiği yerden.

Kahramanca savaşıp, düşmanı tepeledik;
Bu zaferin tacını, Cumhuriyetle süsledik.


Düşünce gücümüzün bayrağı Cumhuriyet
Aydınlık Türkiye’min kaynağı Cumhuriyet

Bilimi katık edip yaşam felsefesine,
Ebediyen son verdik karanlığın sesine.

Düşünce gücümüzün bayrağı Cumhuriyet
Aydınlık Türkiye’min kaynağı Cumhuriyet

Sevecen uygarlıkla kol saldık ülkelere;
Nice başlar yücelttik, Ay-Yıldızlı göklere.

Düşünce gücümüzün bayrağı Cumhuriyet
Aydınlık Türkiye’min kaynağı Cumhuriyet

Nadir ŞENER

imzalı bu eserin de 75. Yıl marşı olarak yayınlandığını görürsünüz. Yani tam anlamıyla “buyurun, buradan yakın” halleri…

Açık söylemek isterim, ben bu 75. Yıl marşlarına ilişkin sözlerden tekini bile bilmiyorum. Hem o dönemde Türkiye’de değildim; hem de uzun zamandır kitle iletişim araçlarından, özellikle haberlerle ilgili olanlardan elimden geldiğince uzak duruyorum. 75. Yıl Marşı ile ilgili bu bilgileri aldıktan sonra “bilen kaç kişi vardır”, onu da sorgulamıyorum. Zaten diyeceklerim bu halle ilgili değil ve bu hal de diyeceklerime engel değil elbette.

Sorularım var benim. Neden Cumhuriyet ve hatta başka ulusal bayramlar ille de askeri literatüre uygun marşlar ve bando mızıka eşliğinde kutlanıyor? Neden insanlar karnaval havasında, mesela sürrealist bir baloya gider gibi rengârenk giysiler, palyaço makyajları ve canlı müzikler eşliğinde sokaklarda dans etmiyor da, fener alaylarına katılıyorlar?
Neden Cumhuriyet kutlaması deyince Vatan Caddesi’ne kurulan taklar önünden tören yürüyüşü ile geçen askerler, motosiklet gösterisi yapan polisler akla geliyor ve uygulama böyle sürüyor da; insanlara Cumhuriyet içinde de özgür olamayacakları mesajı inadına inadına verilip, sonra da değişmeleri, özgürleşmeleri, bireyleşmeleri isteniyor?

Bir de marşların çoğunun sözlerinden hiç mi hiç haz etmiyorum. Baksanıza yine savaş, yine düşman ve yine kahramanlık sözleri… Neyse buna döneriz yazı bitmeden.

Radyo, televizyon ve hatta düğünler, nişan törenleri ve daha bilmem nerelerde çalınan her şeyle birlikte ne var?  Varsa yoksa ille de 10. Yıl Marşı. Kenan Doğulu’nun yeniden düzenlemesiyle bu marş sonunda düğün, nişan törenlerinde ve hatta bazı aklı evvellerin doğum günü partilerinde de başköşeyi aldı hamd OL’sun.

Şimdi bu marş işine kafam takılmış benim. Yanlış anlamayın, ben ulusal bayramlarda hemen dünyanın tüm batı bölgesinde bando mızıka, askeri tören eşliğinde kutlamalar yapıldığını görüyorum da bunun neresi bayram ya da bu nasıl bayram kutlaması onu anlamıyorum. Haydi diyelim ulusallık bir anlamda bağımsızlığı koruyan askerlik kurumuyla ilişkili olsun, neden ille de marşla süslensin?

Marş sözcüğü Fransızca “marcher” yani yürümek fiilinin emir kipi ve “yürü” anlamına geliyor. Bu arada “marche” sözcüğü doğrudan doğruya askeri eğitimde erlere tempolu ve uygun adım yürüyüşte motivasyon sağlamak için verilen komutun yanına destek şarkısı anlamında da kullanılıyor.

Askerseniz ve sürekli uygun adım ilerlemek, komutlara göre hareket etmek zorundaysanız bu isteklendirme tam size uygun olabilir de, yaşamda sivil hayatı ve onun düzenlerini seçen birilerine neyin hevesini sağlayacak? Öyle anlaşılıyor ki “uygun adım ve itaatkâr yürüyüşe, sormadan, sorgulamadan, gösterilen hedefe doğru başı dik! alnı açık! bir ulus olarak ilerlemeye” motivasyon sağlaması, hatta “başka ne yapabilirim ki, herkes böyle davranıyor” boynu bükük tavrına yaklaştıracak bilinçaltı programlaması yapması bekleniyor…

Dilerseniz biraz da marşların sözlerine inelim ve içimdeki başka soruları bu sözler açısından da  irdeleyelim.

İlk olarak en çok sevilen “Onuncu Yıl Marşı” ve ilk beyit:
Çıktık açık alınla on yılda her savaştan
On yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan…

Yani “yaşam sadece savaşlardan oluşur ve onları kazananlar alnı açık insanlardır ve savaşı kazanmak için çoğalmak gereklidir” diye yorumlayabileceğimiz bir söylem söz konusu.

Peki! Henüz 10. yıldayız. Elde yok, avuçta yok. Açlık basmış her yanı, sefalet diz boyu ve memlekette her yan işgalden yeni çıkmış. Her yerde bir hummalı çalışma, Ata’nın verdiği “muhasır medeniyetler” (bizi saran, kuşatan, çağdaş uygarlıklar) seviyesine ulaşmak, kuşatmanın kalan fukaralık etkisinden hızla uzaklaşmak amacıyla herkes deli gibi çalışıyor. Gerçekten doğaya, yokluğa, sefalete, açlığa karşı bir savaş verircesine çalışılıyor.

Bütün bunları yapabilmek için gerekli özgürlük 10 yıl önce sağlanmış. Bunun, kazanılan bu özgürlüğün kutlaması yapılırken isteklendirme amaçlı “yürü” arka komutlu bir şarkı yazılmış. Marş formunu ve yüreklendirme amaçlı yazılmış bu sözleri sevgi ile onurlandırarak kabul ettik. O zaman gerekliymiş belli ki.

Devam edelim ki örnekleme iyice anlaşılsın. İkinci beyit:

Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;
Demir ağlarla ördük, Ana yurdu dört baştan.

Ben olsaydım “başkumandan” yerine ne derdim? Sanırım “önderlik” vasfını öne çıkaran daha sivil bir sözcük bulur, işin emir komutayla bağlantılı olmadığını vurgulardım. Mesela Ata için kullanılan bir diğer sıfat olan “ulu önder” tamlaması pekâlâ oraya uyabilirdi.

“Bir kumandanın etrafında savaşan bir ulus olup demiryolları yaptık/ördük” mesajı yerine “ulu/büyük bir önderin yönetiminde BİR’lik içinde ilerleyen bir ulus olarak demiryolu yapımına giriştik ve başardık”.

Türk’üz Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi,
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.

Biz Cumhuriyetin Türkleriyiz ve onu korumak için göğsümüzü tunç gibi siper etmeli, durmadan öne çıkıp ilerlemeliyiz. İyi mesaj… Ancak başkalarını dışladığının farkında mısınız? BİR’lik bilincine aykırı ve bu yüzden karşı taraf yaratan da bir yanı var. Unutmayalım ki ruh daima mazlumun, dışlanmışın, itilmişin yanında yer alarak onun güçlenmesine ve dağılan BİR’liğin yeniden inşa edilmesine programlanmıştır ve bu aslında bir program değil hard diskin ta kendisidir.

Biz bütün bu mesajları kabul ederken bilinçaltına da mesaj verdik. “Güçlenmek için çoğalmak ve savaşmak, her alanda savaşarak, savaşı kazanmak gerek. Büyük savaşlar büyük kumandanlarla ve iyi bir şekilde sipere geçerek, hatta kendini siper ederek kazanılır.”

Savaş kime yarıyor ki? (Hele ki günümüzde, silah üreticileri ve satıcılarından başka.) Bu yüzden benim sözüm yazarlara aslında. Onları suçlamak değil, farkında olmalarına, yaptıklarının sorumluluğunu görebilmelerine kendi bakış açımdan –naçizane- yardımcı olmak istiyorum gerçekte. Bilinçdışından gelen dürtülerle yazdıkları bu sözlerin gerçek etkisine bakmalarını, bakabilmelerini ve sorumluluğunu alabilmelerini çok isterdim aslında.  (Ayrıca yine altını çiziyorum: burada anlatmaya çalıştığım durum, sadece Türkler için değil; tüm milletler için geçerli. Elimizde somut örnek olduğu için kendi ülkemizi konu ediyorum, insanlık realitesini anlatmak adına.)

O yazarlar elbette bütün bu sözleri ve kanı ilerlemeye, dere tepe dümdüz yürümeye ve hatta savaşa doğru hareketlendiren o müzikleri, halkı ateşlemek, daha hızlıca BİR’leşmeye ve gelişmeye yönlendirmek, yüreklendirmek için iyi niyetle yazmışlar, farkındayım. Bu yazılanlar, bazılarının alışkanlık diyebileceği bir durumun sonucu da olabilir. Ben işte buna alışkanlık değil de “program” diyorum. Bilinçaltına ve bilinçdışına kayıtlı ve nesillerden bu yana oluşagelmiş programlar…

Burada küçük bir parantez açıp bilinç, bilinçaltı ve bilinçdışı kavramlarından benim ne anladığımı yazmakta yarar var.

Ben beynimizi tüm yönleriyle bir bilgisayara benzetiyorum. Bilinç dediğimiz ve korteks tabakasının üstünde kalan, dış dünyadan seçici algı ile kayıt ettiğimiz ve kolayca geri çağırabildiğimiz bellek kısmını da bilgisayarın herkes tarafından izlenebilen ekranında açıkça çalışan programların kayıt olduğu alana. Bilgi orada açıkta duruyor, her çağırdığınızda geliyor, kendini açıkça gösteriyor ve kullanıma da açık zaten. Kim ona ne komut verirse, o onun verdiği komutu eksiksiz yerine getiriyor.

Bilinçaltı ise bilgisayarın ana işlemcisinin kayıt olduğu hard disk. Orada işlemci ön yüzde yapılan işlemi olası kılmak adına kendi başına çalışan ve pek çok nesil boyunca geliştirilmiş özel bir işletim sistemine bağlı olarak çalışıyor. Bu konuda uzman olmayan bir kişi o programlar hakkında hiçbir şey bilmediği gibi, onlarda bir arıza çıktığında bunu ancak önyüzde bir zarar belirdiğinde, mesela bilgisayarın olağan çalışması yavaşladığında (hastalık hali) fark edebiliyor.

Böyle bir durumda yapılacak şey bu işin uzmanı bir programcıya danışmak ve sorunu onun çözmesini beklemektir. Aslında çoğu zaman yapılan, bilgisayarı tamamen yeniden formatlamaktır. İnsan beyninde bu işi NLP uzmanları yapıyor ya!

Bunun dışında bir de bilinçdışı kavramı var anlatmak istediğim. Bilinçdışını internete benzetebiliriz. Dünyanın her yerindeki her türlü kullanıcı kendi evindeki bilgisayarın ön yüzünü kullanarak kendi hazırladığı çeşitli dosyaları bir servis sağlayıcısına yüklüyor. O servis sağlayıcı bu eklenen bilgileri olmayan, yani aradığınızda fiziksel olarak hiçbir yerde bulamadığınız ama her istediğinizde ulaşabildiğiniz bir depoda barındırıyor ve siz evinizden o bilgiye gereksinme duyduğunuz anda yine aynı bilgisayar önyüzünü kullanıp bir arama motoruna bağlanıyor ve aradığınıza kolayca ulaşıyorsunuz.

Bugün artık kimse internette yani bilinçdışı alanda ne kadar ve hangi konularda bilgi olduğunu söyleyemez. Zaten her an yeniden genişleyen ve daralan bir alandan söz ediyoruz. Kim bilir kaç tane eklenip (genişleme) silinmiş (daralma) ve daha da önemlisi unutulmuş ve varlığından artık ekleyenin bile haberdar olmadığı bilgi vardır orada.

Beynin bilinçdışı alanı da aynen internet gibi çalışıyor. Var OL’AN her şeyin, her deneyimi oraya kayıt oluyor ve bazen deneyimi yaşayan kişi de dâhil kimse o bilginin oraya kayıt olduğunu anımsamıyor, ta ki bir gün, bir başka yerde, bir başka insana gerekli oluncaya ya da bir kişi farkında bile olmadan benzer bir titreşim üretinceye dek.

Beynimiz bilgisayardan çok daha gelişkin olduğundan oradaki tüm bilgiye gereksinme duysa da duymasa da sürekli ve doğal olarak bağlı. Bu doğal bağ beynin oradaki kayıtların hangisinin kendisine ve hangisinin başkasına ait olduğu konusunda bir ayrım yapmasını engelliyor. İşte bu yüzden her hangi bir konuda benzer bir titreşimsel alana girdiğinde orada ilgili konuda kayıtlı ne kadar bilgi, deneyim varsa hepsini kendisine ait bir program olarak kabul ediyor, o programın önermesine göre işlev görüyor.

Şimdi bu benzetme ve açıklamalardan sonra biz dönelim yine konumuza.

Bu marşların söz ve bestelerini yazan o sanatçılar da kendi bilinçaltlarında kim bilir kaç nesilden beri olan ve varlığını kendini yeniden ve yeniden her nesle kopyalayarak sürdüren programların etkisiyle bunları yazdıklarını bilmiyorlar bana kalırsa.

Yazılanın etkisinin bilinçdışı dürtülerle zorunlu olarak yaratıldığının asla farkında değiller ve halka “savaşın, çoğalın ve yine savaşın” mesajı verdiklerinin ayırtında olsalar, eminim bir kez daha düşünürlerdi yazmadan önce. Onlara bu marşları ısmarlayanlar da farklı davranırlardı kanımca.

Oysa bilinçdışında kayıtlı olan tüm savaşları kendi savaşı sanan beyinleri, kendilerine ulaşan “savaşın, çoğalın ve yine savaşın” programını yaygınlaştırmak için söz ve besteleri hazırlıyor çoğu zaman. Aynı programa sahip diğerleri de otomatik olarak bu bilgiyi alıp işlemeye ve bilinçdışındaki kayıtları her seferinde bir kez daha yineleme ve güçlendirmeye devam ediyorlar farkında bile olmadan.

Bana kalırsa tüm marşlar ve hatta o kutlama programları böyle hazırlanıyor ve kendileri bilinçli olarak farkında olmasalar da yazanlar, hazırlayanlar, sunanlar ve bu etkiden hoşnut olan kim varsa bu durumun yaratacağı etkinin sorumluluğuna % 100 oranında ortaklar. Bu marşları alıp söyleyenler ve söyletenler de…

Bu bağlamda yukarıdaki iki 75. Yıl Marş’larının sözlerini ilk dörtlükler üzerinden karşılaştıralım.  Birinci seçildiği iddia edilen marşın ilk dörtlüğü:

Selam yüce milletim, selam ebedi yurdum.
Selam şanlı bayrağım, selam kahraman ordum.
Bin yaşasın milletim, bin yaşasın devletim.
Yetmişbeşinci yıla erdi Cumhuriyetim.

Ve şimdi de internette rastlantısal olarak bulduğum, muhtemelen kimse tarafından ısmarlanmamış, pek de bilinmeyen ikinci marşın ilk iki beyiti:

Yedi başlı azgın dev, çöktü üstüne Türk’ün;
Tutuştu alev alev, yüreği Atatürk’ün.

İstanbul’dan Samsun’a çıktı yola seherden;
Yükseldi güneş gibi, göğün bittiği yerden.

Birincisi millete hitap ettiğini açıkça ilk mısrada belirtiyor. Selamlıyor (selam Arapça “barış” demektir) her şeyi, yani:

Barış yüce milletim, barış ebedi yurdum
Barış şanlı bayrağım, barış kahraman ordum

Diye başlıyor ve bin yaşamaktan dem vurarak devam ediyor. Kim, neyle barışacak? Dargın olan mı var? Savaş mı görünüyor ufukta? Hayır, dünyada bir savaş falan yok elbette. Savaş o yazanın ve onun yazdıklarını okuyup “seçildi” diye yayınlayanın bilinçdışında. Farkında bile olmadan aynı mesajı vermeye devam ediyorlar üstelik de yalana ve dolana başvurarak… Neden? Bilinçdışı program onları bu yönde hareket etmeye yönlendiriyor, adeta başka seçenek bırakmıyor. Ondan…

İkinci marş ise tüm vurguyu Atatürk’ e yapıyor. Bütün işi o yapmış da arkasındaki ulusun hiç olanda katkısı olmamış gibi… Bilinçdışından gelen mesaj, ille de bir önder olmalı ve işi o yapmalı.

Bu arada 50. Yıl Marşı’nı hala ayrı bir yerde tutuyorum. En azından uygarlıktan, aydınlıktan, savaşta değil barış içinde ilerlemekten falan söz ediyor. Elbette bilinçdışı çok daha az kullanılan bu programı daha geride tuttuğu için pek de tanınmıyor.

Dedim ya! Bunlar benim yorumlarım, belki de benim bilinçdışından gelen programlarım böyle ve bu yüzden algım da tuhaf. OL’sun, düşünmeye değmez mi? Düşünüp fark etmeye çalışmak, doğru olabileceğini hesaba katılıp, programların farkına daha hızlı varmak için bir iz, bir yol elde etmeye çabalamak fena mı olur?

Benim burada üzerinde durmak istediğim bir başka konu daha var aslında. Ben bütün bu bilinç, bilinçaltı ve bilinçdışı durumlarını göz önüne aldığımda hala Onuncu Yıl Marşı’na takılı kalmanın, hatta onu Cumhuriyet Marşı olarak tescil edip, kararlılıkla söylemeye devam etmenin etkisinden söz etmek istiyorum biraz da.

Bu tür bir yaklaşım, yani yaşamın her alanında ve neredeyse her gün, her yerde bu marşın çalınması bilinçdışına kayıt oluyor ve oradan bilinçaltına ulaşıyor. Bilinçaltının bu konuda aldığı mesaj “hep onuncu yıldaymış gibi davran, çocuk kal, büyüme, sadece üre ve savaş, neyle bulursan onunla savaş” olduğundan Cumhuriyet de çok yavaş ilerliyor ve olgunlaşıyor.

Üstelik ortada gerçek bir düşman olmayınca içeride düşman yaratıyor olabilir mi diye düşünüp duruyorum. Baksanıza her 20-30 yılda bir birbirimizle savaşıyoruz, içimizde yaşayan farklı din ve ırktan ve ille de TC kimliği taşıyan bazılarını düşman ilan edip onlara karşı uzun ya da kısa savaşlar veriyoruz. Sağ-sol, Alevi-Sünni, laik-şeriatçi, Türk-Kürt, kısaca ne bulursak aynı enerjinin farklı uçlarında birbirine düşürmekten ve bundan sağlayacağı çıkardan hoşlananlara kucak açıp duruyoruz. Durmadan savaşıyoruz arkadaşlar.” Yurtta barış, dünyada barış” diyen “başkumandana” rağmen savaşıyoruz…

Ayrıca sürekli savaş hali hükümlerine göre programlanan bilinçaltları aldığı mesajlara uygun olarak her sıkışma halinde “asker başa gelsin, uygun adım marş desin, yürüyüş hızlanır, sorun çözülür” programına göre de çalışıyor olabilir.

Bakın en başta sözünü ettiğim diyalog nasıl devam etti (tam olarak yazdığı gibi aldım ve ekledim, hiçbir şey değiştirmeden ki yazılanın enerjisini etkilemiş olmayayım)…

Arkadaşım: “-Yırtınan var mı yırtınmaya da gerek bilmem ama işte daha iyisi varolmadigindan :)… hiçbir akl-ı selimin Cumhuriyetten sonra mutlakiyet ve de meşrutiyete geri dönmek istemediğinden. Marş konusu ise; müzikal açıdan en başarılı ve en akılda kalır beste olduğu için 10. Yıl Marşı her zaman her yerde çalacak söylenecek… Bu marşlar savaş yıllarında fiziksel zorlukla kazanılan mücadelelerin sonunda farklı ilhamla yazıldığı için şimdinin döt üstünde oturularak dijital ortamda yapılan bestelerine nazaran daha çok dinleyicisine ve kitlere ulaşan ve de zamanla klasikleşen parçaları.“ demiş.

Ben: “Biz yaptığımız hataları haklı kılma bahaneleri bulmaya ve onlara sarılmaya devam ettikçe o yanlışlar da birileri tarafından kullanılmaya devam eder durur. Anlatamadığım şey: Bilinçaltı tekrarlanan her şeyi, bir yaşam devam ettirici program olarak ön planda ve daha az tekrarlananı arka planda tutan bir bilgisayar arka yüzü gibi çalışıyor. O programlar ne buyurursa dış dünyaya o yansıtmayı yaymaya çalışıyor. Her birey çalınanın Onuncu Yıl Marşı olduğunu biliyor ve bilinçaltı program: Onuncu yılda kalman bekleniyor, öyle OL’maya/kalmaya devam et mesajı alıyor” şeklinde bir şeyler yazdım.

Sonra bir başka arkadaşım katıldı konuşmaya ve: “Çıktık açık alınla bin yılda her savaştan, bin yılda bir milyar genç yarattık her yaştannnn 🙂 Cumhuriyetimizin 1000. yılı kutlu olsun” dedi.

Biz on yıldaki savaş mesajını nasıl algılamışız ve nasıl da hemen “bin yıl olsa” demeye başlamışız ve hatta çoğalma emrini de nasıl keyifle içselleştirmiş ve “bir milyar kişi” OL’maya niyet etmişiz gördük hep beraber.

Sınırlardan içeri yürümenin yollarından biri de her ne ise, olanı haklı bahaneler arkasında mantıksallaştırarak tutmaktır. Bilinçdışı bu programın silinmesinden/değişmesinden hiç hoşlanmaz. O da olanı tutmaya programlanmıştır zaten.

Haydi buyurun buradan yakın…

Var OL’AN her şeye % 100 EVET!

Zeynep Alan Sevil Güven