Bugün şans eseri uzun zamandır elime almadığım bir kitabı, Stuart Heller’dan “Retooling on the Run‘ını açtım ve okumaya başladım. Kitap, üstün yetenekli bir çocuk piyanistin hikayesi ile açılıyor. Yaşadığı taşra kasabasında kısıtlı imkanlarını sonuna kadar geliştiren bu çocuğun, en sonunda şansı da yaver gidiyor ve dönemin en büyük piyano öğretmenlerinden birisi ile bir seçmeye katılıyor. Belki de o güne kadar gösterdiği en iyi performansı da gösterdikten sonra, bu meşhur öğretmen kendisine şuna benzer bir şeyler söylüyor:

“Performansın gerçekten inanılmazdı. Belli ki yeteneklisin ve büyük bir virtüöz olma şansını elde edebilirsin. Ve eminim ki bu yeteneğini sonuna kadar kullanmak, olabileceğinin en iyisini olmak için çalışmaktan, kendini sonuna kadar zorlamaktan kaçınmıyorsun, kaçınmayacaksın. Ancak olabileceğinin en iyisini olma yolculuğu, senin sandığın yöne doğru akmıyor.

Eğer beraber çalışırsak, yapman gereken şey piyano çalmanın temellerine dönmek olacak. Çünkü şu anda kullandığın tekniği çok iyi kullanıyor olsan da onun sınırlarına gelmişsin, hatta bu hatalı teknikle bu kadar iyi çalabildiğine bile insan hayran oluyor. Ancak daha ileri gidemezsin. En başa dönmen, piyano çalmayı en baştan öğrenmen gerekecek… Bu, senin sandığından, tahmin ettiğin en büyük zorluktan, terlemeden, gözyaşından, acıdan çok ama çok daha kötü olacak… Çok ama çok zorlanacaksın. Tüm sınırların test edilecek… Seni eski tekniğinden vazgeçmeye zorladıkça bir tarafın devamlı eskiden iyi yaptığın ancak kısıtlı olan şeye geri dönmek isteyecek… Üstelik bir süre sonra onu da yapamaz hale gelip, kim olduğundan, bu yolun doğru olup olmadığından, senin başarılı olup olamayacağından şüphe duyacaksın.Yaptığından o kadar memnunsun ki, buna hazır mısın, bu konuda emin değilim.”

Hikayenin devamı nasıl bilmiyorum, Heller paylaşmamış. Ama bu hikayeyi danışanlarımdan, onların kendilerinde, çevrelerinde, işlerinde, hayatlarında yaratmaya çalıştıkları değişimlerden biliyorum. Bu hikayeyi kendi yaşamımdan, başarılı olduğum ve hüsrana uğradığım çabalarımdan biliyorum. İnsanın bir şekilde işine yarıyormuş gibi gözüken, onu duruma hakim, kontrollü, alkış alan, kazançlı hissettiren şeyleri bırakmasının ne kadar zor ve acılı bir süreç olduğunu biliyorum. Bu kısa vadeli kazançların uzun vade için kayıplara dönüşeceğinin açık ve seçik olduğu durumlarda bile, alışık olunanın, alışkanlıkların bürokrasisinin, bir alkoliğin önünde duran açık şarap şişesi gibi etkisini yakinen tanıyorum (hatta kendisi yakınım olur!).

Bu yüzden değişim, hakkında konuşması ve ahkam kesmesi kolay, ama gerçekten gerçekleştirmesi zor bir şey… Düşünsenize, sizi siz yapan, iyi hissettiren, kim olduğunuzu bilmenize yardımcı olan, kendinizi kendisi ile tanımladığınız bir şeyden vazgeçeceksiniz. Alışılmışın dışına çıkacaksınız. Bugüne kadar değerli kabul ettiğiniz bazı fikirlerden, davranışlardan, yaklaşımlardan, inançlardan farklı bir yöne doğru ilerleyeceksiniz… Hem de ne elde edeceğinizi bilmediğiniz, hatta elde edip edemeyeceğinizi bilmediğiniz bir gelecek vaadi için…

Bu yüzden işte hemen her değişim, özellikle de bu şekilde adaptif öğeler içeriyorsa, bir çeşit bir “kayıp” içeriyor, Ronald Heifetz‘in de belirttiği gibi… En çok istediğimiz şey bile olsa, örneğin yönetici olmak, veya çok sevdiğimiz bir kişi ile evlenmek, çocuğumuzun olması, hikayedeki kişinin bu hoca ile çalışmaya başlaması, vb., mutlaka bununla beraber bir şeylerden vazgeçmemiz gerekiyor. Artık belki de çok sevdiğimiz işin kendisini yapamıyoruz, detaylardan ve kontrolden vazgeçmek zorunda kalıyoruz. Artık bekar bir insan gibi davranmak, tek başımıza kararlar almak mümkün olmayacak. Benim her çocuk sahibi olan arkadaşımın motorsikletini satması gibi, bir anda bizi biz yapan, şimdiye kadar kendisi ile kendimizi tanımladığımız şeyler, elimizden gitmek zorunda kalıyor.

Bu kayıplar ne kadar sanki diğerlerine göre daha kolay başa çıkılabilirmiş gibi gözükse de pek de öyle olmuyor durum… Bir danışanımın ülkemizin önde gelen bir firmasında genel müdür yardımcısı olduğunda bile kendini “yüksek mühendis” olarak tanıtması gibi, vazgeçemediğimiz şeyler, bizi ulaştığımız şeylerin hakkını vermekten de alıkoyabiliyor. Ve bu kayıplarla da, yaşamın tüm alanlarındaki kayıplar karşısında yapmamız gereken şeyi yapmamız gerekiyor: yasını tutmak. Ve bu yas süreci, hiç kimsenin içinden geçmekten hoşlandığı bir şey değil.

İşte bu yüzden işi zor liderlerin… İşte bu yüzden zor kendisini veya kendisi için önemli olan kişileri daha aydınlıklara taşımak isteyen, bunun için harekete geçmeye cesaret eden kişinin işi… İşte bu yüzden biz, aslında ancak adaptif bir yaklaşımla değişebilecek konulara, teknik çözümler bulmaya çalışıyoruz. İşte bu yüzden, bizi migren yapan, başımızı ağrıtan durumlarda aspirin alıyoruz. İşte bu yüzden, dünya olduğu gibi… Değişim bizi, kimliğimizi tehdit ettiği için, canımız acımasın diye, mutsuzluğa razı oluyoruz biz.

Üstüne üstlük bu sadece konu ile ilgili “düşüncelerimiz”le, “psikolojimizle”, “duygularımızla” veya “değerler”le alakalı bir durum da değil. Tabi onlarla alakalı, ama bu düşünce, duygu ve değerlerimizin kökleri çok daha derinlerde, beynimizin, nörolojik yapımızın birincil görevlerinde saklı: Bizi hayatta tutmak… Dış tehditlere karşı bizim yaşamsal bütünlüğümüzü korumak…

Dost Can Deniz