Gözden düşme ve yücelme eşitçe şaşırtır kişiyi, Sevin büyük bir mutsuzluğu canınız gibi. — Tao Te Ching, 13

Mutsuz hayatlar yaşıyoruz. İnsanlar, modern hayatın bizi çıldırttığını söylüyorlar. Daha doğal bir hayatta yaşarsak, sağlıklı ve doğal ürünler kullanırsak, yeterince egzersiz yaparsak, sosyal ilişkilerimizi düzenlersek, ruhsal bir disiplinle uğraşıp kendimizle yeniden bağlantı kurabilirsek, farkındalığımızı artırabilirsek, yeterince para sahibi olabilirsek ve karanlığı aydınlatabilirsek mutlu olabileceğimize inanıyoruz. Deniyoruz da bunları. Denemelerimiz ve çabamız arttıkça karanlık gücünü eskisinden daha da fazla artırıyor. Eğer mutlu bir aldırmazlığın, bir tür uyuşmanın içindeysek bir süreliğine mutlu bile sanabiliyoruz kendimizi ama sonuç değişmiyor: karanlık da tıpkı temeldeki mutsuzluğumuz gibi orada duruyor.

Bizden daha akıllı ve bilge olanların ya da olduğunu düşündüklerimizin peşine düşüyoruz. Bizim bilmediğimiz bir sırra sahip olabileceklerine inanıyoruz. Bizim unuttuğumuz ya da farkında olmadığımız bir sırra. Mutluluğun, sağlığın, ruhsal olgunluğun ve aydınlığın sırrına… Bir süre bir mutluluk denizinde yüzüyoruz bu insanların gözetimi altında. Nihayet ışığa ulaşmaya yaklaştığımıza inanıyoruz. Dünyaya onların bize açtığı pencereden bakmaya başlıyoruz. Hayatımızı bu yeni resime göre düzenliyor, yaşamımızdaki her şeyi, ilişkilerimizi, işimizi ve duygulamızı bu yeni resmi dayanak noktası alarak düzenliyoruz. Fakat yeterince yakınlaşırsak bu insanlara ve eğer gözlerimizdeki perdeyi kaldırmayı başarabilirsek, bu insanların da en az bizim kadar mutsuz ve karanlık içinde olduklarını görüyoruz.

Aşık oluyoruz bazen. Yeni aşk, hormonal sistemimizi en üst kapasitede çalıştırırken dünyayı daha olumlu, daha uyumlu, daha ılımlı ve daha ışıltılı bir gözle görmeye başlıyoruz. Hayatımızda eksik olan şeyi, ruh eşimizi bulduğumuzu düşünüyoruz. Sonunda kendimizi bütün, tam ve eksiksiz hissediyoruz. Arkadaşlarımıza akıl veriyoruz, bir ilişkinin nasıl olması gerektiği konusunda. Kendimizi şanslı hissediyor ve geleceğe, uzun süredir olmadığı kadar umutla bakıyor ve uzun vadeli planlar kuruyoruz. Yine de zaman geçmeye başladığında kendimizi sürekli tekrar ettiğimiz bir kısır döngünün içinde buluyoruz. Bir zamanlar birlikte olmak için fedakarlıkta bulunduğumuz insanın yanında boğuluyor gibi hissediyoruz kendimizi. Işık, yerini loş bir sıkıntıya bırakıyor. Yeni bir felsefe geliştiriyoruz kendimize çoğu zaman. Bir zamanlar bir olmak, birbirini bütünlemek olan bakış açımız, artık iki ayrı birey olarak bir durumu paylaşmaya dönüyor. Birbirimize alan tanımanın öneminden bahsediyoruz. Bizim uğraşlarımız, benim ve senin uğraşlarına dönüyor. Sonunda doğru insan kim sorusunu sormaya başlıyoruz bir kez daha ve karanlığın içinde yeni bir ışık aramaya koyuluyoruz.

Modern hayatın gelişmeleri sayesinde daha uzun yaşamaya başladık. Hatta içinde bulunduğumuz çağda yaklaşık olarak her yirmi yılda insanın ortalama ömrü 1.5 – 3 yıl kadar uzamaya başladı. Bilimdeki gelişmeler yakın bir zamanda organlarımızın bile yenilenmesini sağlayabilecek. Yani biraz dişimizi sıkarsak 100 yaşımızı kolayca görebileceğiz. Yine de herkesin uzun yaşamak istediğini ama kimsenin yaşlanmak istemediğini unutuyoruz.

Sosyal güvenceye sahibiz artık ki çağlar boyunca hiçbir zaman sahip olmadığımız bir şeydi bu güvence. Bu güvence sayesinde biliyoruz ki ölünceye kadar devletin sunduğu olanaklarla hastanelerde bakılabilir, her ay bankaya yatan maaşımızla, lüks bir hayatımız olmasa da karnımızı doyuracağımıza ve başımızın üzerinde bir çatı olacağına emin olabiliriz. Peki ama niçin endişeli ve umutsuzuz? Bütün bu gelişmemize karşın niçin dünya genelindeki her dört insandan biri ciddi akıl hastalıklarının pençesinde boğuşuyor? Niçin dünyanın en modern ve en gelişmiş ülkesi kabul edilen Amerika Birleşik Devletleri’nde günümüzde, neredeyse nüfusun üçte biri intiharın eşiğinde yaşıyor? Niçin daha ilkokula giden çocuklarımıza antidepresanlar veriyoruz? Niçin dünyayı yok edebilecek en büyük tehlikelerden bir tanesi, nükleer silahların yarattığı tehlikeden bile daha büyük bir tehlike olarak görülen akıl hastalıkları olabiliyor? Modern bilimimiz hem akıl hem de beden sağlığımızı koruyacak bunca donanıma sahipken nasıl oluyor da hem bedenlerimiz hem de ruhlarımız acı çekiyor? Nasıl oluyor da “sağlık” olarak kabul edilen durum kendini sürükleyerek yataktan çıkarmak, günü stres içinde geçirmek ve tam dinlenemediğimiz evlerimize dönmek olabiliyor?

Günümüzde sağlıklı kabul edilen insan, enerjisiz ve mutsuz bir insandır. Modern toplum olarak adlandırılan makine için sağlıklı olmak demek, sosyal olarak iş görür olmak demektir. Mutluluk ise bir muammadan başka bir şey değildir. Bunun üzerine modern hayatın bizi mutsuz ettiği yargısına varıp doğanın kucağına kaçar bazılarımız. Burada bir anda sağlıklı beslenmeye, doğa ile uyum içinde yaşamaya başlar. Çoğu zaman doğa ile uyum içinde yaşamak yokluk içinde yaşamakla aynı anlama gelse de mutlu oluruz bir süre bu durumun içinde. Zorunlu olarak şehire gelmemiz gerektiğinde insanların bu koşuşturmacaya nasıl tahammül ettiklerine inanamayız. Yine de bir süre sonra doğal hayat içimizde bir şeylerin yavaşlamasına neden olmaya başlar. Değişim yaratamadığımızı görürüz. Uzak kaldığımızı… Varoluş amacımızı gerçekleştiremediğimizi… Mutluluk olarak adlandırdığımız bir sakinlik içindeyizdir belki ama bu, gerçek bir mutluluk değil yalnızca sakinliğimizi ve huzurumuzu engelleyen dış etkenlerin en aza indirilmesinin sonucunda meydana gelen bir durumdur. Elbette hayatın içinde zaman zaman beklenmedik etkiler oluşur. Bu etkiler durumumuzu sorgulamamıza neden olur ve yeterince uyanıksak eğer bizde değişen bir şeyin olmadığını, temelde her zamanki kadar mutsuz ve karanlık içinde olduğumuzu fark ederiz.

Aydınlanma peşinde koşmaya başlarız bazen mutluluğu bulacağımız inancıyla ama aydınlanma çabasının kendisinin bile karanlıkların içinden geçerek olduğunu fark ederiz. Geçmişin bilgeliğinin bizi mutlu edeceğini düşünürüz zaman zaman. Eskiden insanların daha mutlu yaşadığına inanırız ama ardından eski bilgelerin hayatlarını okur ve temeldeki karanlığın o zamanda da şimdi olduğu kadar yoğun olduğunu fark ederiz. Yoksa Budha, rahat ve mutlu hayatını, canından çok sevdiği karısını ve çocuğunu bırakıp da çıkmazdı ışığın ve aydınlanmanın arayışına. Belki de bizim de böyle bir arayışa girmemiz gerekiyordur diye düşünür ve kendimizi bilinmeyene atar bazılarımız. Bilinmeyen ürkütücü olsa da garip bir çekiciliği vardır. Bir süre kendimizi karanlıktan uzak, aydınlığa ve aydınlanmaya doğru hareket eder buluruz. Derken….

Tapınakta, bir öğrencinin aydınlandığını duyarlar.

Diğer öğrenciler aydınlanan öğrencinin çevresini sarar ve ona

sorular sormaya başlarlar.

“Aydınlandığını duyduk,” der bir öğrenci. “Doğru mu?”

“Evet,” der aydınlanan öğrenci.

“Peki nasıl bir duygu? Ne hissediyorsun?”

“Her zamanki kadar mutsuz,” diye yanıt verir aydınlanmış öğrenci.

Ekonomik ve siyasi sistemlerimizde kurtuluşu arayanlarımız vardır. Eğer daha iyi bir siyasi ya da ekonomik sisteme sahip olursak, açlar doyarsa, herkes iş bulur ve insani koşullarda çalışırsa dünya daha iyi bir yer olur ve ışık karanlığa hakim gelebiilr diye inanırız. Siyasi yapıları inceler, kurtuluşun belli bir siyasi ya da ekonomik yapıda olduğuna inanır ve onu desteklemeye başlarız. Elbette bizim gibi düşünmeyen karşıtlar karanlık tarafta biz ise aydınlık tarafta durmaktayızdır. Yine de 2008 yılındaki son global ekonomik krizde olduğu gibi görürüz ki, siyasi ya da ekonomik yapılarımız, biz onların ne kadar güçlü ya da iyi olduğuna emin olsak da yıkılıp bizi siyasi ve ekonomik bir bilinmeze, bir karanlığa mahkum edebilirler. Karşı taraf haklı değildir merak etmeyin; çünkü onlar da bizim kadar büyük bir karanlığın içinde yüzüp ışığı aramaktadırlar.

Yürümeyen sistemlerimiz için çözümlerimiz ortadadır: Bugünden ders alıp yarın daha iyisini yapmak. Buna karşın daha iyisini başarmak çabasıyla yaptımız bütün girişimlerimiz “bugünün hatası” olarak ders alınacaklar listesine eklenir ve bizi yeni bir karanlık ile başbaşa bırakırlar.

Bazılarımız doğayı korumanın karanlıktan çıkış için bir anahtar olduğuna inanırlar. Eğer türleri korursak, daha az tüketirsek, ormanları yok etmezsek, işimize bisikletle gidersek dünyanın kurtulacağına ve herkesin daha mutlu olacağına inanırız. İnsan eliyle verilen zararları engellemeye çalışırken, tek bir süper volkan patlamasının, bir göktaşının ya da güneşteki bir patlamanın dünyaya, insanlığın yüzlerce yılda verdiği kadar zarar verebileceğini farkeder ve kurtuluşun garanti olmadığını anlarız zamanla. Dahası, biz ne yaparsak yapalım, tüketen insan tüketmeyi sürdürecektir. Kendimizi yeldeğirmenlerine karşı savaş veren Don Kişot gibi hissederiz. Yine de büyük bir irade ve inançla, yeryüzünde doğayı korumaya çalışan son insan da olsak yaptığımızı yapmayı sürdürme kararında oluruz. Fakat karanlık sürekli artmayı sürdürmektedir. Rahat ofislerinde kazandıkları parayı hesaplayan insanların, bu paraları kazanmak için binlerce insanın kanserin pençesinde ölmesine neden oldukları gerçeği karşısında çaresiz hissederiz kendimizi. Derken, mazlum kabul ettiğimiz insanların “başka bir çarem yok” savunmasıyla kendilerini zehirleyen şirketler için çalıştıklarını fark ederiz. Bu anlamsız olayın ardındaki gerçeği araştırırken işin ardında ekonomiden insan psikolojisine kadar geniş yelpazede bir nedenler ağı olduğunu görür ve meselenin yalnızca çevreyi koruma meselesi olmadığını fark ederiz. Fakat çaresizizdir ve bu karanlığın içinden çıkmak için, eğer yeterince bütüncül ve geniş açılı bir bakışımız varsa yeni ışıkların arayışına girişiriz.

Tüm körlerin içinde görenlerimiz vardır. Onların karanlık sandıkları bir dünyanın içinde renklerin olduğunu bilen bazılarımız. Görmeyenlere renkleri anlatmaya, ışığı göstermeye çalışırız. Kimimiz çarmıha gerilir, kimimiz alay konusu olur, kimimiz ise körlerle dolu bir dünyada gerçek karanlığa hapsolanın kendimiz olduğunu hissederiz. Işığı görmek yetmez bize, diğerleri de görsün isteriz. Fakat onlara renkleri ve ışığı anlatmak için giriştiğimiz bütün çabalarımız, en iyi ihtimalle boş, çoğu zamansa tehlikeli bir çabadan öteye geçmez. Derken uzaklaşırız… Kendimizi yalnızlığın karanlığında buluruz. Işığı anlatmaya çalıştığımız körler kadar körleşir ve ışığı aramaya başlarız…

Her şeyi doğru yapan ya da doğru yaptığını düşünenlerimiz vardır. Doğru yoldan gidersek mutluluğu ve ışığı yakalayacağına inananlarımız. Yine de hayatın bize sürprizler hazırladığını ve bizimkinden farklı planları olduğunu fark ederiz. Biraz daha ayrıntılı baktığımızda kendimizin her şeyi doğru yapmasının dünyanın daha aydınlık bir yer olmasını sağlamadığını görürüz. Dünyayı aydınlatmakla uğraşmaz yalnızca bulunduğumuz yeri aydınlatmaya çalışırız. Fakat en yakınımızdakileri, canımızdan çok sevdiğimiz çocuklarımızı bile aydınlatamadığımızı fark ederiz. Herkes kendi gerçeğini bulmaya çalışırken ve herkes kendi deneyimini yaşarken en sevdiklerimizin karanlık içinde bocaladıklarına tanık oluruz.

Peki bu bir kader mi?

Ne yaparsak yapalım dönüp dolaşıp geleceğimiz yer karanlık mı?

Farkında olsak da olmasak da, unutsak da hatırlasak da, sevsek de sevilsek de yok mu karanlığın içinde ışığın parlamasının bir yolu?

Bazılarımız, önemli olanın yanıt değil sorunun kendisi olduğunu anlayan bazılarımız, doğru soruları sormaya başlarız sonunda.

Karanlık nedir?

Işık nedir?

Bunları anlamama ya da ışığa ve mutluluğa ulaşmama neden olan şey nedir?

Derken bir çözüm belirmeye başlar yaratıcı karanlığın içinde, yaratılışın ilk ışığı olarak.

İlk ışık bana şunu söyler: cahilsin!

Ben de bildiğimi sanmayı bırakarak, cehaletimi anlamaya çalışırım önce.

Ve karanlığın içinde cılız bir ışık parlamaya başlar!

(Karanlığın İçindeki Aydınlık kitabı, Giriş Bölümü’nden, Yazar: Cem Şen)

Cem Şen

1968 yılında doğdu. 1981 yılında savaş sanatları eğitimi almaya başladı. 1987 yılında Zen Budizm’in Türkiye’deki temsilcisi olan İlhan Güngören ile tanıştı ve 1987-1990 yılları arasında Güngören’in asistanlığını yaptı. Bir yandan Güngören’i Zen çalışmalarında ve Tai Chi Ch’uan derslerinde destekleyen Cem Şen aynı zamanda Namık Ekin, Mustafa Aygün gibi eğitmenlerle savaş sanatları eğitimini sürdürdü. 1990 yılında ilk çeviri eseri yayınlandı. Aynı yıl çalışmalarını tümüyle Taocu çalışmalara yönlendirdi. Sırasıyla Mantak Chia, Master Wang, Master Wu, Eric Steven Yudelove gibi ustalardan eğitim alan Cem Şen aynı zamanda bu ustalardan farklı Taocu sistemleri öğretme yetkisi de aldı. Halen ustalar ile çalışmalarını ve dünyanın farklı yerlerinde bulunan yaşayan büyük bilgelerle iletişimini ve arayışlarını sürdürmektedir. 1991 yılında Dharma Yayınları’nı ve ardından 2003 yılında bu yayınevinden ayrılarak Klan Yayınları’nı kurmuş olan Cem Şen’in içlerinde “Enerjinin Dansı: T’ai Chi Ch’uan” ve “Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen” adlı kitaplarının da bulunduğu 8 kitabı ve yaklaşık 40’a yakın çeviri eseri bulunmaktadır.