Sevgili Cem, geçtiğimiz günlerde benim de yaşadığım şehir olan güzelim İzmir’imize geldin. Birlikte Seferihisar’daki Teos Antik şehrine gittik. Seninle birlikte Teos Dionysos Tapınağı’nın kutsal odasına oturduk ve meditasyon yaptık. Bu esnada hem vizyon alımları oldu; hem de kalktığımızda benim başım dönüyordu ve sen bana dedin ki “Dionysos çok özel bir tanrıdır ve Bilincin Hallerini yönetir.” Önce buradan bir giriş yapalım istersen, aslında başka bir konuya geçiş yapmak istiyorum ama nedense buradan başlamak istedim sohbete. Buyur söz sende…

Evet Dionysos benim çok önem verdiğim tanrılardan bir tanesidir. Bunun birkaç sebebi var. Bir tanesi bir tanrı olarak, tanıtıcı işareti asma ağacı gibi ölüp yeniden dirilmeyi anlatır. Bu da ölümsüzlüğe ulaşmayı simgeler. Benim için önemli olan bir diğer özelliği de farklı bilinç hallerini yönetmesidir. Bu özelliği nedeniyle de şarapla ilişkilendirilir. Elbette şarap burada bilincin halleri için bir simgedir. Benim gibi işi bilincin halleri olan bir insan için Dionysos’un önemli olması şaşırtıcı olmasa gerek. Gerçeklik, eşittir bilinç halleridir diyebiliriz. Yani, manevi alanda derinleşmeye başlayan her manevi yolcu bilir ki cennet cehennem de dahil olmak üzere tüm boyutlar bilinç halleridir; ya da başka terimlerle, bilinç halleri farklı boyutların giriş kapılarıdır diyebiliriz. Bu nedenle de Dionysos bir anlamda farklı boyutların geçiş kapılarını yönetiyor diyebiliriz.


Aslında sen bana bu satırları yazarken ben sürekli diğer konuya nasıl geçerim diye düşünüyordum ve ona dair bir soru hazırlıyordum ama bir güç başıma geçmiş ve resmen şu anda bana sanki “Hayır! Lütfen buradan devam edin” diyor. Tanrı Dionysos, adı anılınca hareketlendi mi nedir bilemiyorum, ama hadi buradan devam edelim. O güce de selam olsun.

Edelim bakalım. Dionysos, ölen ve yeniden dirilen tanrıdır. Bu tanrı, tüm Ortadoğu ve Kuzey Avrupa’da farklı isimlerle bilinir. Bunlardan bir tanesi de Tammuz, yani Temmuz’dur. Aslında muhtemelen İsa da Dionysos öyküsü ile çağdaştır ve Dionysos’un yani, Ölen (ve Yeniden Doğan)Tanrı’nın bir başka ismidir.  Tam olarak içinde bulunduğumuz ay ile ilişkilidir. (Bu sohbet 27 Temmuz 2012’de yapılmıştır.) Yengeç burcu ile simgelenir. Yani içinden bir şeyin buradan devam et demesi ancak Tanrı’nın sesi olabilir dersem bu noktada Paganlardan alkış alabilirim sanırım. 

Ölen ve Yeniden Doğan Tanrı’nın çok önemli bir özelliği vardır: biz insanlara, ölümden sonra yeniden doğup ölümsüzlüğe ulaşmanın ve sıradan bir insanken tanrıların katına yükselmenin mümkün olduğunu anlatır. Elbette burada tanrılar olarak tanımladığım varlıkların, pek çok insanın aklındaki Kadir-i Mutlak Tanrı ile bir ilgisi yoktur. 

Gerçi bugün farklı kültürlerde Kadir-i Mutlak Tanrı olarak tanımlanan tanrıların, eski zamanlarda birer kabile tanrısı olduklarını unutmamamız gerekir. Bu tanrıların çoğu ilk başta diğerlerinden daha güçlü olduğuna inanılan bir kabile tanrısıydı.  Kabileler büyüyüp halkları hakimiyetlerini artırdıklarında kabile tanrıları da güçlendi. En sonunda günümüze gelindiğinde pek çok kabile tanrısı, Kadir-i Mutlak Tanrı olarak adlandırılmaya başlandı.  

Bu nedenle de Kadir-i Mutlak Tanrı olarak tanımlanan çoğu tanrının izlerini geçmişe doğru sürdüğümüzde karşımıza genellikle Bereketli Hilal, Kuzey Afrika ve Arap Yarımadası civarında eski medeniyetlerde bulunan sıradan kabile tanrıları çıkıyor. 

Elbette bu bölgelerde ya da dünyanın diğer yerlerinde Kadir-i Mutlak Tanrı tanımının olmadığı anlamına gelmiyor. Elbette vardı; örneğin Brahman gibi… Demek istediğim sadece bugün mutlak ve tek tanrı olarak tanıdığımız çoğu tanrının fikir olarak, geçmişteki yerel kabile tanrılarından geliyor oldukları.  

Bu da şu gerçeği göz önüne seriyor: Tanrılar, kullarına muhtaçtır. Onlar kullarını güçlendirirken, kulları da onları överek ve onlara tapınarak tanrıları güçlendirirler. 

İşte bu sebeple tanrılar, şehirlerin halkları kendilerini tanrı olarak seçsinler diye adeta bugünkü siyasetçilerin seçim propagandalarına benzer propagandalar yapar ve halka vaatlerde bulunurlar. Günümüz siyasetçileriyle eski tanrılar arasındaki fark, tanrıların sözlerini tutuyor olmalarıdır.

Bir dakika Cem, sen Tanrılar derken neyi kastediyorsun? Hani bizim mitolojiler olarak bildiğimiz Tanrılar ve Tanrıçalar mı? Sen sanki onlar varmış da, yaşıyorlarmış da, insanlarla doğrudan iletişim kuruyorlarmış gibi konuşuyorsun. Bu nasıl oluyor anlamıyorum? Mesela az önce Dionysos’u andık, sanki geldi de konuşun lütfen dedi gibi hissettiğimi söyledim. Dionysos bizden farklı bir boyutta da olsa var mı gerçekten? O varsa diğerleri de mi var? Peki cidden bizim gibi varlıklar mı; yoksa kastettiğin bir bilinç boyutu olabilir mi? Tam anlayalım bunu.

Evet, burası şizofreni ile farklı bilinç hallerinin birbirine rahatça karışabileceği bir alan. Öncelikle bu konuda devam etmeden önce bu uyarıyı yapmama izin ver. O nedenle bundan sonra bahsedeceğim şeylerin ancak aklı başında, ayakları yere sağlam basan ve içinde bulunduğu gerçekliği doğru değerlendirip o gerçekliğe uygun yaşayabilen bir insandan gelirse bir anlam ifade edeceğini söylemeliyim. 

Bahsedeceğim şeylere inanan ya da bunlardan bahseden bir insan eğer içinde bulunduğumuz gerçekliği doğru değerlendiremiyorsa bunların bir şizofrenin sanrıları olduğunu söyleyebiliriz. Beni tanırsın ve spiritüel yolda yürüdüğünü iddia eden çoğu insanın derin psikozun ya da nevrozun eşiğinde olduğuna inandığımı da bilirsin. 

O nedenle söyleyeceklerimin basit bir inanç olmadığını söylersem sanırım bunu en fazla sen takdir edeceksindir. 

Şimdi sorunun yanıtına gelelim: Evet, tanrılar olarak adlandırılan bu varlıklar tıpkı senin benim gibi var. Evet daha farklı boyutlarda yaşıyorlar. Çoğu da 31 varoluş boyutundan 5. boyutun (insan boyutunun) üzerinde bir takım boyutlardalar. 

Bu boyutların son bir kaç tanesi hariç hepsi maddi varlığa sahip olunun boyutlar. Elbette boyutlar yükseldikçe maddi varoluş çok daha gelişmiş bir hale geliyor. Son boyutlar ise fiziksel boyutlar değil. 

Eğer Kadir-i Mutlak’tan bahsedebilirsek, bu varoluş hali, 31. boyutun ötesinde bulunuyor. Daha aşağı varoluş boyutlarında, bizlerin tanrılar olarak adlandırdığımız varlıkların bir kısmı cehaletleri sebebiyle kötü diyebileceğimiz tanrılar. Tabii ki burada kötü terimini göreceli kullanıyorum. 

Göreceli derken şunu kastediyorum: eğer bu tanrılardan bir tanesi size güç verirse bu size iyi gelebilir ancak o varlık bu sayede sizin sadakatinizi kazanıyorsa bence bu ne kadar iyidir tartışılabilir. 

Eğer insan, Kadir-i Mutlağın ışığını içinde taşırken, ışığa ulaşmak için kendinden yüksek bir gücün merhametine ya da bir anlamda sadakasına ihtiyaç duyuyorsa bu durum, eviniz altınlarla dolup taşarken, ekmek için sokakta dilenmeye benzer. 

Yani Tanrılar’la pazarlık da edilebiliyor. Ben seni tanıyayım, sen de bana şunları şunları sağla gibilerinden. Tabii bu bilgi Batı dünyası için oldukça gülünç geliyor günümüzde de bildiğim kadarıyla Doğu dünyasında gayet olağan şeyler. Hatta senle Mısır’da gezerken bana “Burada ölü bir kültür var, ama bu bile nasıl etkileyici. Özellikle de Tanrıları ve Tanrıçaları. Ama sen benimle gel bir uzakdoğuya da gör. İsimleri farklı ama bunlar o dünyada yaşıyorlar; hatta insanların arasındalar” demiştin. Bunları biraz daha açar mısın?

Elbette açarım ama bu bahsettiğim şeylerin Uzakdoğu öğretileriyle sınırlanması çok kısıtlı bir bakış açısı olur. Bu bahsettiğim gerçeklik tüm coğrafyalardaki gerçekliktir. Sadece son 16-17 asırdır, tanrılar ile insanlar arasındaki hakimiyet savaşı bazı tanrıların aleyhine gerçekleşti. 

Bir zamanların güçlü tanrıları, hakimiyetlerini yavaş yavaş önce imparatorlara, ardından krallara, din adamlarına, siyasetçilerine ve en sonunda da hepsinin gücünü tek elde toplayan şirketlere kaptırdılar. Senin anlayacağın eski tanrılar, hakimiyet savaşında bugün birer şirkete dönüşün güçler tarafından yenilgiye uğratıldılar. 

Elbette bu, tanrıların yok oldukları anlamına gelmiyor. Böylesi gülünç olurdu. Günümüzde dünya üzerinde pek çok bölgede baskın birer sembol ve bilincin ya da gerçekliğin bir durumunu tanımlayan birer unsur olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Hatta çoğu kültürün folklorunun içinde azizlere, ermişlere ve kötü varlıklara dönüşmüş olarak yaşıyorlar. 

Böyle olmasalardı bile öyle birkaç bin yılda yok olmazlardı. Burada bahsettiğimiz varlıklar, bir zamanlar tanrılar diye tanımladığımız ve bizden daha yüksek bir boyutta ikamet eden ve ömür süreleri insanın acınacak ömür süresine göre neredeyse ölümsüz diye adlandırabileceğimiz kadar uzun olan varlıklar. Daha önceden de söylediğim gibi bu varlıklardan kimisi yardımcı, kimisi engel. 

Pek çok kutsal insanın manevi olgunluğa ulaşma sürecinde yardımcı varlıkların da engel olan varlıkların da sahnede rol almaları alışıldık bir durumdur. Engel olanlar, bir insan ya da varlık kendi pençelerinden kurtulup diğer insanlara da nasıl kurtulacaklarını göstermesin, dolayısıyla da hakimiyet alanları zayıflamasın diye uğraşırlar. 

Yardımcı olanlar ise, uzun yaşamlarına ve pek çok güçlerine karşın bilgeliğin en büyük güç olduğunu ve dünyada ona ulaşabilen ender sayıda insanın varolduğunu bildikleri için yardım ederler. Bu sayede bilgeliğe ulaşan bir varlık bu tanrılara ya da yüksek varlıklara, bilgeliğe ulaşmaları için öğretmenlik yapabilir. 

Senin anlayacağın, bilgeliğe ulaşan bir insan bu tanrılardan çok daha yüksek bir seviyeye ulaşır ve bu akıllı, iyi tanrılar kendilerine de bilgelik yolunu göstermesi umuduyla, bilgelik yolunda yürüyen bir insana ellerinden gelen desteği sağlarlar. 

Konu çok acayip noktalara geldi ve eminim birçok okurumuz şaşkınlık içindedir. Nasıl yani diyenler de çoğunluktadır. İşin aslı ben bu şaşkınlık aşamalarını Mısır’da aştığım için bana artık normal geliyor bu bahisler. Hatta gel konuyu biraz daha ballandıralım. Bu Tanrılar bir zamanlar bedenli olarak da yaşadılar dünya üzerinde değil mi? Hatta insanlar arasında da ve insanlar onların farklılıklarını gördüklerinde onları Tanrılaştırdılar gibi bir durum söz konusu mu? Yoksa insanların ortaya çıkışı çok sonra mı? Burada mitolojiyle, tarihsel akış nasıl çakışıyor. Gerçi hoş tarih derken hangi tarih diye de sormak lazım?

Evet hangi tarih demek isterim ben de… Gerçek tarih konusundaki bilgimiz çok zayıf. Eğer 1000 yıl bir milimetre olsaydı o zaman 4.5 milyar yıllık dünya tarihi 4500 metre olurdu. Biz 4500 metrelik dünya tarihinin yalnızca 1-2 santimetresini biliyoruz. 4.5 kilometrelik bir yolun 2 santimetresini bilerek bu yolun tamamından bahsedemeyiz. Üstelik tarih düz bir çizgi üzerinde bile gitmiyor. 

Benzer coğrafyalarda benzer bir tarih çizgisi sürerken farklı olan coğrafyalarda farklı bir tarih çizgisi sürüyor. Hatta benzer olan coğrafyalardaki tarih çizgileri bile coğrafi farklar sebebiyle farklı. 

Yani tarım teknikleri muhtemelen belli iklim kuşaklarında dünyanın bazı bölgelerinde eş zamanlı olarak doğdu; ancak aynı tarih döneminde bu tarım tekniklerinden haberi olmayan ve açıkçası buna ihtiyacı ve ilgisi olmayan kültürler de vardı. Hatta tarım yapan kültürlerin içinde yalnızca bir tanesi bunu bir yaşam biçimine dönüştürdü. 

Diğer kültürler nüfuslarını dengeleyip doğanın çabasızca kendilerini beslemesine izin verirken, bu kültür besinini hızla artırıp nüfusunu da hızla artırdı. Sonrasında dünya hakimiyetini eline geçirdi ve bugünkü kültürü oluşturdu. Benzer şekilde muhtemelen dünyanın her yerinde çok tanrılı bir anlayışla eş zamanlı olarak tek tanrılı bir anlayış da vardı. 

Senin anlayacağın, tarih dediğimizde kronolojik yani zaman açısından ne kadar kısıtlı bilgimiz olduğu bir yana, belli bir dönemde ne olduğunu bile tam bilmiyoruz. Örneğin Milattan Önce 14000 yılları civarında dünyanın taş devri yaşayan, yerleşik yaşamı tanımayan avcı toplayıcılardan oluştuğunu düşünüyorduk. 

Oysa bugün Göbeklitepe’deki dünyanın bilinen en büyük tapınak kompleksine baktığımızda o dönem ile ilgili bilgilerimizi yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini anlıyoruz. Yine de Göbeklitepe’nin sırrını çözmeyi başarsak bu, o dönemi tümüyle anladığımız anlamına gelecek mi? Elbette hayır çünkü  bizler yalnızca Urfa ve civarındaki hayatı bir miktar anlayacağız ama Pasifik’teki adalarda ya da Amerika kıtasında ne olduğunu bilemeyeceğiz.

 O nedenle gerçekten de 4.5 kilometrelik bir yolun, insanlık tarihini içeren 2-3 santimetresinin bir kısmını bilip de yolun tamamını anladığımı söylemek biraz cahillik olurdu. Bu arada elbette prehistorya, milyarlarca yıl geriye kadar gidiyor ama buradaki bulgularımız da kısıtlı. 

Neyse çok uzattığımın farkındayım. Hemen konuya döneyim: Tüm bu varlıkların dünya üzerinde bulundukları dönemler oldu elbette ve halen de dünya üzerindeler. Daha yüksek bazı boyutlardaki varlıklar bu dünyaya ulaşabiliyorlar. Aynı şekilde bilincin hallerini kullanarak bizler de bu boyutlara ulaşabiliyoruz. 

Zaten dini esrimelerin ya da kendinden geçmelerin ardındaki en büyük nedenlerden bir tanesi budur. İnsanlar, dini bir kendinden geçiş aracılığıyla bilinçlerinin daha yüksek boyutlarına, dolayısıyla da gerçekliğin daha yüksek boyutlarına ulaşırlar. 

Bunları ilk yapanlar, bilindiği kadarıyla şamanlardır. Pagan kültürler bu geleneği alıp kullanmışlardır. Paganlar da şamanlar gibi, daha yüksek bilinç hallerine ulaşmak için dışarıdan alınan maddelerin kullanımında, hatta seksin kullanımında sakınca görmemişlerdir. 

Günümüzde, mevlevilerin sema dönüşleri, zikirler, Kabalacıların kelimelerin permütasyonlarını tekrarlamaları, meditasyon ve benzeri uygulamaların tamamı bu yüksek bilinç hallerine ulaşmak için kullanılır.  

Eğer bu yöntemleri derinlemesine kullanmayı başarabilirseniz, karşılaşacağınız varlıklara melek, uzaylı, yüksek ruhlar diyebileceğiniz gibi tanrılar da diyebilirsiniz.   

Elbette tanrılar diyecek kadar güçlü bir varlıkla karşılaşmak için derin bir bilinç haline ulaşmanız gerekecektir. Bu bilinç hallerine herkes ulaşamadığı için de doğal olarak tanrılar her zaman sadece bu bilinç hallerine ulaşabilen insanlar tarafından görülmüşlerdir.

Diğer soruna gelince… Elbette tanrılar dediğimiz bu varlıklar, ömür sürelerinin uzunluğu sebebiyle, insanların yeryüzünde belirmelerinden çok önce varolmuşlardı. Hatta Budha gibi bazı öğretmenlere göre evrenler defalarca yokolur ve yeniden varolurken insanlar tanrı, tanrılar insan olarak defalarca varolup yok olurlar. 

O nedenle bu döngüden yalnızca bilgeliğe ulaşan bir varlık kurtulabilir.

Senin anlayacağın, tanrıları ya da bir takım yüksek varlıkları gözümüzde o kadar büyütmesek iyi olur. Sonuç itibariyle adına her ne derseniz deyin, haydi burada anlaşılmayı kolaylaştırması açısından Kadir-i Mutlak, Tanrı’nın Işığı diyelim, hepimizin içinde olduğu için, yüksek bir varlığı mutlakta bizden yüksek yapan bir şey yoktur. 

Özümüzde bizler, tanrılarla aynı cevhere sahibiz ve “yuvamıza doğru yolculuk yapan” ve ne yazık ki “dönüş yolunu unutmuş” varlıklarız. Eski Yunan felsefesinde Hakikat için Alethia diye bir terim kullanılırdı. Alethia, anımsamak ya da unutmamak anlamına gelirdi. Senin anlayacağın, Hakikat anımsamaktır ve yol da zaten odur.

Tabii bu noktada insanın aklına doğal olarak üç büyük din geliyor. Hepsi tek bir Tanrı’yı işaret ediyor. Ondan başkası yoktur diyor. Şimdi bu kadim Tanrılar’la şu anda dünyada varolan büyük dinlerin Tanrıları nasıl konumlanıyor? Dünyada milyarlarca insanın farklı adlarla inandıkları bir tek Tanrı var. Şimdi burada işler karışmıyor mu biraz?

Üç hakim din, Kadir-i Mutlak Tanrıyı farklı isimlerle adlandırsalar da hepsi aynı Tanrı’dan bahseder. Zaten hepsi aynı soydan gelmektedir ve birbirlerinin devamı şeklindedirler. Kadir-i Mutlak Tanrı aynı zamanda, Hindu öğretilerinde Brahman ve belki Çin’de Tao olarak biliniyor olabilir. Dünyanın hemen her yerinde Mutlak Tanrı farklı isimlerle tanınır. 

Yine dünyanın hemen her bölgesinde, Mutlak Tanrı’nın bizi “kendinden bir parça” olarak yarattığı bilinir. Dolayısıyla bu anlamda bizler, kendi BÜTÜN’ümüze dönmeye çalışan PARÇALAR’ız. Bu durum Hindu öğretilerde Brahman ve Atman terimi ile tanımlanır. Yani Kadir-i Mutlak olan ve her şeyi kapsayan Tanrı Brahman ile, onun bir parçasını içinde taşıyan varlık, yani Atman.

Evrende varolan her şey Mutlak Tanrı’nın parçaları. Bu parçalardan bazılarını tanrılar diye adlandıran Mutlak Tanrı değil, insanoğlu. Bazı yüksek varlıklar, kendilerinin tanrı olarak tanınması için ısrarcı davranmışlardır doğru; ancak bunların hiçbiri kendine Mutlak Tanrı denmesini istememiştir.

 Kendine Mutlak Tanrı denmesini isteyen ve açıkcası buna inanan, benim Sümerleri takip ederek “kıskanç tanrılar” dediğim bazı yüksek varlıklar vardır. Bu varlıklar yine Hindu/Budist anlayışta Mara olarak adlandırılır.  Bu varlıklar, yalnızca Doğu’da değil, Amerika şamanları tarafından da bilinirler. 

Bununla birlikte sohbetimizin başında söylediğim bir şeyi yeniden anımsatmak isterim: Evrendeki her şey bilinç halleri tarafından belirlenir. Dolayısıyla da bizi erdeme ve bilgeliğe ulaştıracak bir yaşam tarzı ve bu yaşam tarzından doğan bilinç halleri Kadir-i Mutlak olana ulaşmak için en hızlı, hatta kestirme yoldur. 

Bu nedenle zihnimizi ne kadar hızlı arındırabilirsek içimizdeki cevhere ulaşıp onun GERÇEK YUVASI’na dönmesini o kadar hızlı sağlayabiliriz. Peki zihnimizi neden arındırmamız gerekir? Korkudan, açgözlülükten, öfkeden, beklentilerden ve buna benzer olumsuz zihin hallerinden. Peki hangi nitelikleri geliştirmemiz gerekir? 

Cesaret, beklentisizlik, halinden memnun olma, ihtiyaçlardan arınma, şefkat ve benzeri zihin hallerini. Olumsuz zihin halleri ortadan kalkıp da olumlu zihin halleri geliştirildiğinde, ilk olarak aradığımız Cennete bu dünyada ulaşırız. Bu dünyada ulaştığımız bu cennetsi bilinç hali, aynı zamanda gerçek yüksek boyutların geçiş kapısı olur. 

Tüm manevi ustalar tarafından bilinen bir gerçek vardır ki, o da şudur: insan son nefesine hazır olmalıdır. Yani nasıl ölürsek öyle diriliriz. Bu ne demektir? Bu, bilinç halimiz ne ise ona uygun bir varoluş boyutuna çekileceğimiz anlamına gelir. 

Eğer zihnimiz açgözlü, öfkeli, hırslı, korku dolu ise cehennemsi bir boyuta, cesur, şefkatli, halinden memnunsa cennetsi bir boyuta çekilmemiz kaçınılmazdır.   

Bunu her dinden büyük ustalar bilir. Benim dedem, iki hafta önce ölüm hazırlıklarına başladı. Çocuklarına, yani teyzelerime ve dayılarıma, “İki hafta size misafirim ondan sonra yolculuğa çıkacağım,” demiş. Önceden söylediği ölüm günü geldiğinde önce boy abdestini aldı. Yatağına yattı ve teyzelerimin birinden başında Kuran okumasını istedi. 

Verilen bir lokma suyu bile içmedi. Abdesti bozulur ve bir daha abdest alacak gücü bulamaz diye endişeleniyordu. Teyzelerime, “Evladım siz benim abdestsiz gitmemi mi istiyorsunuz?” diyerek verdikleri suyu reddetti. Sonunda helalleştikten sonra büyük bir huzurla son dualarını tamamladı ve nefesi verip huzur içinde öldü. 

Bunu yapan Taocu ustaları da, Budist ustaları da, Hindu ustaları da biliyorum. Hepsi bilinçlerini hayat boyu arındırmak için uğraşıyor ve ölüm zamanı geldiğinde tam bir aşkın, yüksek bilinç haline girip, içinde bulunduğumuz bu boyuttan, Kadir-i Mutlak’a doğru yola çıkıyorlar. 

Tıpkı dedem gibi, bu boyutta misafir olduklarının bilincinde, burayı gereksiz yere ciddiye almıyorlar. 

Hayatın tadını çıkarırken erdemi geliştiriyor, erdemin sonucu olarak zihinsel bir huzura ulaşıyor ve huzurla bilincin yüksek boyutlarının kapılarını açarken, Hakikat’in de yüksek boyutlarının kapılarını açıyorlar. 

Bu kapılar aralanırken bizlere bazen bir takım yüksek varlıklar yardımcı olurlar. İşte bu varlıklar bazı geçmiş kültürlerde “tanrılar” olarak adlandırılmışlar. Bense onları eski dostlar diye adlandırmayı seviyorum.

Sana ilginç bir soru sorayım. Daha birkaç gün önce bir arkadaşımla bunu tartışıyorduk; bu tanrılar dünyaya bedenlenir mi şu anda diye. Sence bedenlenebilirler mi? Bedenlenmişlerse de mesela bunun farkında olmayabilenleri ve bu yüzden acı çekenleri var mıdır? Böyle bir şey hiç duydun mu? Ya da daha fantastik bir şey sorayım: Bu yaşamımızda bir an karşımızda bedenlenmiş bir Tanrı ya da Tanrıça çıktı. Böyle bir durumda ne yapılabilir acaba? Hadi gel sana yeni bir kült mü kuralım dersin? Ya da… Bayağı bir tartıştık biz bu soruyu. Ben açıkçası konuyu daha özsel ve genel almayı seçiyorum. Tanrı ve ya Tanrıça kavramı insanın içindeki bilincin boyutları, tıpkı senin bahsettiğin üzere. İnsanın içindeki Tanrıça’nın uyandırılması, dişil enerjinin ayağa kalkması olarak düşünüyorum. Ama arkadaşım bedenlenebilenmiş bir Tanrıça olabileceğini söylüyor. Sen ne dersin?

Doğru anlıyorsam seni, tanrısal becerilere sahip olan bir varlığın insan bedeninde bu boyuta gelip gelemeyeceğini soruyorsun bana. Bir fikrim yok açıkcası. Böyle bir deneyimim ya da böyle deneyim yaşamış olan tanıdığım birisi yok. İnsan bedeni ile insanların karşısına çıkan yüksek varlıklar ya da tanrılar var mıdır diye sorarsan, yanıtım elbette olur. 

Günümüzde olur mu dersen, yine evet derim. Tanık var mıdır dersen, pek fazla yoktur derim. Dişi ya da erkek nitelikleri baskın olan tanrılar ya da tanrıçalar bedenlenebilir mi diye sorarsan yine evet derim. Bunlara ek olarak senin sormadığın bir soruyu ben sorayım: Bütün bunlara gerek var mıdır? Hayır yoktur. Bunların önemi var mıdır? Hayır yoktur. 

Tut ki bir tanrı önünde belirdi ve tıpkı lambadaki cin gibi sana, “dile benden ne dilersen,” dedi. Ne dilersin? Dünya barışı mı? Olanaksız! Ölümsüzlük mü? Tut ki başardın, ee ne olacak? Bilgelik mi, erdem mi, kalp huzuru mu? İşte bunu verecek bir lamba cini da tanrı da yok. Bu Kadir-i Mutlak Tanrı’nın bile seni kendi özgür iradenle başbaşa bıraktığı alan. Burası Sırat Köprüsü. Dolayısıyla karşında beliren bir tanrı ya da tanrıçadan “bencilce” bir istek haricinde gerçekten ne isteyebilirsin ki? Eğer böyle bir varlık Diogenes’in karşısına çıksaydı sence Diogenes ondan ne isterdi?

Dahası Diogenes öyle bir varlığı ne kadar önemserdi? Sence ne yapardı Diogenes? 

Peki o zaman çok basit ve net bir soru sorayım. Bu konuştuğumuz herşeyin bize günlük yaşamda ne faydası olur? Yani kadim Tanrılar varmış. Tamam. Onlar gerçekmiş. Tamam. Bilincin boyutları varmış. Ona da tamam. Tanrılık bir bilinç boyutuymuş. Ona da peki. Peki ya bu bilgi benim ne işime yarayacak? Ayrıca ben kime dua etmeliyim şimdi? Ne istemeliyim ya da istememeliyim?

Tanrıların olmasının ya da olmamasının sana bir faydası olacağına inanmıyorum. Elbette amacın onlarla pazarlık yapıp dünyevi bir şeyler elde etmek değilse… Fakat bilincin halleri için aynı şeyi söyleyemem. Bilincin halleri her şey demektir. Eğer bilincin hallerini kullanıp, Hakikate doğrudan temas edebilirsen, o zaman Kadir-i Mutlak’a kavuşmak mümkün olur.

 Doğru bilinç halleri yalnızca içinde yaşadığımız bu hayatta Mutluluğa ulaşmamızı sağlamakla kalmaz aynı zamanda Kadir-i Mutlak’a doğru olan yolculuğumuzun hedefine varacağını garantiler. 

Kime dua edeceğin konusunda da sana bir öykü anlatayım (aslında Hindu kahraman Arjuna’nın hikayesi ama anonim anlatayım): Bir gün en iyi okçuyu belirlemek için ülkenin her yerinden gelen okçular için bir yarışma yapılır. Bu yarışma için, rüzgarlı bir günde uzun bir direğe kağıttan büyük bir balık asılır ve okçulardan bu balığı vurmaları istenir. 

En iyi okçu bile balığı zar zor vurmayı başarır. Bununla birlikte okçulardan bir tanesi balığın gözünü vurmuştur! Bu inanılmaz bir şeydir. Ustalar bu okçulu karşılarına alır ve onu sorgula çekerler. Böyle rüzgarlı bir havada, bu mesafeden, rüzgarda savrulan kağıttan bir balığın gözünü vurabilmeyi nasıl başarmıştır. Okçu şöyle söyler: 

“Nişan almadan önce balığın gözünü gördüm. Bir süre sonra tüm dikkatimi balığın gözüne verdim ve balığın gözünden başka bir şey göremez oldum. Derken balığın gözü büyüdü, büyüdü ve tüm evreni kapladı. Hal böyle olunca da okumu nereye atarsam atayım balığın gözünü vurmam kaçınılmazdı; çünkü balığın gözünden başka bir şey yoktu.” 

Aynı mantıkla Hasan, eğer senin için Tanrı’dan başka bir şey yoksa, o zaman istersen duanı neye yönlendirirsen yönlendir fark etmez. Şemsi Tebrizi’nin bir hacı adayına dediği gibi: “Boşuna Kabe yollarına düşme, çevremde tur atıver hacı olursun. O ev (Kabe) kuruldu kurulalı Allah onun içine bir kere bile girmedi; ama bu fakirin gönlünden bir gün bile çıkmadı.” 

Eğer her şey O ise, istenecek ya da istenmeyecek ne var ki? 

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...