Kabukta güçlü görünmek için çekirdekteki kudretinden vazgeçtin..

Başlarda bu stratejin tuttu, gücünle beğeni-ilgi-sevgi-saygı topladın, “ancak bu güç seviyesinde olursam edinirim” zannettiğin şeyleri elde eder oldun.

Sonra kabuğa daha fazla yatırım yaptın, belki çekirdeğinden daha çok çalarak, belki de başkalarının enerjisini kendine bağlayarak, ama her şekilde içini güçlendirmeyi yine unuttun.

Ve böylece bir zaman bir yerlerde, yaşamın en büyük anayasalarından birini öğrenmek zorunda bıraktın kendini: İçerde ne varsa, dışarda o var.

Kabukta güçlendin, ama içinde zayıflattığın çekirdeğin dış dünyana yansımaya başladı, çünkü içerde ne varsa dışarda o vardı.

Gördüğün alalade şeyler bile seni zayıf hissettirmeye, gücünü test eder gibi davranmaya başladılar. İnsanlar, olaylar, gelişmeler.

Bunu kendinin yarattığının ne farkındaydın, ne de bunun sorumluluğunu alabilecek kadar samimiydin. Henüz samimiyetin en büyük güç olduğunu, asıl aradığın güç olduğunu bilmiyordun.

O nedenle de dışarda gördüklerine saldırmayı, onları manipule etmeyi ya da kabuğu daha da güçlendirmek için çekirdeğinden daha da uzaklaşmayı tercih ettin.

Merkezine kendi rızanla dönebileceğin son aşamayı da ne yazık ki böylece es geçmiş oldun. İçten içe kendine, yolunun doğru olduğunu telkin etmeye çalışsan da daha da içerde bir yerlerin kavrulmaya başladığını hissetmeye, söndürülemeyecek yangınların, durdurulamayacak tsunamilerin yaklaştığını işitmeye başladın.

Odağını ne kadar dışarıya verip savaşını, stratejini devam ettirmeye çalışsan da aklın sürekli içerde başlayan yangınlara, depremlere çeliniyor, dikkatin içeride kaldıkça dışarıda kurduğun sistemin de çatırdama sesleri artıyordu.

Bu ne kadar devam etti tam bilemedin, çekirdekle kabuk arasında yarattığın ayrışmanın, yok saymanın getirdiği afetler ne kadar devam etti, neye mal oldu önceleri anlayamadın.

O yağız güçlü kabuğunun nasıl oldu da içerden gelen bir atağa bu denli kolay ve çaresizce teslim olduğunu anlayamadın.

Anlayamadıkça deliresin geldi, ama delirecek gücün bile kalmadığını farkettiğinde sadece ağlayabildin, belki saatlerce belki günlerce ya da yıllarca.

İstisnasız her yeri ele geçiren çaresizlik ve takatsizlik hissi duygusal bir felç gibiydi, asla bedeni terk etmeyen ve baska bir his hareketine de izin vermeyen. Ve sen ağlamaya devam ettin.

Ağlarken ve hareket edemezken ve istemsiz teslimiyetlerin içine düşerken en ağırı da o güçlü kabuğunla yarattığın herşeyin yıkılıyor oluşunu canlı canlı izlemekti, müdahale edemeden, durun diyemeden, ve her yıkılanla yeniden ağlamaya devam ederken.

Bunun asla bitmeyeceğini, bu zülmün tarifsiz acılarıyla beraber gelip içine sonsuza kadar yerleştiğini zannettiğin bir an geldi. Geçmesini umut etmeyi bile bıraktığın, zihninde bundan nasıl çıkarım diye düşünen son dosyanın bile solup gittiğini bir an.

O an herşeyin, her hissin, her algı ve düşüncenin anlamsızlaştığı bir halin içine girdin, daha önce olsaydı bu hali yargılardın, beğenmezdin. Ama bu sefer ne ilginç ki, bu anlamsızlık halinin içinde seni iyileştiren incecik bir his işittin.

Sanki kilometrelerce betonun altından duyulan bir kalp atışının sesi gibi. Sanki milyonlarca ağacın arkasından bir ceylanın nefes alışverişinin esintisi gibi.

Ve o an hiç beklemediğin, ummadığın ve belki asla hayal bile edemeyeceğin birşey oldu.

Kabukla çekirdeğini ayrı ayrı algılayamaz hale geldiğini farkettin, neresi için neresi dışın, neresi sen, neresi ben, neresi O ayırt edemedin. Herşeyi ele geçiren felcin, içinde herşeye genişlediğini anladın, yıkılan herşeyle tüm boşluklarının tıka basa kendi deneyimlerinle dolduğunu farkettin.

Boşluk bitmişti, boşluk var zannederek kendini diğer herşeyden ayırdığın algın tamamen erimişti. O erirken her bir zerreye erişimin doğal bir hakka, kolay bir bilek hareketine dönüşmüştü.

“Diğer” olarak algıladığın herşey sanki senin tenindeki bir kaşıntı, ensendeki bir ter damlası, saçında dolanan bir esinti gibi şimdi ve buradaydı.

Ve böylece yaşamın içindeki en ufak kalp atışı bile senin kalp atışın oldu, hiç görmediğin yerlerde açan çiçeklerin neşesi senin sevincin oldu, bir bulutun homurdanışı senin gözyaşın oldu.

Sonra içinde bir anda yükselen bu his yüzündeki tüm kasları istemsiz gülümsetti. Bu kontrol etmeden deneyimlediğin ilk gerçek gülümsemeydi. Bunu farketmek gözlerini yaşarttı. Gözlerine bu tatlı umudun yaşı dolarken, uzaklarda bir köylü tarlasını sulayacak bir pınar keşfetti.

Ve artık biliyordun : İçerde ne varsa dışarda o var.

İçerde sen varken, dışarda sen olmayan hiçbirşey kalmamıştı..

Oğulcan Aksoy

Oğulcan Aksoy