Yolun başında; konuya olan ilgi ve merakımdan dolayı Sevgili Sonsuz’un; “okuyup, eleştirisini yazar mısın?” diyerek verdiği kitap… Ve elime geçtiği andan itibaren bir araya gelmeye başlayan “yap-boz”un parçaları, bu yolculuğun yönünü bambaşka ufuklara çevirdi.

Kitabın adı “Holistik Evren Tasarımı”, Kasım 2004 basımı, yazarı Sevgili Aydın Arıtan.

Kitabı eleştirmek bir yana, sevdim! Bence mutlaka okumalısınız. Yepyeni fikirler, yepyeni bilgiler, eski yeni idea’lar içeriyor. İşte Kerem’ce “Holistizm”:

Holografi Teknolojisi’nin keşfiyle yaşanan gelişimin bilime, felsefeye yansıması ve Kuantum Fiziğiyle birleşimiyle ortaya çıkan bir kavram Holistik Evren, yani “Bütünsel Kainat”: “Öz”de her şeyin “Bir” olduğu ve her şeyin o “Bir”in ışığından yansıdığı düşüncesi…

Sayın Arıtan’ın anlatım tarzı, cümlelerini çoğul kuruşu bende bir -izm’le karşı karşıya olduğum hissi uyandırdı ve bu yüzden de Holistizm başlığını kullandım. Şimdi beni bu fikre götüren cümlelerden bir kaçına bakalım diyecektim ki, kitabın girişindeki ibare birden aklıma geldi:

Yayınevinin izni olmadan, kısmen veya tamamen hiçbir yolla kopya edilemez, çoğaltılamaz ve dağıtılamaz!

“Oldu mu ya” dedi böğründe duran baltaya Telli Kavak…
Ne şiirdir, gerçi ortasından girdim ama… Aydın Gün’ün ellerine, yüreğine sağlık ne güzel yazmış… Okumuş olanlar bilir tadını; çok şanslı olmalıyım ki rahmetli Hocam Haluk Kurdoğlu’ndan derste dinleyebilmiştim. Neyse konuya dönelim..

Her şeyin, herkesin, hatta zamanın “BİR” ve “O AN”da olduğunu bilimsel ve felsefi dayanaklarla ortaya koyan Sevgili Arıtan, nedense bu bilginin serbestçe paylaşılmasına izin verememiş. Bir bildiği vardır elbet, her nekadar savunduğu fikir “Var olan her şeyin herkese ait ve ortak paylaşımda olduğu, ona göre hareket edilmesi” olsa da bu düşün adamının, ticari kaygılar duyması pek Holistik bir yaklaşım gibi gelmedi bana. Gerçi her ürünün kopyasını çıkarıp satarak hırsızlıktan para kazananlar varken etrafta, haksız da sayılamaz hani.

Belki de “Holografi Teorisi” ve “Kuantum Fiziği”ni İslam’la sentezleyen Sevgili Ahmet Hulusi’nin kitaplarında tam tersi yazdığından (alın, dilediğinizce PAYLAŞIN) yadırgadım..! Madem alıntıya izin yok, ben de anladığımı anlatabildiğim kadar aktarırım ve de başka kitaplardan beslenerek…

Aslında “Holistik Evren Tasarımı” adlı kitap biter bitmez merak ettiğim bir diğer kitabı aldım. “KABBALLAH” (Bunu da Sevgili Reiki Hocam Gülüm Omay önermişti.) Ne garip; Yahudi Mistisizmi olan Kaballah öğretisi (İ.S.100-1000 tarihleri arasında temelleri atılmış) bilimin bugün “Holografi Teorisi” ve “Kuantum Fiziği” yoluyla açıkladıklarını o zamanlardan farketmiş ve anlatıyor. Bu aralar pek bir moda, duymuşsunuzdur Madonna’nın da aralarında bulunduğu pek çok ünlü Kabbalist oldu, bunu göstermek için de bileklerine kırmızı ip bağlıyorlar.

Nasıl ki Mevlana Kur’an dan yola çıkıp bambaşka ufuklara açmıştı ellerini ve yüreğini; Kabbalistler de Tevrat’tan yola çıkarak oluşturmuş “Kaballah” öğretisini. Fikir edinmeniz için küçük bir örnek vereyim :

Evrenin en küçük kopyası olarak insan, içinde sadece yaratılışın imlerini değil aynı zamanda Yaratıcının özelliklerini de taşır. İçerdiği özden dolayı her birey kozmik güçlere geçit konumundadır ve eğer dilerse, içindeki Tanrısalla Dünya yüzeyindeyken iletişim kurma olanağı vardır. Yaradılış yasasının düzeyindeki bu bilinç durumu ona Tanrısalı tanımak ve onun tarafından tanınmak için olanak sağlar.

Isaac Newton şöyle yorumlamış Kabbalist söylemleri:

“Platon, Yahudilerin çokça bulunduğu bir sırada Mısır’a gitti; onların üst varlıklar ve tüm şeylerin biçimsel nedenleri üzerine metafizik görüşlerini öğrendi. Kabbalistler buna Sefirat, Platon ise İdea adını veriyordu.”

Bilirsiniz Platon’un (Eflatun) “İde”ler Felsefesini:

Şu meşhur; mağarada oturup arkasında yanan ateş sayesinde duvarda oluşan “yansımalar”ını seyredip, gölgesinin aldığı şekilleri “gerçek” diye niteleyen Neandarteller(insansı) hikayesi… Yani eski BİZ! Işık maddeye vuruyor, madde ışıktan ihtiyacı olanı alırken kalanı duvara yansıyor ve bir gölge oluşuyor. İşte Holistik Evren’in işleyişi… Hayret edilecek bir şey değil mi? O ateşi keşfe çıkıyoruz şimdi ve bu sistemin bugün nasıl açıklandığına…

O zamandan ne zamanı görüyormuş Eflatun. Ne dersiniz, üçüncü gözü mü fazla açıktı? Yoksa kendisi bir “Homo Novus” (Yeni İnsan) muydu?

Peki ya Holistizm ne ad vermiş buna üstün fizikçilerin de desteğiyle? Bildiğimiz Fiziğin karşısına Metafizik, ötesine Kuantum Fiziği denk düşerken.

Önce “Kuantum Fiziği”ne kısaca bir göz atalım:

“Kuantum” yani “Parçacık”(en küçük parça). Kuantum Fiziği sayesinde bilim insanları artık diyor ki; “atomu böldük, içinde nötron ve protondan oluşan bir çekirdek ve onların etrafında dönen elektronları gördük.”

Biraz daha derine indiklerinde, bu küçük yapıtaşlarının birbiriyle olan ilişkilerinin değişken bir boşlukta gerçekleştiğini keşfetmişler. Daha doğrusu; elektronların, bir bilince göre hareket eden bir parçacıklar bileşkesi içinde etkileştiklerini. Daha da ilginci bu parçacıkların mesafeye bağlı olmaksızın iletişim halinde olduklarının keşfi.

Makro Evrende olup bitene benzemiyor mu Mikro Evrendekiler? Güneş, Proton ve Nötron’dan oluşan; yörüngesinde de irili ufaklı 10 Elektronu (Marduk dahil) bulunan bir atom çekirdeği örneği olabilir mesela ve bütün o sistem aynı havuzda yüzüyor, 5 duyumuzla “boş sandığımız” uzayın içinde. Ama bilim bugün, boşlukta olmadığımızı söyleyebiliyor!

Yine Mikro Evren’e dönelim;

Nötron ve Proton’u evli bir çifte, içinde yaşadıkları evi de atom’un çekirdeğine benzetirsek, elektronlar da evin etrafında durmaksızın koşturan haylaz çocukları oluyor ve kuantum parçacıklarından oluşan boşluk da (Hava gibi) tüm evi ve aileyi kapsıyor. Yani “Bütün aile” farkında olmasa da kuantum parçacıklarının içinde yaşıyor ve nereye giderlerse gitsinler birbirleriyle mobil ötesi iletişim halindeler; hatta telepatik.

Peki boşluk yoksa orada olan ne, ya da salınan..? Haydi, elinizi yüzünüze doğru bir iki sallayın bakalım, size ne çarpacak? İşte burada Platon’un sözü diyor ki; bütün o var saydığınız maddesel evren bu küçük parçacıkların salınımı sayesinde “İde”lere(maddesel fikir) dönüşüyor. Bir çeşit Fotosentez gibi. Yani, Allah’ın Nur’u alev oluyor, alev’den maddeye, maddeden de mağaranın duvarına yansıyor. Sonra da beyinlerimiz yansıyanları adlandırıp; bunlar gölgedir diyor. Doğrusu uzun zamandır çoğunluğun haberi olmasa da her dönem bu gerçeği birileri bilmiş; Platon gibi, Mevlana gibi, Yunus Emre gibi. Ne demiş Yunus: “Bir BEN var BEN’den içeru.”

Bilimsel karşılığıysa; bir “üst bilinç”ten yansıyan ışık(foton) sayesinde ne yönde salınacağı belirlenen kuantum parçacıkları, elektron, nötron ve proton’ları etkileyerek maddenin yazılım sürecini tetikliyor(Holografi Yazılımı). Beyinlerimizse o maddeyle karşılaştığında algıladığı verileri tekrar sinirsel, kimyasal,  elektriksel kodlara dönüştürüp Holografik hafızasına iletiyor. Kah Oksijen’den Karbondioksit, kah Karbondioksit’ten Oksijen üreten bir bitki gibi. Sahi, çiçeklerin karar vermesini sağlayan unsur da ışık ve ateş(Güneş) değil midir? Demek ki bu düzende herhangi birşeyin “OL”ması için Allah’ın Kuantum denizine Nur’unu yansıtması yeterli…

İşin içinden çıkılmaz görünen yanıysa, Kuantum parçacıklarının gözlemleyene göre hareket etmelerinden dolayı hiçbir zaman doğal işleyişlerinin tarafımızdan bilinemeyecek olması. İşte bununla ilgili bir görüş:

Elektronların nasıl hareket ettiklerini hiçbir zaman öğrenemeyiz. Çünkü, bir bilinç onlara bakmazken elektronlar doğal halde hareket ediyorlar; ancak dışarıdan (örneğin mikroskopla izlendiklerinde) müdahale edildiklerindeyse hareketlerini değiştiriyorlar.  İgor BOGDANOV

Evet evet doğru anladınız, sistemi tersinden işletebilirseniz, onlara hükmedebilir ve birçok şeyin varlığını değiştirebilirsiniz. Maddeyi şekillendirebiliriz her birimiz. Aslında bunu her an hepimiz yapıyoruz.

Kuantum Düşünce de tam burada devreye giriyor, bir çeşit anten mi olacaksınız yoksa olaya müdahil mi? Aslında hepimiz biliyoruz ki anteni olmadan ne televizyon, ne radyo, ne de telefon çalışır! Reiki bu manada insanlar için keşfedilmiş bir antendir mesela. Almayanlar; Show TV, ATV, Kanal D ve TRT gibi birkaç ana kanalı izlemekle yetinmek durumundayken, Reiki kanalı açılanlar (inisiye olanlar) birden bire uydu anteni takılan Plazma TV’ye dönerler.

“Matrix” ticari bir film miydi yoksa Wachowski kardeşlerin birşeyler anlatma çabası mı? Veya her ikisi de. Ne diyordu Kahin Neo’ya ikinci bölümde: “Sen bu Dünya’ya seçim yapmaya gelmedin , onları çoktan yaptın ve şimdi sebebini anlamak için buradasın.” Tanıdık değil mi bu cümle? Karma Felsefesi; yani neyi ve neden yaptığınızı iyi düşünün!

Bu bilgiler ışığında Kuantum Düşünce’de hareket noktası; Nötron, Proton ve Elektronların hareketlerini Kuantum denizinin yönlendiriyor oluşu ve her birimizin irademizle o denizi dilediğimiz gibi programlayabileceğimiz gerçeği.

Peki nedir ve nerede o güç? Bizim rolümüz ne onun ortaya çıkışında ve işleyişinde? Madem hepimiz birer dördüncü boyutuz (Ben değil Einstein öyle diyor.); aradığımız diğer boyutlar da içimizde mi dersiniz?

Ve sahne sırası Einstein’da “İzafiyet(Görelilik)Teorisi” ile. Hemen hatırlayalım bu teoriyi, yine basit bir örnekle.

Aynı otobanda ve aynı yönde, saatte 20 km süratle giden bir Kamyon ve yanından 300 km süratle geçen bir motosiklet getirelim gözlerimizin önüne.

Zaman ve Mekan iki araç ve içlerindeki insanlar için aynı olmakla birlikte;

O an kamyonun içindeki şahısa GÖRE; yanından bir cisim geçecek ve ne motosikleti, ne de üzerindeki kişiyi göremeyecek, görse de ayrıntıları algılamaya fırsatı olamayacak.

(Çok daha hızlı geçen bir cisim görünmez)

Öte yandan Motosikletin üzerindeki kişiye GÖRE ise; Kamyon ve içindekiler hareketsiz, durağan görünecektir. Yani aynı zaman ve mekanı farklı algılarla yaşayacak ve kullanacaklardır, hem de birbirileriyle etkileşerek. Bu durumda işin içine bir 4 üncü Boyut ekleniyor diyor Einstein: “Gözlemci Bilinç”

Biliyorum “E hadi artık, bu Holistizm de ne ola ki ?” diye sorar şimdi Sevgili Editörüm Sonsuz..

Tamam, aşureye biraz da onlardan katalım ki tadından yenemesin..

Hologram, Holografi Teorisi, Holistik Evren..

AZ SONRA …!!!

 

“Arayın bulacaksınız; Dileyin gerçek olsun” kim kurmuştu bu cümleyi ???

Veya, “Düşündüklerinize dikkat edin, gerçeğe dönebilir..”

Sahi, neden dua eder insanlar?

Gerçi bugüne kadar var olmuş türlerimiz “Homo Sapiens de dahil olmak üzere” artık biliyoruz ki

sadece “İnsansı”lar..

Biz Homo Sapiens’lerin kullanım süresi doldu, değişim başladı; Homo Novus geliyor, hatta geldi.

Ama sanmayın ki Homo Novus son tür, İNSAN’ın evrilişi yeniden Adem(ADAM) olana dek sürecek..

Neyse bu ilintili olsa da bambaşka bir makale konusu ama yine de bu yazımın içinde ve sonunda

“Homo Novus”la ilgili bölümler olacak..

Ve gelelim “Holistik Evren” kavramına; manası başta da işaret ettiğim gibi “Bütünsel Kainat”.

Bu tanımlama için “Hologram Teknolojisinin Felsefi yansıması”dır diyebiliriz.

Doğal olarak sorular peş peşe gelecek aklınıza.

E yanıtlayalım.

Hologram(Bir kayıt tekniği):

İki boyutlu fotoğrafın çok ötesinde, lazer(ışın) kullanılarak yapılan bir görüntü kaydetme tekniği ama öyle bir özelliği var ki akıllara zarar.

İşin özünde kayıt ediş biçimi yatıyor.

Kaydı saklanacak cismin görüntü şekli değil, görüntüsünü oluşturan bilgi(frekansları) yazılıyor hologram plakasına; ayrıca bu yöntemle bir plakaya sonsuz sayıda kayıt yapabiliyorsunuz farklı açılar kullanarak.

Daha sonra aynı açıyla o tabelaya lazer yolladığınızda kayıt ettiğiniz bilgi gün ışığına çıkıyor.

Çok daha ilginç ve önemli bir özellikse, bir hologram tabelasını ne kadar küçük parçalara bölerseniz bölün, o küçük kısımda bütünün bilgisi saklı kalıyor ve doğru açıdan ışın geldiğinde yeniden ortaya çıkıyor.

Şimdi beynimizin nasıl olup da o kadar bilgiyi sakladığını bir düşünün? BİNGO!

Ve tabii her bir hücremizin içinde bulunan ve vücudumuzla ilgili tüm genetik bilgiyi saklayan mini minnacık DNA sarmallarımızın hafızalarını da..

Bu teknolojiyle çalışan bir bilgisayarınız olsa?

Veya bir mobil telefon..

Yani “sonsuz” bellekli..

Hologram deyince nasıl bir şey canlandı gözünüzün önünde?

Merak eden, görmek isteyenler için bir adres vereyim..

En basit örnekleri, farklı ebatlarda, İstiklal Caddesi üzerinde Beyoğlu Beyoğlu Sineması’nın olduğu pasajda,

(Halep Pasajı) Sevgili Ferhan Şensoy’un tiyatrosunu geçince soldaki mağazada sergileniyor..

Aynı çerçeveye farklı açılardan baktığınızda içinde farklı farklı cisimler, yüzler görebiliyorsunuz..

Hatta üç boyutlu olduklarından ve aşırı gerçek göründüklerinden olsa gerek, ilk karşılaştığımda aklıma, çok sevdiğim insanların holografik birebir tablolarını yaptırmak geçmişti içimden, onları ölümsüzleştirmek adına.. Epeyce maliyetli olur herhalde..

Ama değer!

İçimizden birileri mutlaka; dijital makinemle fotoğrafımı çeker, bilgisayarıma atar, dilediğim değişikliği yapar, dilediğim zaman hasret gideririm diyecektir.. Ama iki teknik arasında gerçekten uçurumlar var..

Bir kere Holografi üç boyutlu ve hareket edebiliyor.

Eminim bilim-kurgu filmlerinde rastlamışsınızdır..

Hani evin içinde salonun ortasında dans dersi veren ama aslında orada olmayan, ışıktan(holografik) hocalar olur ya..

Fotoğrafla Hologram arasındaki fark yukarıda açıkladığım gibi, nüans falan değil, epeyce büyük!

Umarım Hologram’la ilgili kaba da olsa bir fikriniz oluşmuştur.

 

Beyinlerimiz nasıl oluyor da karşılaştığı her bilgiyi saklayabiliyor?

Cevabı Holografik kayıt sistemi vermiş oluyor..

Biz farkında olmasak da durmaksızın kayıt yapan bir cihazı başımızın içinde taşıyoruz..

Ve bugün artık bilim, beyinlerimizin kayıt yaparken Hologram Tekniğini kullandığını söyleyebiliyor.

Hatta Sevgili Aydın Arıtan kitabında bir cihaza benzetip, ona bir çeşit “Transformatör”(Dönüştürücü) demiş..

Haksız da değil..

Eldeki verileri birleştirelim,

Koyulalım malzemelerimizle yemeğimizi yapmaya..

Neyimiz var: “Kuantum Fiziği”, dolayısıyla “Kuantum Düşünce Tekniği”

Ve “Holografi Teorisi” dolayısıyla “Holistik Evren”.

Yine basit bir örnekle; diyelim ki ağzınıza bir parça muz attınız.

Ne o hemen kokusu burnunuza mı geldi yoksa???

Peki bu nasıl oluyor?

Olayın başına dönersek;

Dilimiz muz’un içerdiği kimyasallarla etkileşime giriyor ve oluşturduğu muz sinyalini beyine ulaştırıyor, aynı sırada burnumuz bu işlemi Muz’un kokusu; gözlerimiz rengi, ebatı ve elimiz de şekli, katılığı için yapıyor. Beynimize ulaşan tüm bu elektriksel ve kimyasal bilgi, holografik belleğe MUZ olarak işleniyor.

İsterseniz Holografik kaydınızı hemen kontrol edebilirsiniz.

Kapayın gözlerinizi ve bir muz hayal edin(veya sevgilinizi gözünüzün önüne getirin)..

Mis kokusu burnunuza gelecektir..

Limon dendiğinde irkilenler vardır mesela..

Neden?

Çünkü beyinlerinde limon’un holografik kaydı yapılırken araya bir de duygusal şema sıkışmıştır genellikle,

Limon=Ekşi gibi..

Bilinçaltı sorgulamadan kayıt ettiğinden siz iradenizle müdahale etmediğiniz, kayıtları değiştirmediğiniz sürece Limon gördüğünüzde ağzınızda garip bir tat belirecek ve suratınız ilginç bir şekil alacaktır..

(6)Aslında bu süreç otomatik olarak hemen her gece rüyalarımızda da işlemiyor mu?

Gerçeğinden bile daha güzel anlar yaşadığınız, hissettiğiniz olmadı mı hiç uyurken?

Peki nasıl oluyor???

Bilgisayar teknolojisi ürünü olan sanal aşk oyunlarından iki önceki yazımda bahsetmiştim, şimdi ufukta yeni nesil “kıyafetli oyunlar” var..

Yani bilgisayar başında olmanıza rağmen, giyeceğiniz kıyafet, takacağınız bir kaskla beyni yanıltarak gerçekten içindeymişcesine oynayacağınız oyunlar..

Hatta tatiller..

Hatta flörtler..

Hatta sevişmeler..

Hatta siz İstanbul’da, sevgiliniz Honolulu’dayken bile..

Ve daha aklınıza ne yapmak geliyorsa, beyni yanıltma üzerine kurulu olan sanal alemde mümkün..

Yakın bir zamana kadar tüm varlığı beş duyumuzla sorgulayan filozofların eline bilim insanları ve mistikler işte böylesine bambaşka doneler verdiler..

Nasıl mı?

Kimisi laboratuvarlarında kimisi de Meditasyon sırasında…

Mesela bir başka kapasitesini zorlayan beynin sahibi  Sigmund Freud aynı dönemde, insanın aslında sandığı kişi olmadığını ortaya koyuyor; “Bilinçaltı” kavramıyla..

Beyinlerimizin, otomatik çalışan, öncelikle sorgulamadan sadece kaydeden, böylece duygusal şemaların gelişmesine olanak sunan, birer cihaz olduğunu söylüyor.

Neyseki bugün NLP(Nöro-Lenguistik Programlama) sayesinde, beynimizin evriliş sürecine katkıda bulunabiliyoruz.

Aslında psikolojik problemlerimizin neredeyse yüzde 99’u beynimizdeki farklı kısımların eş zamanlı olarak evrilemeyişiyle ilintili.

Nasıl mı?

 

Amigdala(Bilinçaltı işletim birimi) çok uzun zaman önce evrildiğinden dolayı, yeni doğan bir bebekte bile neredeyse yüzde 99 kapasiteyle çalışır durumda hazır oluyor.

Oysa sonradan evrilmeye başlayan Neokorteks(Bilinç) maratona ancak bedenimiz 8 ila 10 yaşına geldiğinde tam kapasiteyle katılabiliyor. ŞİMDİLİK!!!

Dolayısıyla arada geçen uzun zaman sürecinde bilinçaltı işletim sistemimiz, bilinçsizce(muhakeme yapmadan) durumlara tepki veriyor.

Amigdala herhangi bir “şey”le karşılaştığında hemen hafıza deposuna başvuruyor(Hippocampus)

ve şu sorulara cevap arıyor:

Bu nedir? Daha önce karşılaştık mı? Karşılaştığımız iyi veya kötü herhangi bir şeye benziyor mu?

BİZ’e(Organizmaya, Bedene) zarar verir mi?

Bir tehdit söz konusu mu? “Duygusal(Korku vs..) veya maddesel(Fiziksel acı vs..) farketmez.”

Amigdala’mızın görevi her türlü tehlikeye karşı tetikte olmaktır.

Bir çeşit erken uyarı sistemi.

Ve”tehlike var” kararını aldığı anda bedenin bütün karakol ve hastanelerini alarm durumuna geçiriyor, kaslara adrenalin pompalanmasını sağlıyor ve her birime savaş pozisyonu aldırıyor!

Amigdala bütün bu işlemi saniyenin binde biri gibi çok kısa bir sürede ve beş duyudan gelen tüm bilginin sadece yüzde beşiyle yapıyor.

Bu yüzdendir ki ilk tepkilerimizi(Özellikle duygusal olanları) bertaraf etmeli ve Neokorteks’in devreye giriş sürecini beklemeliyiz. 1.. 2.. 3.. 4.. 5..!

“Bilinç Uyanıklığı Tekniği” için bakınız:(Duyguların Simyası – Tara Bennett Goleman)

Sahi, Oruç ne için tutulur???

Ama tabii ki bu, bunu yapmayı isteyenler için geçerli..

Psikologlar neden çocukluğuna döndürür insanları???

Aslında hiçbirimizin içinde çocuk falan kalmaz ileriki yıllarda lakin henüz bilinçlerimizin çalışmaya başlamadığı çocukluk yıllarımızda “Amigdala”larımızın organizmayı korumak adına geliştirdiği basit işletim sistemleri (Duygusal Şemalar), diğer bütün varlıklarla ilişkilerimizi, yani hayatımızın tümünü etkiler!

Eğer müdahale edilmezse de ömür boyu “huylu huyundan vazgeçmez..”

Lakin “Can çıkar huy çıkmaz” diye bir şey olmadığını sanırım yeterince açık anlattım!

Zamanımız çocuklarının daha zeki olduklarından bahsedilir..

Aslında üstünlükleri, evrilmeye devam eden insan beynindeki neokorteks(bilinç) kısmının çok daha erken yaşlarda tam kapasiteyle devreye giriyor oluşundan başka bir şey değil.

Düşünsenize bir gün bebeklerin bilinçli(Yüzde yüz kapasiteyle çalışan bir Neokorteks’le) doğduğunu.

Veriler birleştiğinde ortaya şu sonuç çıkıyor.

İnsan da, Evren de, ÖZ’ünde aynı kayıt ve işletim sistemiyle çalışıyor ve algıladığımız, sandığımızdan ibaret değiliz..

Öz’ünde BEN’i oluşturan atomun içinde yüzdüğü kuantum parçacıklarıyla SEN’i oluşturanlarınki aynı.

(SİM ALEM)

Einstein; çok hızlı hareket edilebilir ve ışık hızına yaklaşılabilirse zamanın yavaşladığını hatta durabileceğini ortaya koydu yukarıdaki(İzafiyet/Görelilik) teorisiyle..

Bir süre şaşkınlık yaşadı aydınlar şu çelişkiyle: Newton’cu Fizik mi, Einstein’ci Görelilik mi?

Hangisi doğruydu?

Cevap yine, ikisi de olabilir mi?

Paralel Evrenler..

İşin peşini bırakmayan isimlerden birkaçı: Max Planck, Niels Bohr, Erwin Schrödinger ve Werner Heisenberg. Kuantum Fiziğinin içine daldılar ve derinlerde çok ilginç bulgularla tanıştılar.

Atomun içindeki boşlukta; enerji salınımı, hareketli bir akış ve belirsizlikten başka bir şeyin olmadığını keşfettiler.

Peki tüm maddesel gerçekliğin yapıtaşı olan atom, içine vuran Fotonun(ışığın en küçük parçası) açısına göre değişken bir belirsizlikse, milyarlarca atom birleştiğinde ortaya çıkan Evren daha büyük bir belirsizlikten mi ibaret, yoksa bir başka boyuttaki enerji salınımı mı?

Esasında ortada belirsizlik falan yok, hiçbir şey tesadüfi değil.

Kainattaki her madde atom ve moleküllerden oluştuğuna göre(Sophi’nin Dünyası’nda onlar için muhteşem bir yakıştırma vardı;TANRI’NIN LEGOLARI) ve bu atom’un içinde de müdahil bilince göre harekete geçen kuantum parçacıkları olduğuna göre, bu parçacıklar da her an iletişim halinde olduğuna göre, herşey BİR yerde, herşey herşeyi biliyor.

Yani: İLLALLAH(Sadece Allah var)!

 

Peki biz neden bilemiyoruz?

Aslında her bir kişi seçtiği kadarını bilmekle yükümlü..!

Şimdi biraz da Evrim Teorisi ve Dini metinleri yoğurup sosumuzu dökelim yemeğimize..

Darwin, insan dediğimiz varlığın maymundan evrildiğini söylüyor ve arada insansı denilen birçok tür olduğunu.  Neandartel, Homo Erectus, Homo Sapiens bunlardan birkaçı.. (En son keşfedilense, Hobbitler olarak hayatımıza giren ve yakın zaman önce varlığı günışığına çıkarılan “Homo Floresiensis” cüce insan ırkı.)

Bazı kimselere “Evrim Teorisi” denildiğinde tüyleri diken diken olur..

Darwin’in başlangıcımız için önerdiği teorinin doğruluğu bir yana; Sevgili Dostum Timur Yiğit şu cümlelerle aktarıyor konu hakkında okul yıllarından aklında kalan, bir hocasının görüşünü:

Ben, arkeolojide okurken birinci sınıfta, Prehistorya(tarih öncesi) dersinde hocamız Prof. Arsebuk şöyle demişti:”Hiçbir bilim adamı, insan maymundan evrilmiştir demez..
Eğer adam gibi bir bilim adamıysa..
Çünkü insan türü: Hominid; Maymun türü ise: Pongid olarak adlandırılır”..
Diğer bir söyleyişle; Evrim şemasında  maymunlar “Pongid” insanlarsa “Hominid” denen farklı türlerden gelmiş ve ifade edilmiştir.

Geçenlerde benim izlediğim bir belgeseldeyse insan ve maymun genlerinin arasındaki farklılığın yüzde üç’ü geçmediği söyleniyordu..

Kimbilir; nereden, kimden evrildik???

Belki de gerçekten Anunnaki’lerin parmağı var bu işte..

Klonlayıp gittikleri iddia ediliyor baksanıza Sümer Tabletleri’ne göre:

Konuyla ilgili birkaç bölümlük bir sinema filmi yapım aşamasında;

İşte internetteki tanıtım sitesinin adresi ve oradaki yazının tercümesi.. (www.1anunnaki.com)

VE TANRI DEDİ Kİ:
SURETİMİZE VE BENZEYİŞİMİZE GÖRE İNSAN YAPALIM !

“Kutsal kitap yazılmadan binlerce yıl önce Dünya üzerindeki ilk medeniyet olan eski Sümerler, Dünya’ya gelerek kendi suretlerindeki insanlığı yaratan Tanrılarla ilgili detaylı raporlar yazdılar ve buna “ANUNNAKİ “adını verdiler.
Dünya’daki eski insanların egemenliklerinin dönümünde ise bu büyük Tanrılar (Anunnaki)
hiç bir iz bırakmadan ortadan kayboldular..

Belki de olmadılar ?

Dünya Güncesi(Earth Chronicles) başlığı altındaki yedi kitaplık serisinde ünlü bilim insanı Zecharia Sitchin’in ortaya koyduğu iddia da bu zaten. Yani yaklaşmakta olan gezegende (Marduk) bizden çok daha ilerideki bir uygarlığın var olduğu ve Maymun genleriyle oynayarak İnsansı’yı klonlamış oldukları..

Aslında, “hadi canım sen de..” demek yerine, “neden olamasın?” diyorum ben, sizi bilemem tabii..

Bugün insanlığın, gen mühendisliği konusunda geldiği nokta bile(ki bize ne kadarı aktarılıyor bilemiyoruz) ileriki günlerde Mars üzerinde bir yaşam türü yaratabileceğimiz(klonlayabileceğimiz) hayalini kurmamıza izin veriyor.

Önce “Yıldız Savaşları” sonra “Gerçeğe Çağrı” ve son olarak “X Man” serisi filmlerle(aklıma ilk gelenler) kafamıza yavaş yavaş sokulmaya çalışılan bir tür, bir kavram söz konusu..

“Mutant” ! Ne demek bu?

Mutasyona uğratılmış demek, yani değiştirilmiş.

Mesela Pitbull cinsi köpekleri insanların “savaş makinesi” olarak yarattığı söylenir, ne kadar doğru bilemiyorum çünkü hiç beslemedim ama sabıkalı oldukları kesin bu hayvanların.

Peki ya Cybirg’ler?

Robocop’lar?

Yine filmler sayesinde aklımıza sokulan, hani şu yarısı insan yarısı bilgisayar varlıklar.

Biz bunları hayal edebiliyorsak;

Belki de gerçekten yapabiliyorsak, neden daha ileri bir uygarlık bizi klonlamış olamasın?

Ki zaten bilim, Homo Sapiens’in ortaya çıkışını halen açıklayabilmiş değil..

Bugünlerdeyse Homo Novus(Yeni İnsan) var ufukta.

Konuşulmaya, anlatılmaya hatta söylendiğine göre aramızda yaşamaya başladı..

Geçtiğimiz günlerde “Naturel 2004-Beden, Zihin ve Ruh Sağlığı Festivali” kapsamındaki bir seminerde Sevgili Mine Kavalalı yeni insanı anlatırken Ben de salondaydım.

Aslında yeni insanı anlatmaktan çok şimdiki türün zaaflarını eleştirdi, paylaştı biz dinleyicileriyle ama özellikle bir konuda kendisine kesinlikle katılmıyorum.

İnsan aklının kötü ve yanıltıcı olduğunu iddia etti tıpkı 18 nci Yüzyıl romantikleri gibi..

Merak ediyorum, elinde bir metre olmazsa nasıl ölçüm yapar insan?

Ki önce metreyi keşfetmelidir.

Yani aklını ve nasıl çalıştığını..

Sahi biz neden okumayız “beynimizin işleyişi”yle ilgili?

Neden öğretilmez okullarımızda, Psikoloji, Nöroloji, Felsefe, Epistemoloji???

Düşünen insandan kim bu kadar korkmaktadır bu ülkede???

Diyelim ki bir Databank aldınız cebinize, o basit cihazı kullanmak için bile verilen klavuzu okurken, hakkında hasbelkader bilgilendiğimiz beyinlerimizi doğru ve verimli kullandığımızdan neye göre emin olabiliyoruz, araştırmadan, okumadan???

İnsan, aklı(akil) olduğu için hayvan veya bitki veya taş değildir.

Ki akıl sağlığından şüphe ettiklerimiz için bakınız: Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi..

Akıl demek, muhakeme demek!

Akıl demek “bildiğini bilebilmek” demek!

Akıl demek keşfedebilmek demek!

Aklı olmayan varlıklar da hisleriyle hareket edebilirler(Otomatik Duygusal Şemalarla)..

Ama mukayese edemezler, yani DÜŞÜNEMEZLER!!!

Kutsal Kitap’ta da aynı cümle vardır bilirsiniz.

“Onu kendi suretimizde yarattık!”

Sahi, Allah Kainatı hisleriyle mi aklıyla mı yaratmıştır?

Ve BİZ madem O’nun suretleriyiz..

Neyse kaldığımız yere dönelim.

Peki biz Homo Sapiens(Bilen İnsan)ler hangi hakla kendimize İNSAN diyoruz?

Tekamül belli ki sürüyor, evriliş devam ediyor..

 

İndigo çocuklar, Kristal çocuklar, Marduk, Foton Kuşağı, 2012 !!!

Bir zamanlar sadece İşlemsel Zeka(IQ) biliniyordu, sonra Duygusal Zeka(EQ) çıktı ortaya.

Peki ardından ne geliyor?

Psişik Zeka olabilir mi mesela?

Gelelim Sevgili Mine Kavalalı’nın farklı bakmamı sağladığı kavramları paylaşmaya:

Değişecek olan ne?

Kıyamet mi geliyor?

Yoksa KIYAM MI edeceğiz?

Nedir kıyam?

Ayağa kalkmak, ölüp yeniden doğmak, yeniden var olmak!

Ne zaman?

Mahşer zamanı?

Peki Nedir Mah/Şer???

Mah=Astrolojik olarak Ay anlamına geliyor ama edebi kullanımı şöyle:

“Aşık oldum MAH yüzüne
Mailim ela gözüne
Söylenen herbir sözüne..” Aşık Meluli (Meluli-Latife)

Hepimizin anladığı gibi buradaki kullanımı Ay gibi güzel yüz anlamında.

“Ayın 14’ünde Ay’ın görünümüne atıfta bulunularak..”

Yani çok özel bir güzelliği tarif etmek için kullanılıyor mecazi anlamda.

Şer=Kötülük, fenalık, kavga, gürültü..

Bu durumda Mah/Şer zamanı=İyilik ve Kötülüğün bir arada olacağı zaman demek oluyor.

Peki bakın bugün Dünya’nın geldiği noktaya?

Ne görüyorsunuz?

Evet 2012 bir Kıyam etme zamanı, Mah/Şer süreci çoktan başladı..

Yeniden doğacak İNSAN, evrilecek bir kere daha!!!

Her ne hikmetse Kıyamet Kainat’ın sonu gibi algılanır hep..

Oysa ki Dünya’mızın olası sonu, Kainat’ın da sonu olacağı anlamına gelmez!

Dünya Kainat’ın içinde ne kadarlık bir yer kaplar?

Vücudumuzu oluşturan yaklaşık 10Trilyon hücreden birinin yok olması bedenlerimizin yok olması mı demektir? Ki bu sürekli oluyor zaten, hergün dökülen onlarca saç telimizle birlikte kaç ölü hücremize veda ediyoruz?

Hergün kaç hücremiz için kıyamet kopuyor???

Bitişlerden bir başlangıca çevirelim merceklerimizi..

Adem yaratıldığında Allah Meleklerden ve diğer varlıklardan ona secde etmelerini istiyor.

NEDEN?

Çünkü Allah O’nu kendi suretinde ve en üstün olarak yaratıyor.

Secde etmeyen tek varlık Şeytan ve Havva’yı kandırarak Adem’in cennetten kovulmasına sebep oluyor.

Adem(ADAM) Beyaz(Irksal anlamda değil! Öyle olsa bütün peygamberler arap doğmazdı.), yani iyi olarak doğuyor, Şeytan’sa Siyah, yani kötü olarak karşısına dikiliyor!

İşte burada gözardı edilen nokta şu olmalı, Adem(ADAM) yeryüzüne İNSAN özellikleri azaltılarak indiriliyor.. Yani insansı olarak geliyor, yeniden İNSAN olana dek evrilmek üzere.

Bu yüzden en zekimiz beyninin yüzde onunu kullanabiliyor.

Bu söyleme de gıcık oluyorum aslında çünkü ortada komplekse girecek bir durum yok!

Hiçbirimiz geri zekalı falan değiliz!!! Sadece yanlış ifade ediliyor!

100 fonksiyonlu bir cep telefonunuz varsa ve siz onu sadece konuşmak için kullanmayı seçiyorsanız bu telefonun eksikliği değildir ve onun yüzde bir kapasiteli olduğu manasına gelmez!

Telefon yüzde yüz kapasiteyle fabrikadan çıkar!!!

Fabrikasyon hatalılar hariç..(Ki onların da Karma Felsefesince seçimleri bu olduğundan yadırgamamak lazım) Beyin kapasitesinin ne kadarını kullanacağı o insana ve şartlara bağlıdır..

Adem’in, tekamül sürecinde nereye oturduğunu bilemem ama Homo Saphiens, yani bizim türün en beceriklisi bile maalesef yüzde on’la yetiniyor, lakin değişim de gelişim de kaçınılmaz.

Sakın yetinmeyin ve geri kalan yüzde doksanlık kapasiteyi zorlayın!

Orada, beyninizin içinde duruyor çünkü , kullanıp kullanmamak sizin seçiminiz!!!.

Değişmeyen tek şey değişimin kendisi, yani evrim sürüyor!

Bolca çiğ et yediğimiz geçmiş zamanlarda 44 dişimiz varmış, kendimi bildim bileli insanların diş sayısı 32 sanırdım, şimdiyse yeni yetişen nesilde 30 dişe indiğini öğrendim, sebebi de beslenme alışkanlıklarımızdaki değişim..

Daha da ilginci DNA’sı üç sarmallı doğmuş çocukların keşfi..

Şimdiye kadar bilinen iki sarmallı DNA’mız olduğuydu!!!

Ama yeni bir nesil Işıyor artık Kuantum Denizinde..

Adem Dünya’ya gönderilmeden önce tüm varlıkların önünde secde edeceği bir varlıkmış Kutsal metinlere göre, herhalde DNA’sı 12 sarmallı falandı ve beyninin yüzde yüzünü kullanma kapasitesi vardı..

Gerçi kullansa Havva’ya uyar mıydı orası muamma..

Bakalım mı yine Diyanet İşleri’nin çevirisiyle Kur’an’da geçen Adem’in(ADAM) üstün kılınışıyla ilgili sözlere? Acaba neden defalarca söylenmiş!

Özellikle Isra suresi 70 inci ayete dikkat !!!

Ve o vakit meleklere: “Adem için secde edin!” dedik, derhal secde ettiler. Ancak İblis dayattı, kibrine yediremedi, zaten o kafirlerden idi. (Bakara 34 )

Gerçek şu ki, önce sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere:

“Adem’e secde edin!” dedik; hemen secde ettiler, ancak İblis secde edenlerden olmadı. (Araf 11)

Meleklere: ” Adem için secde edin!” demiştik; derhal secde ettiler, fakat iblis:”Ben, bir çamur halinde yarattığın kimseye hiç secde mi ederim!” dedi. (Isra 61)

Andolsun ki: Biz, Adem oğullarını üstün bir şerefe mazhar kıldık; karada ve denizde binitlere yükledik ve güzel güzel nimetlerle besledik; yarattıklarımızdan çoğunun üzerine geçirdik. (Isra 70)

Yine o vakti hatırla ki, meleklere: “Adem için secde edin!” demiştik, hemen secde ettiler, ancak İblis cinlerden idi Rabbinin emri dışına çıktı. Şimdi siz beni bırakıp da onu ve soyunu kendinize dost mu ediniyorsunuz? Onlar size düşman iken! Zalimler için ne kötü bir değişme! (Kehf 50)

Kabballah’sa Adem’in üstünlüğünü böyle izah etmiş:

Efsaneye göre tüm melekler ve tüm hayvanlar, hepsi Adam’a(Adem) kendilerinden özsel bir parçayı vermek istediler,(zira) tüm evrenin minyatür bir yansıması olarak ancak o(Adam) tüm yaratıma bağlanıp, onu yükseltebilirdi, ya da tam tersi..

Bundan dolayı ancak onun(İnsan) tarafından yapılan her bir edimin çok güçlü etkileri olabilmektedir.

Adam, İyiyi ve Kötüyü Bilme Ağacı’ndan yediğinde, ruhu binlerce ama binlerce kıvılcıma bölündü.

Ki bu parçalar yani kıvılcımlar, doğan ve yaşayan her bir birey tarafından giyinildiler.

Bu ruh kıvılcımlarının başlıca görevi hepsini yenileme için bir araya toplamaktı.

Madem ki İNSAN üstün yaratılmış bir varlık,

Ona yakışan da bu sıfata layık olmaktır Ben’ce.

Kadın, Erkek’ten de öte; İlk hedefimiz “ÖNCE İNSAN” olmaktır!

Nasıl mı?

 

Ne demişti büyük usta Uğur Mumcu: “Bilgi olmadan fikir olmaz.”

Tamamlayalım bu önermeyi: “Bilgi olmadan fikir olmaz, fikir olmadan da eylem olamaz!”

Aslında tabii ki, bilgisi de fikri de olmadan hareket eden epeyce canlı türü var.

Ama madem “İNSAN” olalım diye yola çıktık..!

Bu yüzdendir ki FELSEFE’ye ve onu yapabilecek “Entelektüel Akla” ihtiyacımız var.

Doğru bilgiyi bulmalı, üzerinde düşünmeli ve ardından eyleme geçmeliyiz.

Bu her konuda böyle.

Bu sebeple;

Felsefe önemlidir, özellikle de şu iki soruyu soranlar için.

Neyi biliyorum?

Nasıl biliyorum?

İlk sorunun cevabını Felsefe, ikincisini Epistemoloji verir.

Basit bir örneklemeyle:

Bir Edebiyat türü olarak “Roman” bir felsefe ürünüdür(olmalıdır) mesela, belirli malzemelerin bir araya gelişiyle oluşmuş bir yemek gibi.

Yazarıysa aşçısıdır, o malzemeleri edebi ustalıkla biraraya getiren..

Malzemeleri tarlaya eken, yetiştirense Filozoftur.

Neyi nasıl yetiştireceğini söyleyen kitapsa Epistemoloji..

İkisini de kendince mükemmel derecede başarmış birkaç özel isim sayalım mı?

Mesela Leonardo Da Vinci gibi, Shakespeare gibi, Ayn Rand gibi, Frederic Nietzsche gibi, Franz Kafka gibi, Jean Paul Sartre gibi..

Okuyalım ki İNSAN olma yolunda ilerliyelim !

Eldeki bilgi ve bulgular diyor ki: yine yeni bir tür evriliyor.

HOMO NOVUS !

Ve o tür Mah/Şer zamanı Kıyam edecek..

Hatırlayalım, üçlemede(Trinity=üçleme) Neo 6 ncı defa tekamül ediyordu.

İşte o yeni türü anlatan muhteşem cümleler, okurken özenmedim desem yalan olur;

“OSHO – Provokatör Mistik”ten.

Okuyun ve sonrasında 2012’ye kadar hangi türden olmak istediğinize şimdiden karar verin..

Holistik anlayışla yoluna devam edecek olan bir Homo Novus mu?

Yok olacak bir Homo Saphiens mi?

Ve her daim, kalın sağlıcakla.                  

SEVEN

HOMO NOVUS

Yeni insan ya öyle, ya böyle olmayacaktır-hem/ve olacaktır.

Yeni insan topraksı ve ilahi olacaktır, bu dünyadan ve diğer dünyadan olacaktır.

Yeni insan bütünlüğünü kabul edecek, içsel bölünme olmadan onunla yaşayacaktır, bölünmeyecektir.

Tanrısı şeytana karşı olmayacak , ahlakı ahlaksızlığa karşı olmayacaktır;

o karşıtlık bilmeyecektir.

İkiliği aşacaktır, şizofrenik olmayacaktır.

Yeni insan ile birlikte yeni bir dünya gelecektir, çünkü yeni insan farklı, niceliksel bir şekilde algılayacaktır.

Tamamen farklı, henüz yaşanmamış bir yaşam sürecektir.

Gizemci, şair, bilim insanı olacaktır.

Seçmeyecektir: Seçeneksizce kendisi olacaktır.

Benim öğrettiğim budur: Homo Novus, yeni insan, insansı değil.

İnsansılık doğal bir olgu değildir.

İnsansı toplum tarafından yaratılır-rahip, politikacı, pedagog.

İnsansı yaratılmıştır, imal edilmiştir.

Her çocuk bir insan olarak doğar-bütün, tam, canlı, bölünmemiş.

Toplum hemen onu boğmaya, parça parça kesmeye başlar.

Ona ne yapacağını, ne yapmayacağını, ne olacağını, ne olmayacağını söyler.

Bütünlüğü kısa sürede kaybolur.

Bütün benliği konusunda suçlu hissetmeye başlar.

Doğal olan her şeyi reddeder ve bu reddediş içinde yaratıcılığını yitirir.

Artık yalnızca bir parça olacaktır ve bir parça dans edemez, bir parça, şarkı söyleyemez.

Ve bir parça her zaman intihara eğilimlidir, çünkü parça yaşamın ne olduğunu bilemez.

İnsansı kendi başına karar veremez.

Başkaları onun için karar vermiş durmuştur-anne babası, öğretmenler, önderler, rahipler;

tüm kararlılığını onlar almıştır.

Karar verirler, emir verirler, o yalnızca takip eder.

İnsansı köledir.

Ben Özgürlük öğretiyorum.

Artık insanın her tür bağı yok etmesi,tüm zindanlarından çıkması gereklidir, artık kölelik olmamalıdır.

İnsanın birey olması gereklidir.

Asi olması gereklidir…

Arada bir  birkaç insan geçmişin zulmünden kaçmıştır, ama yalnızca arada bir.

Orada burada bir İsa, orada burada bir Buda.

Bunlar istisnadır.

Ve bu insanlar, Buda ve İsa bile bütün olarak yaşayamamıştır.

Denemişlerdir ama toplumun tamamı buna karşıdır.

Benim yeni insan kavramım Yunanlı Zorba* ve aynı zamanda Buda Gautama olacaktır.

Yeni adam Buda Zorba olacaktır. Tensel ve spritüel olacaktır-fiziksel, tamamen fiziksel, bedenin içinde, duyuların içinde, bedenden ve bedenin mümkün  kıldıklarından zevk alarak, ama yine de büyük bir bilinç, büyük bir tanık orada olacaktır.

Kerem Seven