Ocak ayı başında gazetelerde bir haber vardı.  ‘Düşünce Gücüyle Konuştu’  başlıklı haberde ingiliz ve belçikalı bilimadamları, 2003 yılında geçirdiği bir trafik kazası nedeniyle ağır travma sonucunda bitkisel hayata girmiş ve o tarihten beri de  ‘fişi çekilmemiş’  olan bir hastanın,  fMRI  (fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme) cihazı kullanılarak yapılan tetkiklerinde, beyin faaliyetlerini her defasında yeniden düzenleyerek, sorulan sorulara  ‘evet’  ya da  ‘hayır’  anlamında ve sürekli doğru yanıtlar verebildiğini saptadılar. Daha sonra aynı cihaz, benzer durumdaki  23 vakada  daha denendi ve bunlardan dördünde bilinçlilik belirtileri görüldü.

Bu şaşırtıcı sonuçlardan sonra, konuya ciddi biçimde kafa yoranların önemli bir kısmı artık komada veya benzer durumlardaki umutsuz ya da  ‘şuuru kapalı’  hastaların, içinde bulundukları durumların klinik tanımlamalarında kullanılan  ‘dönüşü olmayan bitkisel yaşamda’  veya  ‘beyin ölümü gerçekleşti’… gibi uzman kararlarının yeniden değerlendirilmesini ve daha hassas tıbbi ölçüm cihazları kullanılmadan ölüm kararı verilmemesini istiyorlar. Haklı değiller mi? Yani sadece biyolojik ve fizyolojik işlevselliğin sonucu olmadığı çok açık olan o  ‘hayatiyet unsuru’  henüz içimizde mevcut iken; bir başka ifade ile kim bilir belki de gerçekte  ‘henüz ölmemiş’  iken ve hâlen bilinçlilik belirtileri gösterebildiğimiz farkedilmeksizin,  ‘insaniyet nâmına’  hayatî organlarımızı söküp alıyor; veya bu yapılmasa bile henüz  ‘gerçekte ölmeden’  mezara konuluyoruzdur.  Daha geçenlerde  ‘klinik olarak ölü’  denilen ve hakkında  ‘tam teşekküllü hastane’de  öldüğüne dair tıbbi rapor tutulmuş olan birinin ertesi gün  ‘uyanarak’  tabutunu tıklattığı ve  ‘yaşama döndüğü’nü  okumadık mı?  ‘Morgda kendine gelenler’e  dair haberleri ise neredeyse duymayanımız yoktur.

Felsefi anlamda ölü olmayı bir kenara bırakırsak, eksik bilgi ile ya da eksik veya yanlış tanı ile  ‘gerçekte yaşıyor’  durumdaki birini canlı canlı gömmenin veya o halde iken gerçek fiziksel ölüme terketme ya da henüz canlı iken organlarını çıkararak  ‘asıl o zaman öldürmüş olma’   riskinin söz konusu olabileceği anlaşılıyor

*   *   *

Yeri gelmişken biraz da  ‘organ nakli’ne  ve  ‘umutsuz koma/bitkisel yaşam’  hâline  nasıl bakıldığına göz atalım.

Hemen belirtelim ki bugün  ‘kilise’  organ nakline hiç de sıcak bakmamakta; aynı şekilde ortodoks musevi gelenekleri de böyle bir işlemi uygun görmeyerek yasaklamaktadır.

Tibet’in ruhani lideri 14. Dalai Lama, yaşama dönmesini imkansız kılacak derecede beyin hasarı görmüş ve uzun süredir yoğun tıbbi destek birimlerine bağlı, tamamen bilinçsiz ve sadece  ‘bitkisel’  olarak yaşadığı farzedilen hastaların, yıllar boyu  ‘ara bölge’de  kalmalarının bir süre sonra ıstıraba dönüşeceğini; bu kimselerin  ‘fişlerinin çekilip’  serbest bırakılmalarının uygun olacağını söylüyor ve örneğin ağır beyin hasarından sonra zoraki sürdürülmeye çalışılan öylesi bir yaşamın bir daha  ‘bilinen anlamda yaşam olmayacağı’nı  öne sürüyor. Bu yorumun ciddi tepki almış olduğunu takdir edersiniz. Bakınız, bir yanda her şeye rağmen  ‘yaşatma’  çabası, diğer yanda o kişi belki de henüz  ‘yaşarken’  bir an önce organlarına el konulması… Çünkü  ‘klinik ölüm’ün  üzerinden belli bir süre geçerse (her birisi için yararlanılabilir süreler farklı olmakla birlikte) alınabilecek organ veya dokular artık işe yaramaz oluyorlar. Yani acaba, nadiren de olsa kimi durumlarda alıcıların hayatlarını kurtarmak için vericinin hayatına kastediliyor olabilir mi? Gerçekten sizce de üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir durum değil mi? Çünkü her an, kendimiz ya da yakınlarımızdan birisi, her iki halden biri ile karşı karşıya kalabiliriz…

Örneğin Tibet geleneklerine göre, öldü denilen kişiye ilk üç saat hekimlerden başka kimse dokunamaz ve cenaze töreni mutlaka en az bir, eğer ölüm ansızın olmuş ve ölen de genç ise tercihan ortalama bir buçuk gün sonraya bırakılır. Ölenin bulunduğu mekânda önce meditasyona oturulur, daha sonra da deneyimli lamalar veya keşişler nezaretinde, bedenini burada bırakmış olanın bilinciyle temasa geçilmeye çalışılır; ve gece de başında bir görevli bekletilir. Aslında  ‘ölümden emin olma’  amacı da taşıyan bu uygulamanın daha doğru ve insanî olduğu görülüyor. Sonra da budizmin hangi koluna veya geleneğe mensup olunduğuna bağlı olarak, ona uygun basit bir tören yapılır. Bunlar da şöyledir: Dualar okunduktan sonra ölenin bedeni çoğunlukla yakılır, veya dağlara çıkarılarak yırtıcı kuşlara ikram edilir, ya da (özellikle kimi Zen geleneklerinde olduğu gibi) toprağa verilir. Hinduizmde ise zaten mezarlık kavramı olmadığından ölü bedenler başka seçenek olmaksızın yakılmaktadır.

Bizde de hastane veya mezarlık morglarına bırakma âdeti oluşmadan önce, cenazeler bir geceyi evlerinde yakınlarıyla geçirir ve sabaha kadar başında beklenir, dualar okunurdu. Mikrobik veya virütik risklerin söz konusu olmadığı durumlarda böylesi bir uygulama daha  ‘insancıl’  olsa gerek.

Tıpkı buna benzer biçimde, pek çok Doğu geleneğinde ölenin ya da ölmüş olduğu varsayılanın yalnız bırakılması şefkatsizlik sayılmakta ve onun yanında meditasyon yapmanın o kişiye saygı sunma, yanında bulunanlar için de kişisel olarak olgunlaşma fırsatı olduğu kabul edilmektedir.

Eski öğretilere göre, ölüm sonsuz yaşamın sadece bir merhalesinin sona ermesidir; o halde üzerinde dikkatle düşünülmeli, hattâ ona hazırlanılmalıdır. Tabii burada kastedilen doğal ölümdür. Öyle ki budizmde ölümün önlenemezliği üzerine yoğun düşünme, daha ileri aşamada ve özellikle de inziva dönemlerinin bir bölümünde ise içinde kendimizin olmadığı bir dünyayı derinlemesine imgeleme çalışmaları yapılır.

Bu çalışmalar kişiyi, fiziksel ölümün kaçınılmazlığı ve bedensel anlamda varolmanın da bir gün sonunun geleceğinin idrakine ulaştırdığı gibi, bizler olmadan da dünya yaşamının sürmeye devam edeceğinin anlaşılmasına götürür.

Ölüm kuşkusuz ki geride kalanlar için acı birşeydir, ıstırap vericidir. Sevdiklerinin, birlikte olduklarının, yaşamı paylaştığı kişilerin yitirilmiş olması başlangıçta hiç de kolay katlanılabilir birşey değildir. Ama buradaki üzüntü ya da acıma hissinin büyük bir bölümü gerçekte  ‘korku kökenli’dir.  Bir türlü kabullenemediğimiz bir şey olan  ‘süreksizlik’  gerçeğinin inkârı ve insan zihninin bu kaçınılmaz gerçeğe isyanıdır. Yapılabilecek olanı şöyle özetleyebiliriz:  ‘Zamanda yarattığımız o yanıltıcı süreklilik duygusunun üstesinden gelmeyi başarabilirsek, acımızı da hafifletebiliriz.”…  Bu durum kadere râzı olmakla karıştırılmamalıdır. Çünkü rıza göstermek de  duygusallığa dayalı bir anlayıştır ve bir kadercilik türü olup temelinde zihinseldir. Fiziksel ve zihinsel süreklilik yanılgısını aşabilmiş olmak ise duygu değil  ‘anlayış’tır;  o nedenle de zihinsel değildir, farkındalıktır ve bilinçseldir.

Yapılan araştırmalar ve varılan kanaat, ölüme iyice yaklaşmış olan kişinin en çok huzura ve dinsel korkularının (azrail motifi, sorgu-sual melekleri, kabir azabı, büyük mahkeme, cehennem… vb) giderilmesine ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. O halde yapılacak en iyi şey onu rahatlatmak, eğer isterse mensubu ya da kendini yakın hissettiği inancı veya geleneği izleyerek, her türlü endişeden uzak biçimde, olumlu mesajlar içeren dualarla buradan yolcu etmektir. Hattâ eğer şuuru yerinde ise, inançlarına uygun düşecek şekilde; bu yolculuk sırasında hiç endişe etmemesi gerektiği, az sonra sevdikleri tarafından karşılanacağı, önünde geçeceği ışıklı bir yol olacağı, ondan sonra aydınlık bir ortamda dinlenebileceği ve geride bıraktığı herkesin günü geldiğinde yanına geleceği; o günlere kadar huzur içinde bir başka hayata devam edeceği telkin edilmelidir. Reenkarnasyona inanıyorsa zaten bu yolculuğa daha bir güvenle ve daha kolay başlayabilecektir. O durumda son söylemler daha çok buna uygun olmalıdır.

Acılarla, ıstırapla dolu bir dünya yolculuğunun sonuna gelmiş olan kişi, mümkün olduğunca rahat ettirilmeli, endişeleri giderilip olabildiğince huzura kavuşturulmalıdır. Göstermelik değil, gerçekten (çünkü o hisseder); en çok ihtiyaç duyduğu sevgi ve şefkatle yaklaşılarak…

Hangi inançtan olursa olsun; hattâ tanıyın ya da yanımayın, ölüm ânında hiçbir ayrım yapmadan bütün insanlara yardım etmek, acılarını hafifletmek, ruhsal yardımda bulunmak insanlık görevidir. Nâsıralı’nın dediği gibi;  “Sadece sizi sevenleri sevmek nedir ki, hem ödülü de ne olabilir ki?”.  Ya da sufî söylemlerindeki gibi;  “Yaradılanı severim, yaradandan ötürü”  diyemediğiniz sürece, gerçekten insanları sevmiş olabilir misiniz? O halde Tanrısal İrade nasıl bizi sevdiği için yaşam vermiş ise, biz de, bizim sûretimizde hayat bulmuş olanları sevebilmeli ve hiç değilse son yolculuğuna çıkmak üzere olan insanlara şefkatle yardımcı olabilmeli, onları sevgi ve şefkatle uğurlayabilmeliyiz.
Kendi istemedikçe başına zorla ve büyük olasılıkla ona sevimsiz gelebilecek bir dinadamını dikip ürkütücü mesajlar vermek, zorla dinsel ve zihinsel telkinlerde bulunarak içine korku salmak; örneğin hesap gününden ve sonrasındaki azaptan sözetmek ya da benzeri dinsel söylemleri hatırlatmak, günahlarından af dilemesini istemek… vb. ondaki gerilim ve endişeyi boşu boşuna artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Çevresindekilerin huzursuzluk, tedirginlik, ıstırap veya korkularının, çığlık çığlığa bağırıp çağırmalarının ölüme yaklaşmış kişiye her zamankinden ve her durumdakinden daha fazla, üstelik katlanarak yansıyabileceği unutulmamalıdır.

Hep söyleriz; çoğumuz eksik veya kusurlu, ya da yeterince gelişememiş olduğumuz için buradayız. Ama burası, sonraki boyutta veya yaşamda cezalandırılmamıza gerekçe teşkil edecek bir tuzak mahalli de değildir. Tanrısal İrade’nin sizi suçlamak ve cezalandırmaktan hoşnut olabileceğini düşünmenin; bu amaçla bütün görevlilerini ve izleyicilerini sizi gözetlemek için üzerinize göndermiş olduğunu varsaymanın ne derece akılcı ya da kendi içinde tutarlı olabileceğini değerlendirmek size kalmıştır. Yani burası, bazı kutsal kitaplardaki gibi, yaşayanlarının  ‘çoğunun cehennemlik olduğu’  ya da  ‘sınavdan geçemeyecekler’in kaçınılmaz olarak ve şiddetli biçimde cezalandırılmalarına bahane edilecek bir âlem olmamalıdır.

Aslına bakılırsa, yaygın dinsel söylemlerde öyle ifade edilmeye çalısılsa da, ölüm ânında kimse kimseye  ‘ruhunu teslim’  etmez. Aksine onu yanında götürür de işlevini tamamlamış olan maddi bedenini  ‘fiziksel doğaya teslim eder’. Yani böyle bir teslimiyet olsa olsa ruhun bilince teslimiyeti olabilir; ve tabii ki böyle bir durum, ruh’tan daha kaba haldeki tüm diğer geçici varoluş unsurlarının da kendiliğinden teslim edilmesi anlamına gelir (örneğin zihin ve onun ortak ürünleri olan benlik, anılar, hafıza, tutkular… vd).

Pek çok kaynak  beden-zihin-ruh  bütünlüğünden ve bunun sağlanması gerektiğinden sözeder. Halbuki bunların her üçü de zaten birbirleriyle ilişkili olan, tarafımızdan algılanabilir farklı ilksel bedenlerimizdir. Önemli olan bu ilişkinin  ‘farkındalığına erişebilmek’tir.  Çoğumuzun  ‘beden’  derken gerçekte kastettiği  ‘fiziksel beden’, zihin dediğimiz  ‘zihinsel beden’  ve ruh derken anlatılmaya çalışılan da  ‘ruhsal bedenlerimiz’dir. Bu sıralama aynı zamanda onların  ‘çözülme ve ayrışma sırası’dır.  Bunlardan başka, algılanmaları ve bilinebilmeleri hiç de kolay olmayan dört bedenimiz daha olduğu söylenir. Atomaltı parçacık fiziğinde ve kuantum mekaniğindeki gelişmeler, genel ve özel görelilik kuramı, karadelikler, paralel evren kuramları… geliştikçe bunlardan hiç değilse ilk ikisinin, hattâ üçüncüsünün de mevcut olabileceği üzerinde bilimadamlarınca ciddiyetle durulmaktadır. Eğer algılayabilirsek, sonraki dört bedenimiz sırasıyle  astral, eterik  ve  kozal bedenler ile, nihayetindeki  ‘Büyük Bilinç’  ya da  ‘Birlik Bilinci’dir. Sonuncusu hariç tümü de az veya çok değişim ve dönüşüme uğrar ve bu değişiklikler gelişim ya da erişimimizde sağlanacak aşamanın büyüklüğü oranında algılanabilirler. Yani bunlardan en çok ve en hızlı değişime uğrayıp, izlediği bozulma ve çözülme süreci gözlemlenebilir olanı fiziksel beden, en az farkedilebilecek ve en az çözülebilir olanı kozal beden’dir.  Sonrası…, sonrası Vahdet-i Vücut’tur. Şimdilik onu idrake ne bu sıklet ne de bu akıl yeter. Zaten o, akılla da, zihinle de, tüm bilgi birikimimizle de  ‘kavranamaz’.

Niteliği düşük enerjilerle, yetersiz ve kalıplaşmış yönelimlerle; eksik duyular ve algılar, koşullu bilgiler ve  ‘bilmeden inanma’ya  dayanan yanlış yöntemlerle; kısacası olanca  ‘zihinselliğimiz’le  daha yüksek algılama boyutlarına ve daha üst farkındalıklara erişemeyiz. Aslında hepimizde belli bir yere kadar erişim potansiyeli tabii ki mevcuttur; ama onu harekete geçirebilmek için yol uygun, yöntem doğru, niyet doğru, araçlar ve kullanılacak enerjiler doğru olmalıdır… Tabii bir de her türlü koşullanmışlığı aşabilecek halde bilince yönelmiş olmak… Ama bu tür görüş ve ileri yorumların, kaba materyalistler kadar, bilgi ve idraki sınırlı olan dinseller tarafından da anlaşılamadığını görüyoruz. Anlayıp açıklayabilenler veya açıklanabilmelerinin önünü açanlar ya mistikler ya da gerçek ve büyük bilimadamları olabiliyor.

Mistik ya da bilimsel yolda zaman zaman pekalâ yanılgılar ve yanlış anlamalar da, eksik veya hatalı vargılar da söz konusu olabilir. Bu arayışın doğasında vardır. Ama onlar geliştirilmeye, düzeltilmeye müsaittirler. Çünkü dogmatik olmayan düşünme yöntemleri gereği bilimadamları ve mistikler yanıldıklarını farkederlerse sonuçları düzeltir ve yöntemlerini kritik ederek yeniden araştırıp, bilgilerini geliştirirler. Yani onların zihinsel yapıları statik değil, dinamiktir; onlar bağımlı değil, özgürdürler; olaylara ve olgulara nesnel bakarlar, nedensel’dirler; doğal olarak izafiyeti kavrayabilecek bir zihne, diyalektik bir bakış açısına sahiptirler.

Ama teoloji sabit ve statiktir. Teologlar kendilerine yüklenmiş olan standart tutumlarının ve sabit fikirlerinin hiç değişmeyen, değiştirilemeyecek mutlak doğrular olduklarına koşullandırılmışlardır; ki aslında temelinden yanlış, her türlü gelişmeye kapalı ve bütün yanılgıların kaynağı olan şuursuz inanç budur. Zihinleri adeta programlanmış olan teologlar hiçbir zaman, değişen koşullar nedeniyle sürekli gelişen gerçekliklerin, yeniliklerin peşine düşmezler. Onların, yani  ‘din âlimleri’nin  (!)  buradaki ve sonraki yaşam hakkında bütün bildikleri ya da bildiklerini sandıkları şeylerin toplamı basit bir portatif bilgisayar diskine sığabilecek kadardır; fazlası ve ötesi zaten yoktur, olması istenmez ve binyıllardır da olmamıştır.

Klasik dinlerde dinadamının yöntemi aslında çok basittir. Onlar önce  ‘korku’yu  yaratırlar; sizi doğallığınızdan uzaklaştırır, yaşamı  ‘tekbaşınalıkla’  ve  ‘farkındalıkla’  yaşamanıza engel olurlar. İnanç için bir dolu şekil şartı koyarlar. Bu aşamada da yaptıkları, yapabildikleri esasında yine çok basittir. İman etmede ve ibadet biçimlerinde hata yapabileceğiniz konusunda önce endişelendirmek, sonra da  ‘tanrı böylesini istiyor’  diyerek güya düzeltici ve inancınızı kurtarıcı bir takım biçimsel yol ve yöntemler dayatarak, doğumunuzdan ölümünüze kadar (hattâ ondan sonrasında da) sürekli kendilerine ihtiyaç duyulacak ortamı hazırlayarak, benzeri her türlü tehditle sizi ve toplumu sürekli sömürmek… Tabii bütün bunlar bir  ‘bilinçsizleştirme’  süreci ile paralel yürütülür. Yani önce korkuya endeksli yapay bir sorunu zihninizde bir güzel  ‘yaratır’lar. Sizi inandırdıktan sonra da akılları sıra, inanca ilişkin kulaktan dolma, ezberlenmiş, hiçbir deneysel ve bilimsel değeri olmayan, yine aynı şekilde korkunun her türüyle harmanlanmış yapay ve sahte reçetelerle, tamamı  ‘plasebo’  olan sözde ilaç ve tedavilerle sizi  ‘kurtarmaya’  çalıştıklarını söylerler… Oysa ki amaç sizleri de kendileri gibi ayrımcı, bencil ve ukalâ yapmak; zihninizi önyargılı, çekilmez, eleştiri kabul etmeyen ve hoşgörüsüz biçimde şekillendirerek kayıtsız şartsız, üstelik nedensizce bir itaate zorlamaktır. Zaten o andan sonra  ‘diğerler’ne  karşı sevecen ve şefkatli olmanız da beklenemez. Çünkü sizin dışınızdakiler sapmış ve günahkârdırlar. Ama tam aksine, bu durumun ağır bir koşullanmışlık ve erdem yoksunluğu olduğu kavrandığında, sorunlarınızın teker teker çözülmeye başlandığı görülecektir (John Lennon’ın  ‘Imagine’ını  bir de bu gözle dinler misiniz?)

O nedenledir ki bilimsel şüpheciliğe düşünce kapılarını kapatmış olan teologlar, özünde bilim ve özgür düşünce karşıtıdırlar; kadercidirler. Hiçbir biçimde seçenek ve olasılık kabul etmezler. Hoşgörüsüzlükleri de buradan gelir. Üstelik kendileri de, içlerinde her an o sanal-mutlak doğruları ve katı-dogmatik kuralları ihlâl edebilecekleri korkusunu yaşarlar, ama korkunun gerçek sevgiye engel olduğunu bilemezler… O nedenledir ki bir türlü yenilenip geliştirilemeyen, yaşamın akışına ayak uyduramayan kuralcı düşünceler ve katı  ‘izm’ler, zamanla köhneleşip bozulmaya, çağdışı kalmaya mahkûmdurlar.

Özetle, bilim ve mistisizm ne kadar  gerçeklere ulaşma’yı  hedeflemiş iki temel yol ve yöntem ise, dinsellik o kadar  özgürsüzleştirme  ve  bilinçten uzaklaştırma  çabasıdır.

*   *   *
Nezaket, şefkat ve zarafet, herkes için en az yaşarken olduğu kadar ölüm ânı için de gereklidir. Yaşayan ve hisseden bütün varlıkların güvenli yaşam hakkı olduğu gibi huzur içinde ölme hakları da vardır ve böyle bir ortam mutlaka sağlanmalıdır. Böyle bir imkânı varken bunu sağlamaktan ya da sağlanabilmesine yardımcı olmaktan kaçınmak, insani ve ahlaki değerlerden yoksun olmak demektir. Umursamamak, görmezden gelmek, ihmal etmek; sevgi ve şefkatle birlikte empatiden de yoksun olmak demektir ki, ileride bir gün o kaçınılmaz deneyimle karşılaşma sırası kendisine gelip de, geçmişin tüm anıları o sıkça tekrarlanan malûm sinema şeridi gibi kalp gözünün önüne geldiğinde, duyacağı pişmanlık ve acı daha büyük olacaktır…

O kaçınılmaz geçiş ânını, buradaki yaşamınızda deneyimlemediğiniz, ya da daha önceki enkarnasyonlarınızı hatırlayamadığınız için bilemiyor, daha doğrusu bilmediğinizi sanıyorsunuz. Ama bakınız, yaşamlarının herhangi bir döneminde  ‘ölüme yakın deneyim’  yaşamış olanlar bu konuda sizlerden çok farklı düşünüyorlar ve birbirlerinden tamamen habersiz olarak, aynı ya da çok benzeşen izlenimler aktarıyorlar.

Üzerinde duralım ve bir kez daha düşünelim istedik… Çünkü doğada hiçbir şey, hiçbir olay ve hiçbir dönüşüm  ‘son’  değildir; daha doğrusu  ‘son yoktur’!…  Her gelişin bir gidişi, her gidişin de mutlaka bir dönüşü olacaktır. Ve o her  ‘dönüş’,  esasında sürekli varoluşta tekâmüle yönelik yeni bir merhalenin başlangıcı anlamındaki  ‘geliş’  demektir…

Dilerseniz  ‘meditatif yönelim’lerinizden, yani derin düşünme veya yoğunlaşma çalışmalarınızdan birisini bu konuya ayırabilirsiniz.

A. Kerim Soley