“Gönüle sordum: Gerçek varlığın yolu hangisidir? Dedi ki; onun yolu gönül alçaklığındadır. O halde dedim, “Gönül niçin alçalmadan” ürker? “Çünki” dedi, “gönül bunu huy edinmiştir, onun yaratılışı böyle…” Mevlana Celaleddin-i Rumi/Rubailer…

 

Hz. Mevlana’nın “Rübailer”ini okurken yukarıdaki bu rübaisi yine gözüme takıldı… Uzun süre ve birkaç kez okuyarak anlamaya çalıştım ne söylemek veya anlatmak istediğini Hazret’in… Daha önceleri de Hayyam’ım Rübailer’i okurken şu satırlar gözüme çarpmıştı…

“Gönül dedi: Ben neyim ki, bir damla sadece;
Ben nerde, görmediğim koca deniz nerde!
Böyle diyen gönül denize kavuşunca
Baktı kendinden başka şey yok görünürde” Hayyam/Rubailer…

Ve bunlar gönül günceme takılınca da bu ayki yazım da şekillenmeye başladı elbet…

Ve sormaya başladım ben de kendi gönlüme…

”Gönül” ne?

”Gönül alçaklığı” (alçakgönüllülük) ne demek?

”Huy edinmek”le “yaratılıştan bir özelliğe sahip olmak” aynı şey mi? Ve neden “gönül ürkmeyi huy edinmiş” olsun? Veya “gönlün yaratılıştan böyle olması” ne demek? Veya “Koskoca bir denizin bir damlası olmak isteyen gönül, oraya kavuşunca kendinden başka bir şey’in olmadığını” nasıl bilebilir?

Bu şiirsel güzelliğin çağrıştırdıkları, bir anda dökülmeye başladı gönülgözümden klavyemin tıktıklarıyla karşımda öylece duran ekran denilen beyazcam üzerine …

Evet önce “Gönül” neydi? Kendimce bir tanımlama yapmaya çalıştım kısaca…

Bence, Gönül;  yüreğimizde var olduğu sanılan nitelik, sevgi, istek, anış, düşünüş gibi iç dünyamızı yansıtan duygular topluluğuydu…

Öyle değişik şekilde insanlarda tezahür ediyordu ki… O kadar değişikliğe bürünmüştü ki insanoğlu denilen bu yaratılmışlarda Gönül… Bunların her birini bu satırlara sığdırabilmek namümkün gibi görünse de, bu konuda ciltler dolusu kitaplar yazmak gerektiği inancı taşıyorum, belki de bir gün biri çıkar,  oturur yazar bu konuda da…

Gönül;  kimine göre “sevdalanmak, sevmek, aşık olmak”la eşdeğer, kimine göre de “insanları kendine bağlamakla birlikte o kişiyle birbirine bağlanıp içten içe, özden öze sevmek, sevdanlanmakla…”

Gönül;  kimine göre “duygusal birliktelik”,  kimine göre “yapılmış bir iyiliğe karşı duyumsanan borçluluk duygusu”…

Gönül;  kimine göre “aşk derdi çekmek”… Kimine göre “iç rahatlığı, tasasızlık, dertsizlik…”

Gönül;  kimine göre “hiçbir baskı altında olmaksızın kendi isteğiyle, kendi hür iradesiyle kendini nitelendirmek…” Kimine göre “aşırı sevgiden kendini kurtaramamak, alamamak…”

Gönül;  kimine göre “sevgilerin ve isteklerin eskisi gibi sürmesi için çabalamak…” Kimine göre “huzur, iç dinginliği, iç huzuru…”

Gönül; kimine göre “her şeye karşı duyulan doyum…” Kimine göre de “Bir kimsenin gücenikliğini, uygun sözlerle, davranışlarla gidermek, onun gönlünü yeniden hoş etmek için iyi davranışlarda bulunmak” gibi anlamlandırabilirim… Bu “kimine göre”leri öyle çoğaltabilirim ki…

Yalnız bu yazdıklarım, varolan, yaşayan insanların ruhsal özellikleridir… Aslında biz “gönül”ün, “gönlümüz”ün farkındalığını tam yaşamıyoruz gerçek yaşamımızda da… Gönlümüzün tüm özelliklerini bir bilebilsek daha rahat ve huzurlu yaşar, bunun bilincine varınca da yaşamı daha çekilir hale getirebilirdik…

Gönülle ilgili o kadar çok deyim vardır ki, hepsini bu satırlara almakta zorlanabilirim belki de… Aklıma hemen gelenler de hep sufi yaşamdan örnekler şu an… Örneğin, aklıma ilk gelen “gönül eri” oldu. Onu da şöyle açıklayabilirim belki… “Kendi kendisiyle iyi ilişki, arkadaşlık kurabilmiş, açık yürekli, hoşgörülü kimsedir” böyle kimseler… Buna örnek vermem gerekirse bir “gönül er”i olan Yunus da bu hayatta yaşamış gönül erlerinden bir tanesiydi… Derler ya hep, “Yunus gibi gönül erini nerde bulalım?”… Böyle kişileri bu zamanda bulmak, yakalamak çok zorlaştı… Ancak böyle olması gerekmez mi tüm yaratılmışların, ya da yaratılacakların?

”Biz” günümüz dervişlerinin (estağfurullah) gönül düşüncesini şöyle anlatabilirim belki kendimce: “Kendi içdünyalarımızın tezahürünü (huyunu da diyebilirim) Yaradan’ın sevgisi ve BÜTÜN’lüğü ile birleştirerek, dünyaya hep O’nun gözüyle yani O’nun gönül gözüyle bakıyoruz. Aslında kendimiz gibi duygu ve düşünce yönlerinden birbirimize yakın gönüldeşlerimizi (BİZ gibi) bulmak için çaba sarfediyoruz… Ve buluyoruz da… Bulduklarımız ise tıpkı BİZ gibi…BİZLER gibi…”

Peki ya, “gönül alçaklığı” ya da “alçakgönüllülük” ne demek?

”Gönül alçaklığı”yla “alçakgönüllü” olmayı ben aynı şu sekilde yorumlarım. Belki bu konuda yanlışımdır bilmiyorum ama, bu iki kelime de “eşdeş” kelimedir…

Peki “alçakgönüllü” deyince ne anlamamız gerekir? Kelime anlamı; “Kendi değerini olduğundan az göstererek, öyle olmadığı halde, başkalarını kendisiyle eşit tutan ve gören kimse”dir. Kısaca eskilerin deyimi ile “mütevazi”liktir bence… Alçakgönüllülük ise, “alçakgönüllüye yakışan tutum ve davranışların tümü”dür… Tevazu göstermektir. Tüm bunlar “O” yani Yaradan’ın da özelliklerdendir… Biz neden öyle olmayalım ki?..

Peki “Huy edinmekle, yaratılıştan bir özelliğe sahip olmak aynı şey mi?” Ve neden “gönül ürkmeyi huy edinmiş” olsun? Veya “gönlün yaratılıştan böyle olması” da ne demek?

Bunu açıklamadan önce de “Huy”un ne demek olduğunu bir düşünelim… “Huy”; “İnsanın yaratılış ve ruhsal özelliklerinin, kendine özgülüklerinin tümü”dür… Bir başka şekilde açıklamam gerekirse de, “içgüdü durumunu almış, vazgeçilemeyecek alışkanlıklarımız”dır… “Bir şeyi huy edinmek” ise, kişinin yaratılış, tutum ve davranışının alışkanlık durumuna gelmiş şeklidir…

O halde yukarıda gönlüme sorduğum soruların yanıtlarını  kısmen de olsa netlik kazanıyor kolaylıkla…

BİZ’ler Yaradan tarafından yaratılmış varlıklar mademki O’nun birer nuruyuz ve parçasıyız, “O” da (Yaradan) TÜM sonsuzlukların ve BÜTÜN’ün Yaradanı ve her özelligi üzerinde taşıyor, eh o zaman BİZ de (kısmen de olsa), O’nun gibi her özelliğe sahibiz demektir…

Varlığımızın ve ruhumuzun tüm alışkanlıkları hem onun huyu, hem de bizim huyumuzdur diye düşünüyorum. Yani O’nun tüm huylarını biz de huy edinmiş olduğumuzun farkındalığını bilerek yaşarsak, yaşamımızı daha yaşanabilir bir hale getirebiliriz. Gönül, alçakgönüllü olmayı huy edinmiştir tabii ki, sonuçta…

“Koskoca bir denizin bir damlası olmak isteyen gönül, oraya kavuşunca kendinden başka bir şey’in olmadığını” nasıl bilebiliyor peki?

Gerçek varlık, merkezdedir zaten, hem her yerde, hem de hiçbir yerde… O ki sonsuz “şimdi”de, hem her zaman içinde, hem hiçbir zamanda. Oluş halinde ne gidilecek bir yer vardır, ne de sürüklenecek zamanlar…

Yol ise göreli alanlara ait bir kurgu… Yol kavramı, bir başlangıç ve bir son çağrıştırır ve bu niteliğiyle de kaçınılmaz olarak zaman/mekan koordinat sistemine sıkıştırır varlığı… Göreli realitenin tanrısı olan zihin, çizgisel bir düşünce sistemine bağlar varlığı ve “bir hedef olmalı ve hedefe giden bir yol…” anlayışı benimsenir. Şimdi ile sonra arasında yeni ve yeni zamanlar yaratılır…

Oysa “gerçek” şu AN’da, her AN’dadır… Neden ŞİMDİ değil de SONRA?

Her zaman BEN’de çünki… Burada ve şimdi varolana ulaşmak için neden bir süreç, bir sistem veya bir disiplin gereksin ki… Farkındalık denen o tanımlanamayan bilinç açılımı ile göreli olan mutlak olana yönelir… Buna Yol demek gerekirse, tek yol “kişinin kendi içinden geçendir… Kendi iç boyutlarında sürdüğü izsiz, tozsuz ve ıssız yolculuğunun görünmezliğinde”dir…

Evet gerçek varlığın yolu, insanin kendi ÖZ’ündeki AN’larda saklı olsa gerek… Bunun bilincine varınca da yaşam daha çekilir hale geliyor… Varlık hiçbir yönden sınırlanmamalı bence…

Peki bilimin verileriyle bağlantı kurarak gönül’ü açıklayabilir miyiz? O zaman gönül ne ola ki?.. İsmi var, ama cismi var mıdır?.. Yeri, mekanı var mıdır?..

Beyin birbiriyle baglantılı da da olsa farklı işlevleri olan iki kısımdan oluşur… İki yarının aktivitesi ayrı ayrı gözlemlendiğinde, herbirinin diğerinden farklı 14 ayrı frekansta beyin dalgaları yaydığı ölçülmüş… Adeta aynı anda çalışan iki FARKLI beyin!.. Beynimizin dual yapısı nedeniyle gerçeği algılayışımız da bütünsel değil, parçalı olabilir…

Sag lop bilinçliliğin dişil öğesi – sentezci/bütünleyici, sezgisel, sanatsal ve duygusal etkileşimlerde etken…

Sol lop ise eril prensibin egemenliğinde – analitik/ayrıştırıcı, rasyonel, plancı ve detaylara odaklı…

Mistik bir ifadeyle, sağ lop yüreğin/vicdanın, sol lop ise zihnin/egonun aracı…

“Kitabı sağ taraftan verilenlerden olun…” der Kuran-ı Kerim ayeti… Peki bu ne demek?

Genel düşüncenin aksine düşüncenin kaynağı beyin değil. Beyin sadece bir transformatör. Biz bir düşünce okyanusu içindeyiz. Her varlık biriminin düşünce dalgalarıyla etkilişimi de farklı nitelikte. Bilinç seviyesine bağlı olarak, beynin sağ veya sol lobu daha aktif durumda. Bu nedenle düşünce okyanusundan çekilen bilgi, ya ağırlıklı olarak sentezci veya ağırlıklı olarak ayrıştırıcı değer yüklemeleri ile beden denen mikrokozmoza dahil oluyor.

Dünyasal kaygılarla yoğrulmus kişilerde sol lob aktivitesiyle egosal davranışlar güçleniyor.

Ama maddeden öteye uzanan dostlarda sağ lob bilgisiyle çok daha sezgisel, duygulu ve duyarlı bir açılım söz konusu… İşte bu dostlar,  gönül yolcuları… İşte onlar “kitabı sağ taraftan verilen” kişiler…

Ve gönül, manaya açılan yanımız… Incelmiş duygulara açtığımız kapı…

Ama bundan öte bir hal var ki, o da her iki lobun dengelendiği, dualitenin tamamiyle aşıldığı, BİR’liğin idrak edildiği OLUŞ hali…Yani gönül ile zihnin evliligi ile ulaşılan BÜTÜN’lük…

Bu arada “peki ya alçakgönülllülük” derseniz de.. Onun da bilimsel açılımı;

Bir tavırlanma hali olarak, çok farklı bilinç hallerinin tezahürü olabilir. Ama bir bilge için bu bir HAL’dir artık… Herkesin, herşeyin ÖZ’de BİR olduğu bilincinin yarattığı bir güzelliktir… Kendisini katarken yaşama, tümüyle işlevsel, tümüyle abartısızdır. “Ben senden ne yukarıda, ne de aşağıdayım” der her hali, sessizce…

Sonuç olarak; Gerçek varlığın yolu bizim dışımızda değil, yine bizim içimizde… Bunu dünyanın çevresinde değil, kendi içimizde aramalıyız…

Hadi şimdi ben de size sorayım… Konuşturun bakalım gönüllerinizi…

”Gönül” ne?

”Gönül alçaklığı” (alçakgönüllülük) ne demek?

”Huy edinmek”le “yaratılıştan bir özelliğe sahip olmak” aynı şey mi? Ve neden “gönül ürkmeyi huy edinmiş” olsun? Veya “gönlün yaratılıştan böyle olması” ne demek? Veya “Koskoca bir denizin bir damlası olmak isteyen gönül, oraya kavuşunca kendinden başka bir şey’in olmadığını” nasıl bilebiliyor?

Bu şiirsel güzelliğin çağrıştırdıkları önemli bence… Peki ya sizce?

Ertan Yurderi