Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar,
Yeryüzünde Sizin Kadar Yalnızım,
Bir Haykırsam Belki Duyulur Sesim,
Ben Yalnızım, Ben Yalnızım, Yalnızım 

 Böyle bir şarkı vardı ben küçük bir kızken.. Şimdilerde sevilen nostalji nesnelerine dönüşen 45’lik plaklar döneminde, Gönül Yazar Abla – kapağında kah sarı ve kısa, kah siyah ve uzun peruklu, takma kiprikli ve dahi apartman topuklu resimlerinin olduğu bir albümde – bu şarkıyı söylemişti. O zamanlar şarkıcılık oyunlarımızda baştacı ettiğimiz melodilerden biriydi. Ama söz yazarının burada ne demek istediğini düşünmezdik bile.. Hatta rivayete göre ben aynı yıllarda ”Ben Gamlı Hazan Sense Bahar.. Dinle de Vazgeç” şarkısını da otobüs, tren demeyip her yerde pek başarıyla terennüm edermişim; bırak Gamlı Hazanı, henüz Hüzünlü Bir Sonbahar bile yanımdan geçmemişken..

Sonra, pırpırlanıp uçan yıllar içinde YALNIZ YILDIZLAR’ın şarkısı kaydı gitti gönlümden. Teslimiyetçi ve ağlak gelirolmuştu bana.. Nedir öyle ”YALNIZIM, YALNIZIM”… Naapalım?? Oturup hep beraber ağlayalım mı?? Sadece bir kuplesi hep hafifçe gülümsetirdi beni;

Tatmadığım zevk kalmadı dünyada,
Hangi kalbe girdimse kaldı izim,
Taşa geçer kendime geçmez sözüm’

Tatlı bir yalı-çapkınlığı, alttan alta hissedilen bir tensellik, bir güngörmüşlük de daha gözü doymamışlık.. ”Eh, akmışsın zamanında her türlü aleme.. Kimbilir kaç tane kırık kalbi ayakaltı etmişsin.. Şimdi de yaş kemale erince ağlarsın tabii köftehor!!” derdim.. Ben bir tek ”Bu Gezegen de Aşk Yok mu Aşk!!” türü yalnızlığı biliyordum çünkü o  zamanlar.. Çünkü henüz Yıldızların Yalnızlığı’ndan bihaberdim..

”İnsan Sosyal Bir Hayvandır”. Lisede aldığımız dandirik sosyoloji derslerinin giriş cümlesidir bu tanım.. Kısa ama sembolizm yüklü; yani ”Fena Halde Manidar”  bir cümledir.. İnsanı hayvanlara atfedilen – bedensel ihtiyaçları doğrultusunda varolma, zihinsel yetersizlik, ehlileştirilme ve kontrol altında tutulma gereği gibi – özelliklerle eşleyen, manevi varlığını ise tamamen toplumsallığına müncel hale getiren bir tanımdır. Basittir ve adeta bilimsel bir sugötürmezlik vurgusu taşır;
”Özünde bir hayvansın sen..Ve sürün/klanın/ailen yani BENZERLERİN olmazsa bir hiçsin..; sürüden ayrılan koyunu kurtlar nasıl kaparsa, hayat da öyle kapıp sürükler seni…; sakın ha, cüret edip içinde yaşadığın toplumdan farklı olmaya kalkmayasın”. Türü hizaya sokucu alt-metinleri, bu tanım usul usul ruhumuza nakşeder. 

Çocukluk zihnini hatırlayanlarınız var mı? Ben bu günlerde biraz daha iyi hatırlıyorum. Varolmaktan mutlu; bunu sorgulamaya gerek duymayan çünkü sadece OLAN, kendini küçük ya da bağımlı hissetmeyen; sadece HISSEDEN ve BILEN, özgür ve yalnız bir zihindir çocuk zihni. Ta ki birileri sana Hanyayı Konyayı gösterene kadar…

Çocuklar ne kadar kirli, ne kadar dağınık, ne kadar komik olurlarsa olsunlar asla çirkin olamazlar. Büyüsü kırılmaz bir güzellik taşar sanki içlerinden. Çünkü eşsiz ve mükemmel olduklarından hiç kuşkuları yoktur. Ta ki birileri onları toplumsal normlarla yargılayana ve eksik olmayı öğretene kadar.

TANRI’yı sorgulamaya gerek duymazlar. Meleklerle elele yürürler, kalplerinin sesini açıkça duyarlar. Ta ki birileri onlara ULU YARATANI ve ona en yaraşan tapınma biçimlerini tanımlayana kadar… SENI SEN YAPAN’ı, senden uzakta, erişilmez bir yere koyana kadar…

Evet  o güne kadar, tıpkı semadaki yıldızlar gibi sadece OLARAK ibadet ederler… O katışıksız çocuk zihninin çözülmesinin ardından gelen garip bir teslimiyettir büyümek. Mükemmel öznenin dağıtılıp partiküllerine ayrılması; ve sonra o küllerin toplumsal bir büyük özne içinde eritilmesidir. Öznelliğine ilişkin içsel referans noktaların iyice kaybolana kadar kural koyma, sınır koyma, tanımlama, sınıflandırma, değerlendirme, yargılama, onaylama, yerme, mahrum bırakma, ödüllendirilme ve cezalandırma gibi araçlarla amansız bir FORMAT yemektir BÜYÜMEK..

”Bir Bilen” kategorisinde yer alanları dinlerken, ehliyet kursuna giden bir sürücü adayından farkın yoktur; işaretler, belli, kurallar belli, uy ki kaza olmasın! Sonra trafiğe çıkarsın ve ilk öğrendiğin şu olur; Şerit değiştirirken sakın edepli edepli sinyal vermeye kalkma!; Çünkü şöför milleti can verir yol vermez…

Düzen diye tanımlanan  şeyin kaosun ta kendisi olduğunu idrak etmek sarsıcı bir geçiştir. Birbirine zıt yol işaretleri arasında oflaya puflaya gerçeği bulmaya çalışan şaşkın bir yolcu gibidir ilk gençlik yıllarında insan. Hiçbirşey göründüğü gibi değildir, hiçbir insan olması gerektiği gibi değildir. Başta, OLMASI GEREKENLERI ÖĞRETENLER sapmıştır, sana gösterdikleri yollardan. İşte tam da bu noktada BAZILARIMIZ küçük kıyametler yaşarlar; inançlar sorgulanır, idoller kırılır, aile içi başkaldırılar, okul kırmalar, netameli kitaplara yönelmeler baş gösterir. Insanın KENDI DOGRULARINI üretmesi gerektiğini anladığı zamandır bu. Madem kimse göründüğü gibi değildir; madem ŞEREF modası geçmiş bir erkek ismi, RUH ise liseli kızların bir kış günü öğleden sonra canları sıkılınca üç Kulüvallahü bir Elham okuyup sohbet masasına çağırdıkları birşeydir. İşte o zaman kendi kelimelerimizin içini kendimizin doldurma zamanı gelmiştir. Kaderin zarları ortaya atılmış ve sana YEK gelmiştir …

Ama tüm aykırılığına ve arayışlarına rağmen sen, çocukluğundaki gibi YALNIZ VE MUTLU BIR YILDIZ değilsindir artık. Toplumsal bir hayvan olduğun fikri kanına işlemiştir. Yüreğinin sesi cılız ve önemsiz kalır etraftan gelen gürültünün arasında. O yüzden her yerde benzerlerini ararsın. Başka şikayetçileri, başka sorgulayanları. Onlarla kümeleşir, onlardan beslenmeye, onlara tutunarak VAROLMAYA çalışırsın. Gelgelelim bildik devran orada da dönmeye başlar. Tanımlar, biçimler, yargılar, eksiler, artılar, kabul görenler, görmeyenler, seçerek katıldığın sosyal yapılarda da devreye girer. Ait olmak için, kendinden çıkman, beklentilerin içine oturman gerekir.

 

Öyle hemen yükselemez, hemen eşitlenemez, hemen VAROLAMAZSIN Senden öte protokoller vardır. Cızz sorular, tehlikeli cevaplar, dokunulmaz şahsiyetler… OYUNUN KURALLARI!!! Hayallerinin ve gönlünün peşinden gitmek adına fazla soru soran ve sürüye ters düşen kuzu, istisnasız her toplulukta – aile efradı, okul arkadaşları, iş arkadaşları, hayır hasenat dernekleri, müzik grupları, spor klüpleri, felsefe grupları – eşit ölçüde Tu Kaka’dır.

Ece Temelkuran bu SOSYAL ALLERJI fenomenini ”Kiraz Zamanı” isimli bir yazısında ne güzel ifade eder; ”Insanlar tuhaftır. En çok hayallerini gerçekleştirmiş olanlardan bahsederler. Ama onlara yapamadıklarını hatırlattıkları için de en çok onlardan korkar, en çok onları caydırmaya uğraşırlar.”

ÖTEKİ daima vücuda giren bir yabancı madde, bir kabustur. Benzeşme hevesi birliği ve gücü sağlarken, benzememekten korkmamak sorgulamayı ve karşılığında onaylanmamayı beraberinde getirir. Bu cesareti gösterdikçe yıpranır ve tabii bir o kadar da yıpratırsın…

Bilinç altlarımıza hükmeden tüm bu toplumsal paranoyalara rağmen, yine de her zaman bir DELİ bulunur uçuruma ayağını atmayı göze alan. Richard Bach’ın Mavi Tüy’ün giriş bölümünde anlattığı gibi tıpkı; “Birgün ‘Kimse Gelmese de Ben Giderim’ diyen biri, akıntının onu nereye sürükleyeceğini merak eder ve artık korkuluklara tutunmamaya karar verir”.

Hayır! Asla o kadar eğlenceli değildir bu yol; hatta çoğunlukla yıldırıcı zorluklar ve tuzaklarla doludur. Ve sen alıştığın üzere; doğru bilip bilmediğini, gaklı olup olmadığını, iyi yapıp yapmadığını söyleyecek birilerini arasın umutsuzca… Ama neyi tutsan elinde kalır; hangi ele uzansan birincisinde oradaysa, ikincisinde yoktur. Çünkü bu yol her geçenin tılsımlı sözcükleri kendince keşfettiği bir sır yoludur. Her yolcu kendi başının çaresine bakmakta ve her ayna gerçeğin ancak kendi durduğu açıdan gördüğü kadarını yansıtabilmektedir Ama bütünlük, en hakiki gerçek hala cevabı verilmemiş bir soru gibi içinde durur.

Kıızarsın, fiziksel anlamda etrafın çevrili olsa da… Dili diline, gönlü gönlüne yakın insanların sayısı giderek azaldığı için kızarsın. Komik ama ASLINDA hiç farketmeden sen de onlara SENDEN FARKLI oldukları için kızarsın

Yol ileri gittikçe etraf tenhalaşıyormuş gibi geldiği için bir hüzün çöker gönlüne. İşte gönül o vakit çığırmaya başlar YALNIZ YILDIZLARIN şarkısını;

‘Heeeyyyyy gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar..
Ben de yeryüzünde sizin kadar yalnızııııııııım!’

Kalbinin daraldığı, evlere sığamadığın bir gecede atarsın kendini sokağa. Yaşam senin varlığından habersiz tıkır tıkır kaynayan ve dibi tutmak üzere olan, vitamini kaçmış bir  sebze çorbası kıvamındadır. Üzerine yığılmış soruların, kaygıların, çelişki yumaklarının, hayal kırıklıklarının ve kendine acıma ataklarının arasında nefessizlikten boğulmamak için başını kaldırırsın yukarıya.. VE YILDIZLARI GÖRÜRSÜN…Boşlukta asılı duran ve karanlığın içinden göz kırpan çocuksu yıldızlar. Hem yalnız hem de bir sürüsü bir arada ne güzel dururlar. Yıldızlarin hiçbir alıp veremediği yoktur birbiriyle hiç itişip kakışmazlar, kendi sistemlerinin güneşinden aldıkları ışığı yansıtırlar usul usul aleme…

Hangimiz en parlağız diye sorgulamazlar; çünkü onları görevi OLMAKTIR. Evrenin garip dengesidir onları da yerinde tutan, VAR KILAN. Aynılık ya da fark aramazlar. Yıldızların kendilerine acıdıkları hiç duyulmamıştır; ne de kendilerini aşırı önemsedikleri… Neden orada olduklarını bilir ve onun gereğini yerine getirirler hepsi bu! Ve dolunca ışıltılı ama yalnız ömürleri, kayıp giderler içinden geldikleri evrensel yeniden dönüşüm havuzuna doğru… 

Belki EVE DÖNERKEN bir başka şarkıdır artık yolcunun hatırlaması gereken… Gönül Yazar Ablamın bir dönem gönüllere yazılmış o albümünde de varolan bir başka şarkı;

Ömrümce hep adım adım,
Her yerde seni aradım,
Ben kalbimden başka yerde
İnan seni bulamadım…

Alef Berfin

Alef Berfin bir mahlas... Alef ruhun nefesidir. Berfin ise kar tanesidir - evrendeki en hayranlık uyandırıcı tasarımlardan biri Ben bütün varlıkların ruhun nefesinden bir yansıma olduğuna ve muhteşem tasarımlar olduğumuza inanıyorum. Yaşamın kendimize doğru yürünen bir yol olduğunu düşünüyorum. Yazılarımda kendi deneyimlerimden yansımalar olacak. Biraz da hayalgücü...