Sonsuz:
Şu sıcak yaz gecesinde, önceki sayılarımızın aksine bu sefer çok derin sularda değil de, biraz daha keyifli konularda gezinelim diyorum. Tabii böyle bir bağlamla girince de, insanlık tarihinin en renkli konularından birine dalalım istiyorum: Kadınlar ve erkekler. Tabii bu konuya binlerce açıdan bakılabilir, ama ben genel bir gözleme dayanarak sizin fikirlerinizi almak istiyorum. Hiç uzatmadan sorayım sorumu? Neden bizimki gibi konularla, yani spiritüel, mistik, alternatif tarih araştırması… gibi, kadınlar daha çok ilgileniyor? Neden okurlarımızın daha büyük ağırlığını kadınlar oluşturuyor? Ya da tüm bu sorulardan önce, bu görüşüme katılıyor musunuz? Sizleri de daha çok kadınlar mı okuyor?

Cem Şen:
Evet genel olarak bu tür konulara kadınlar daha ilgili görünüyorlar. Bu konuda bir iki teorim var ama ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum. İlki sanırım kadınların erkeklere oranla daha kabullenici olmaları. İkincisi, günümüzde spiritüellik başlığı altında sunulan konular “Yin” konular. Yani öğretilerin yang tarafı eksik. Bunlar bilinmiyor batıda. Durum böyle olunca da genellikle daha fazla kadına hitap ediyor gibi görünüyor. Örneğin savaş sanatları gibi biraz daha yang olan konular erkeklere hitap edermiş gibi görünürken meditasyon benzeri daha naif daha yin konular kadınlara hitap ediyor. Elbette bunları uygulayan hem kadınlar hem de erkekler var, ama yine de sanki “spiritüellik” başlığı altında sunulanlara kadınlar daha ilgili gibi. Elbette bu teorim tartışma götürür.

Burak Eldem:
Ben daha genel ve olabildiğince yalın bir yanıt vermeye çalışayım. Evet, benim okurlarımın da ağırlıklı bir bölümünü kadınlar oluşturuyor. Tam bir oran vermek elbette mümkün değil ama tahmini olarak yüzde 60’ın üzerinde kadın okurum olduğunu sanıyorum. Benim fikrim, bu oranın yalnızca belli konulara, belli disiplinlere ya da ilgi alanlarına özgü olmayıp, “genel bir eğilim” sergilediği. Yani, tümüyle kişisel görüşüm, kadınların genel anlamda daha ilgili, bilgilenmek istediği konunun üzerine daha derinlemesine giden, daha kolay konsantre olabilen ve (hemcinslerimin hoşuna gitmeyecek belki ama) daha analitik düşünen bir yapıya sahip olduklarını düşünüyorum. Tabii bunun evrensel bir saptama olduğunu ileri sürecek durumda değilim; yalnızca, gözlemleyebildiğim ve inceleyebildiğim kadarıyla, ortaya çıkan tablonun bende uyandırdığı izlenimden söz ediyorum. Bu görünüm, bir anlamda kendi dünya kavrayışımın içindeki anahtar bileşenlere de uyuyor bir şekilde. Yani, yerleşik uygarlığı başlatanlar, kadınlar; tarımı bulanlar, kadınlar; tapınak sistemini oluşturanlar, kadınlar. Günümüzde, erkek-egemen toplumun koşullamaları altında bazı nitelikleri geçici olarak “körelmiş” gibi de görünse, kadınlar bu “temel” özelliklerini, bu “genetik” karakterlerini sürdürüyorlar deyip, şimdilik noktayı koyayım.

Sonsuz:
Cem az önce “spiritüellik” gibi uygulamaların daha yin olduğunu söyledin. Kadınlara daha hitap ettiğini. Yang uygulamaların ise savaş sanatları gibi erkeklere daha uygun olduğunu. Bu konuyu biraz daha açabilir misin? “Yin”e fazla dalmak delikanlıyı bozar mı yoksa? : )

Cem Şen:
Tüm öğretileri 2 temel grup altına toplamak mümkün. Bunlardan bir tanesi yin, diğeri ise yang çalışmalar. Yin çalışmalar genel olarak daha yumuşaktır, gevşeticidir, kabullenmeyi ve inancı gerektirir, Yang çalışmalar daha dinamik, daha sert ve daha canlandırıcıdır. Kadınların doğaları gereği yin çalışmalara daha fazla çekildiklerini sanıyorum. Bununla birlikte elbette ideali bu iki çalışma grubunun bir araya getirilmesi. Spiritüel çalışmalar delikanlıyı bozar mı konusunda ise şunu söyleyebilirim. Yang çalışmalar eğer yin çalışmalarla desteklenmezse erkekleri biraz maçolaştırabileceği gibi yin çalışmalar da tam ters bir etki yapabilir. Yine de bunun yalnızca cinsel anlamda kullanmıyorum. Bu kategoriye pek çok şey giriyor. Mesela gece daha fazla yaşayan birisinin cinsel enerjisi gündüz yaşayan birine göre biraz daha düşük olabilir. Kuzey iklimlerinde yaşayan insanların cinsel enerjileri de aynı şekilde biraz daha düşük olabilir. Yani bu dıştaki enerjinin içi etkilemesi ile ilişkili. Ben her ne kadar cinsel temelli kullanmasam da konu ister istemez cinselliğin alanına giriyor. Bunun nedeni de ruhsal gelişimin cinsel enerji ile ilişkili olması. Yani cinsel enerjinin doğru bir şekilde kullanılması ruhsal gelişim için gerekli bir şey.

Sonsuz:
İkinizin yanıtlarından öyle bir noktaya geldik ki dişi enerjiyi hem sosyokültürel, hem de spiritüel açıdan konuşabiliriz ki aslında yine dönüp dolaşıp dünyanın yaşamakta olduğu değişim süreciyle bunu çakıştırmak istiyorum. Sevgili Burak, her ne kadar erkek egemen bir dünyada yaşıyor gibi görünüyor olsak da değişimleri yaratanın kadınlar olduğunu söyledin. Peki olası bir “yeni dünya”yı da kadınlar “yeni dünya”nın yaratımında kadınlar mı önde olacak yine? Bu değişim süreci, kadınların yeniden uyanacağı bir dönem mi? Bu bağlamda üç kıtanın kesişim noktasındaki bir ülkede kadınların iyice baskı altına alınmaya çalışılması, sembolik bir anlam taşır mı, değişime karşı duran muhafazarkarlık adına.

Burak Eldem:
Çok basit, çok yalın bir noktadan girerek başlayayım yine. Her şeyden önce, bir “varoluşsal nitelik”, belki daha doğru bir nitelemeyle “genetik” bir ana karakter söz konusu: Uygarlığın başlamasının öncesine bile gitseniz, kadın her zaman “yerleşik” ve “ev sahibi” konumunda, erkekse daha hareketli, daha değişken, daha dinamik bir rol üstleniyor. Çocukları doğuran, yetiştiren ve sosyal yapıya hazırlayanlar, kadınlar. Barınılan yerleşim yerinin “sahibesi”, kadınlar. İlk büyük ve kalıcı yerleşimlerden itibaren kadının bu konumu, doğal bir rol paylaşımını birlikte getirmiş. Daha uzun vadeli planlar, daha genel ve kapsayıcı konularda fikir yürüten, planlama yapanlar kadınlar olurken, erkekler daha pratik, daha kısa vadeli alanlarda rol üstlenmişler. En az altı bin yıl öncesinden söz ediyoruz. O günün spiritüel anlayışına bakalım: Bir “Dünya Anne” var, doğurgan, gözetici ve koruyucu. Bu, aynı zamanda, “Evren Anne” gibi de anlaşılabilir. Bu temel ilke uzantısında, sosyal yapının süreğen ve uzun vadeli işlerinin planlamasında, toplumun değiştirilmesinde kadın ağırlığı son derece belirgin. Bilgiyi sistematikleştiren, koruyan ve geliştiren ilk spiritüel/düşünsel merkezler de, yine bu “Dünya Anne” için yapılan tapınaklar. Şimdi, bu süreç için “anaerkil” teriminin kullanılmasına modern araştırmacı ve uzmanlar karşı çıkıyor. Çünkü, bugünün “ataerkil” yani erkek-egemen sisteminin tam karşı kutbunda, bir “kadın-egemen” sistem gibi algılanıyor bu terim. Bunun yerine önerilen, “matrifocal” yani “anne-merkezli” sistem. Burada cinsiyetlerin birbirine üstünlüğü yok; tam bir eşitlik ve görev paylaşımı söz konusu. Ne var ki, tarihin belli bir evresinde şiddet ve kaba gücün üstünlük sağlayıcı, zorlayıcı gücü fark edildiğinde, bu sistem tersine dönmüş ki, yaklaşık beş bin yıla yakın bir süredir bu evreyi yaşıyoruz. Kadınlar, süreç içinde giderek daha baskı altına alınmış; toplumun temel işlevlerine yapabilecekleri katkılar engellenmiş ve “sınıflı toplumlar”ın ortaya çıkışında ilk adım, kadını zapturapt altına almak olmuş. Eğer bu uzun süreç içinde yeniden bir altüst oluş ve dalganın tersine dönmesi eğilimi sezebiliyorsak ve kadının daha özgür, daha verimli olacağı bir toplumun ufukta görünüp görünmediğini sorguluyorsak, şunu söylememiz gerekiyor: Sınıfların ortadan kalktığı ve insanların bireysel nitelik ve çabalarıyla toplumsal yapıda yerlerini aldığı ideal bir sisteme doğru yürüyüş için, ilk önce, tarihin o uzak evresindeki kırılma noktasının onarılıp, değişime o evreden başlanması lazım. Yani ilkin kadının özgürlüğü net ve tartışılmaz biçimde gelecek, sınıfsız toplum ancak o zaman bir “ütopya” olmaktan çıkacak. Böyle bir tarihi değişime doğru yaklaşıldığı aşikar ama bunun ne kadar zaman alacağını kestirmek zor. Ama senin sorduğun soruya, kısa bir yanıt vereyim: Bu topraklar, yani Anadolu, bilebildiğimiz kadarıyla uygarlığın tohumlarının ilk ortaya çıktığı, Ana Tanrıça düşüncesinin ve Anne-merkezli sosyal yapının anayurdu. Binlerce yıl sonra bugün, kadının hala akıl almaz sosyal, siyasi, ekonomik, psikolojik ve elbette cinsel baskılar altında tutulmak istenmesi, son derece ironik ve rahatsız edici. Bir şeyi net olarak söylemek lazım: Kadınların özgürlüğü, bizlerin “yüce gönüllülüğü” ile onlara hediye edilmeyecek. Ya da, erkek dünyasının kuralları içinde “erkekleşen kadınlar” için geçerli bir özgürlük olmayacak, sözünü ettiğimiz. Kadınlar bunu, kendileri sağlayacak, kendileri sahip çıkacak, kendileri geliştirecek. Bu süreç içinde “ben özgürlüğümden gönüllü olarak vazgeçiyor ve erkek-egemen bir inanç anlayışının gerektirdiği biçimde, kendi özgür irademle kendimi zincirlemek istiyorum” diyenlerce oluşturulacak “zahiri” umut kırıcı görüntülerle de karşılaşacağız tabii. Ama son tahlilde, ivmenin kadınlardan yana olduğunu ve değişimin anahtarının onların elinde olduğunu düşünüyorum.

Sonsuz:
Sevgili Cem, Burak Eldem’in az önce söylediklerinde dikkatimi çeken bir cümle oldu: “Tarihin o uzak evresindeki kırılma noktasının onarılıp, değişime o evreden başlanması lazım.” Bu onarımın, günümüzde yaşadığımız spiritüelliğe olan ilgiyle bağlantısı var mı? İnsanoğlunun içine dönüp, kendini keşfetmesi; içindeki dişi enerjinin ortaya çıkartılması ve bunu yapan çokça insanın varlığı, bir “devrim”i tetikleyip, bu iyileşmeyi gerçekleştirebilir mi?

Cem Şen:
İlk olarak günümüz spiritüel yaklaşımlarından bahsederken sanırım dünya genelindeki durumu değerlendirmek lazım ki bu hiç de kolay bir iş değil. Lokal bölgelerde, örneğin Türkiye’de spiritüalizmin durum ile Çin’deki ya da ABD’deki spiritüalizmin durumu farklı. Temelde, tarih boyunca spiritüalizm o yöre topraklarına uygun şartların bir sonucu olarak belirmeye başlıyor ve genellikle de yalnızca o kabilenin, o toprakların öğretisi oluyordu. Bİldiğiniz gibi tek tanrılı dinlerin neredeyse tamamı, buna ek olarak da farklı şaman kültürlerinin şamanizm yöntemleri, hepsi bulundukları bölgeye ve doğduğu kabileye göre değişkenlik gösteriyor. Bu da ister istemez acaba benim bölgemdeki öğreti benim ihtiyacım olan öğretidir ve geri kalanına ihtiyacım yoktur diye mi düşünmeliyim sorusu beliriyor.

Konunun kadın mı yoksa erkek mi kaynaklı olduğu ise bana göre biraz daha farklı bir mesele. Evet ilk dönem spiritüalizminde pek çok bölgede kadınlar önem taşımaktaydı. Hatta Altay bölgesinde günümüzde bile eğer erkek şamanın bir elbisesi yoksa kadın kıyafetleri giyip öyle ayin yapar. Elbette bunun nedeni o öğretinin durumu ile ilişkili. Şamanizm, ruhlarla (iyi ya da kötü) bağlantı gerektiren bir öğreti olduğu için benim az önce söylediğim yin öğretiler sınıfına giriyor. Fakat farklı kültürlerde şamanizm aynı değil. Çin’deki şamanizm ile Amerika kıtasındaki şamanizm farklı. Hepsi de alt, orta ve üst dünyaları kullansa da yöntemleri arasında bir takım farklılıklar var. Bu girizgahtan sonra şu yaygın kanıya aksi bir şey söylemek istiyorum: Spiritüalizm modern çağla birlikte kayboldu; biz yeni akımlarla onu keşfediyor ve dünyayı daha yaşanacak bir yer yapmaya çalışıyoruz. Ama bir yandan da manevi akımlar hiçbir zaman kaybolmadı. Onlar insan denen yaşam formunun donanımının ayrılmaz bir parçası olarak geliyor. Yani eğer bilgisayar terimleri ile konuşursam, maneviyat bir insan için “default”. İnsanın daima inanmaya ve kendinden büyük olan sorulara yanıt bulmaya ihtiyacı var; bu da çok normal. Bu nedenle ben günümüzde bir şeyler kayboldu ve şimdi onları geri getirmeliyiz diye düşünmek yerine, geçmişte olanlar geçmişte kaldı, bugün yeni bir gerçeklik var; acaba biz bu gerçeklikte ne yapabiliriz sorusunu sormayı tercih ediyorum. Bu gerçeklik değişiminin kadınlar tarafından mı yoksa erkekler tarafından mı başlatılacağını bilemiyorum. Ama tanrıça kültü ve dişi enerji 90’lardan bu yana yeniden popüler oldu ve bu enerjinin nasıl uyandırılacağı tartışıldı. Tanrıça ya da dişi enerji aslında kadınlara ya da kadınlığa özgü bir şey değil. O, kadın ya da erkek hepimizin içindeki bir enerji türünü ve bir anlayışı tanımlıyor. Genellikle de korumaya, kollamaya, bakmaya ve beslemeye eğilimli, affedici bir enerji türü. Eğer dünyaya verdiğimiz zararları bu tür bir enerji tamir edecek dersek yanılmış olmayız sanırım. Elbette ilgi, şefkat, koruyuculuk, affedicilik çok değerli ve insana huzur veriyor. Buna karşın bu duygunun ya da bu tarz bir enerjinin mesela bizi 50 km çapında bir asteroidden koruyacağını düşünmek biraz iddialı bir yaklaşım. Yani eğer bir yokoluş ihtimalinden bahsediyorsak bunun nereden ve nasıl geleceğini bilmiyoruz. Bu tür bilgiler ne yazık ki bize ait bilgiler değil. Biz sadece günümüzdeki sorunlara işaret edebilir ve onların çözümü için öneride bulunabiliriz. Bu bile ne kadar yeterli, HATTA gerekli tartışılır. Bunun nedeni şu iki kelimede gizli: ZAMANDA USTALAŞMAK. Pek çok şeyin sırrı işte burada. Zamanda ustalaşmadan eldeki bir durumu doğru tahlil etmek mümkün değil. Zamanı ne yazık ki geleceğe doğru değil yalnızca geçmişe doğru değerlendiriyor ve eğer şu olduysa o zaman bu olabilir diye bir çıkarımda bulunuyoruz. Fakat zaman ya da gerçeklik böyle işlemiyor.

Bugün baktığımızda Helen Uygarlığı’nın Roma’ya katkısını, Roma’nın Bizansı yaratışını, Bizans’ın Avrupa ve Osmanlı üzerindeki etkilerini izleyebiliyoruz ama Roma dönemindeyken bunun Bizansı yaratacağını asla bilemeyecektik. Selçuklu’nun Osmanlı’ya dönüşüceğini bilemeyecektik. Bilebileceğimiz tek şey şu olacaktı. Doğan her şey ölür, yaratılan her şey yokolur, yükselen her şey düşer. Bunlar kesin olgular. Bu durumda bir şeyin düşüşünü ne kadar kötü algılarsak algılayalım bu, yeni bir başlangıç yaratıyor. Selçuklu için kötü olan son, Osmanlı için şanslı bir başlangıçtı. Bu nedenle insanların günümüzde biraz fazla endişeli olduklarına inanıyorum. Eğer bu bir son ise, o zaman bırakın bir son olsun. Bitişler hayatın kaçınılmaz parçalarıdır. Bırakın bitsin ve yerine yenisi başlasın.

Sonsuz:
Sevgili Burak, değişim anahtarının kadınların elinde olduğunu söylemiştin. Bunun altının çizilmesi ve daha da açılması gereken bir konu olduğunu düşünüyorum. Kadınlar nasıl yapabilirler böyle bir değişimi? İlla sokaklara mı dökülmek gerekiyor birşeylerin değişmesi için, yoksa bunun yolu yöntemi daha mı farklı? Ayrıca erkeğin konumu nedir böyle bir durumda? Ya da daha dar bir ifadeyle, bu röportajı okuyan, konular üzerine düşünen, kendini dinleyen, tanımaya çalışan erkeğin konumu diyelim.

Burak Eldem:
İlkin, kısa bir giriş yapayım: Cem’in söylediklerinde, özellkile de tarihe gönderme yapan noktalarda tartışmaya açık şeyler var ama bunlara girersek içinden çıkamayız. O yüzden, yalnızca kısa bir düzeltmeyle yetineyim: Ben “geçmişte yitirilmiş bir şeyleri bulup geri getirmek”ten söz etmedim. Koşullar bugünün koşullarıdır ve yaygın deyişle “su yolunu bulacaktır” zaten. Bugüne nereden geldiğimizi görmenin yolu, geçmişe bakmaktan ve kırılma noktalarını doğru saptamaktan geçiyor. Bitişlerden korkmama meselesine katılıyorum; elbette, evren zaten bitiş-başlangıç ya da ölüm-yeniden doğum üzerine kurulu. Yalnızca “biteni” görmek ve “başlamaya hazırlananı” iyi sezmek gerektiğini düşünüyorum.

Senin soruna gelince: Kadınların sokağa çıkıp, erkeklerle barikat savaşı yapmaları değil tabii, değişimin anahtarını taşımak. Her şeyden önce, kadının kendi varlığını, potansiyelini, sahip olduklarını görmesi ve bunları kullanarak bizzat hayatın içinde yer almayı bilmesi gerekiyor ki, ben genetik olarak bu niteliğe sahip olduklarını düşünüyorum zaten. Burada önemli olan nokta şu: Modern dünya içinde kadınları “üretime aktif olarak çekme” yolundaki işgücü simsarlığının, kadının özgürlüğü ya da bağımsızlığını sağlama yolunda atılmış adım olmaktan çok, sistemin kendi bağışıklığını güçlendirme çabaları olduğunu doğru saptamak gerek. Başarılı, özgür kadın imgesi altında, aslında erkek-egemen sisteme ve onun kurallarına uyum sağlamış, yani giderek “erkekleşmiş”, sertleşmiş, şiddeti (açık ya da gizli) bir yöntem olarak benimsemiş farklı bir kadın imgesi dayatılıyor ki, bu aslında özgürlüğe ve eşitliğe giden yolu kısaltmak şöyle dursun, önüne set bile çekebiliyor. “Kadın kadının kurdudur” sözünü doğrulayacak derecede, salt bu belirlenmiş, verili “modern dünya”da güç edinebilme adına kendi doğal karakterinin dışında rollere bürünen kadını dışta tutarak düşünmek ve bunu “sistem ürünü” olarak görmek gerek.

Kadın, kendi varlığının farkına varmalı; kendini erkek dünyası içinde onun kurallarıyla var edecek yöntemleri zorlamak yerine, yeni bir dünyanın hızlandırıcısı ve eşit ağırlıktaki aktörü olarak görmeli. Erkeklerin de kadını nasıl gördükleri önem kazanıyor. Modern, özgürlükçü ve sağduyulu dediğimiz erkeklerde ble kadına “özgürlük bahşedilecek” bir varlık olarak görme eğilimi var. Kadın ne “fethedilecek bir kale” olmalı, ne de dizlerinin dibine oturup sığınılacak bir liman. Birlikte, yan yana yürümenin, gerçek anlamda “eş” olmanın yol ve yöntemlerini, kendi doğallığı içinde bulmamız ve geliştirmemiz gerekiyor. Kendine saygı duyan, erkek kurallarına ve erkeğe teslim olmayan kadınlar ile, yine kendine saygı duyan ve kadını “elde etmeye”, sahip olmaya ve hükmetmeye çalışmayan erkeklerin oluşturacağı bir çekirdek toplumun lokomotifi olmaya başladığı anda, çok temel bir sorun, “gerçek aşk” dediğimiz o spiritüel olguyu da tüm yalınlığı ve gerçekliğiyle yaşamaya başlayabileceğiz. Tabii, onun ayrılmaz parçası olan gerçek cinselliği, yani “üreme” ve “yatakta tahakküm” üzerine kurulmayan, coşkulu, heyecan verici ve paylaşımcı cinselliği. Spiritüel unsur, bu noktada daha da önem kazanıyor benim düşünceme göre. Evrenin yapısı içindeki farklılıklarımızı ve birbirimizi tamamlayışımızı fark ettiğimiz ve bunu özümlediğimiz oranda, doğru dürüst sevişmeyi de öğrenebileceğiz. Dolayısıyla, kadınla erkeğin yürümekte olduğu yolu, zaten gelmekte/doğmakta olan koşullar büyük oranda belirliyor. Eğer bu süreç içinde olumlu anlamda bu değişimle baş etmeyi ve yönlendirmeyi becerebilen bir nesil yetişirse, çok daha sağlıklı yönde bir değişimin başlayabileceğini düşünebiliriz. Ama tarihte her şey “idealize edildiği” gibi yürümeyebiliyor. Bambaşka yönlere, bambaşka eğilimlere doğru da gidebilir bu değişimin vektörü. Diyebiliriz ki, yaklaşmakta olan yeni dönemi, kadın ve erkeğin ayrı ayrı kendini tanıması, algılaması ve birlikte yürümeyi başarıp başaramaması belirleyecek.

Sonsuz:
Sevgili Cem, 68’lerin “Savaşma Seviş” sloganı vardı. Peki bu kuşağın sloganı ne olabilir sence? “Seviş, ama Hakkını Vererek” mi? Kısacası aslında konumuz bağlamında cinselliğe ve cinsel yönden kadın-erkek iletişimine girmek istiyorum biraz.

Cem Şen:
Öncelikle olarak normal yaklaşımımın dışına çıkıp biraz Burak ile uğraşayım. Ama eğlenmek için yalnızca. Okuyucular aramızdaki konuşmaları bilmedikleri için ciddi bir şey sanmasınlar. Burak’ın söylediği bir iki şeye karşı çıkacağım ya da belki de genişleteceğim bilemedim. İlk olarak neler geleceğini sezip ona hazırlanmak kavramını sorgulamak istiyorum biraz. Neler geleceğini sezen bir çok iyi düşünür var bu dünyada; bence içlerinden bir tanesi de kesinlikle Burak’tır. Yağcılık olsun diye söylemiyorum gerçekten. Bununla birlikte Burak ve benzeri insanların yaptırım güçlerine baktığımızda neredeyse güçlerinin sıfır olduğunu görüyoruz. Ellerinde bir plan var mı dersen ne yazık ki o da yok. Bunun nedeni onların öneri sunmaktan çok sorunu işaret etme misyonlarının olması. Yani bu bir eleştiri değil. Zaten böyle yapmalılar. Eğer birisi bana çıkar da dünyayı kurtaracak bir planım var derse ona asla inanmam hatta tehlikeli bile bulurum. Geleceği sezme konusunda sözüne en güvendiğim insan Daniel Quinn’dir. Yazdıkları ile milyonlara ulaşmasına karşın bir değişim yaratabildi mi? Evet ama çok kısıtlı. Uzun vadede bu çok kısıtlı etkinin büyük ve istediğimiz anlamda bir sonuca ulaştırıp ulaştıramayacağını bilmiyoruz. Yani sorunu sezmek ve ona hazır olmak küresel çapta biraz zor bir ütopya; neredeyse romantik bir fikir. Geleceğin ne olacağı yalnızca dünya düzeni belirleme gücüne sahip olan gruplar tarafından net olarak biliniyor ya da bu gruplar çok hızlı hareket ederek bu gelişimi mümkün olduğunca manipüle edebiliyorlar. Elbette bu Burak’ın geleceği sezip bunu yazmayacağı anlamına gelmiyor. Tabi ki bunu yapacak. Ama ne yazık ki sanırım etki alanı çok sınırlı olacak. Belki bireysel olarak az sayıda insana faydası olacak. Kaldi ki bunda da bir sorun yok. Karşı çıkacağım ikinci konu ise, meseleyi biraz fazla kadın temelli ele alışımız. Açıkcası ya ezilen ve gücünü kullanamayan ya da erkekleşen ve gerçek rollerini yitiren kadınlardan bahsediyoruz. Allah aşkına “artık adam gibi adam kalmadı” “Nerede bütün erkekler” gibi lafları duyan bir tek ben mi varım? Yoksa benim fazla mı kadın arkadaşım var? Kadınlar erkekleşirken, erkekler de bir anlamda kadınlaşmaya başladılar. Elbette toplumsal yapı üzerinde belirleyici rolleri kısıtlı olan insanlara baktığımızda onların hala ataerkil bir toplumda yaşadıklarını söyleyebiliriz. Buna karşın karar mekanizması olan ve onu yöneten güçler artık yalnızca erkeklerin elinde değil. Kadınlar rollerini unuturken erkekler de rollerini unutuyorlar. Bunun ileride nereye gideceği konusunda tıpkı Burak gibi ben de bir tahminde bulunabilirim ama bunun gerçek olup olmayacağını bilmiyorum. İlk olarak bildiğiniz gibi kadın nüfusu hızla azalıyor. Bu, üremeyi kontrol altına almak için etkili bir doğal yöntem gibi. Erkeklerin sperm sayısı hızla düşüyor. Bugün artık 50 yıl önceki oranlara sahip değiliz. Kadınlar bir zamanlar erkeklere özgü hareket ve davranış kalıplarını benimserken erkekler de kadınlara özgü davranış kalıplarını benimsemeye başladı. Yakında çalışan kadın ve evde oturup çocuk bakan erkek gerçekliğini bugün olduğundan daha fazla görecek ve bunu garipsemeyeceğiz. Bu iyi mi yoksa kötü mü bilmiyorum. Yalnızca buna doğru, yani cinsiyetlerin ortada bir yerde buluşmaya başladıkları bir geleceğe doğru ilerleyeceğimizi “seziyorum”. Peki ama bu konuda ne yapacağız? Ya da ne yapabiliriz? Kendi adıma ben cinsel enerji çalışmaları biliyorum. Yani diyeceğim siz kendi halinize yanın. Haha. Neyse şaka bir yana, gerçekten bunun gideceği yeri tam olarak bilmiyorum. Belki bu anlamda 1 adım sonrasını görebiliyorum ama bir kaç adım sonrasını görmekte zorlanıyorum. Görsem bile bunu nasıl engelleyeceğimi, engelleme gücüm olsa bile bunu yapmam gerekip gerekmediğin bilmiyorum. Yani bu çağ ’68 kuşağı gibi savaşma seviş çağı olmayacak sanırım. Her şey bir yana seks, iki bedenin doğru miktarda dişi ve erkek enerji yaratması ile oluşur. Yani, bu iki karşıt enerji bir tür gerilim yaratır ve bu gerilim cinsel uyarılma ile birlikte seksi başlatır. Fakat kadının gittikçe yang’laştığı yani erkekleştiği erkeğin ise gittikçe yin’leştiği yani kadınsılaştığı bir durumda bu nasıl mümkün olacak? Sanırım pek kolay olmayacak. Bu durumda belki yeni kuşağın mottosu “Savaşma, sevişme” olabilir. Hepimiz biliriz ki dünyada en eski iki neden bulunur. Bu iki neden her şeyin altında bulunabilir: 1. Para, 2. Seks. Hal böyleyken, anladığımız kadarıyla seks azalıp savaşlar da azalırsa o zaman insanlara yapacak pek az bir şey kalır. Peki bu durumda insanlar ne yapabilir? Belki insanlar yeni bir insan türü yaratabilir: Mesela Ruhsal İnsan. Latincesi nasıl olur? Homo-Spiritus filan belki. Bunun nedeni ise şu olabilir. Denklemden cinselliği çıkarmayı başardığımızda, enerji doğrudan doğruya ruhsal kanallara yönelmeye başlar. Yani seksin azalması belki o çok arzulayıp durduğumuz aydınlanmayı beraberinde getirebilir. Bilinen bir durumdur; kadınlar dominantlaştıkça, erkeksileştikçe, iş dünyasında başarılı olmaya başladıkça tuhaf bir şekilde seksten de uzaklaşmaya başlıyorlar. Kadın ne kadar dominantsa sekse duyduğu ilgi o kadar azalırken, erkek tercihi de biraz pasif, kadınsı erkeklere yönelik oluyor. Yani roller tam anlamıyla olmasa bile büyük oranda yer değiştiriyor. Yani bu ortada buluşma hali sanırım en fazla cinsel hayatımızı etkileyecek gibi görünüyor ki belki de bu iyi bir şeydir. Belki de bu sayede nüfusumuz biraz azalır; kim bilir? Yani gerçekten olan şeyin iyi mi kötü mü olacağını nereden bilebiliriz?

Sonsuz: 
Sayın Burak Eldem, karşı masadan sataşma geldi. Buyrun söz sizde.

Burak Eldem:
Vallahi doğrusunu söylemek gerekirse, Cem beni fena halde hayal kırıklığına uğrattı. Benim söylediklerime karşı çıkacağından söz ettiğinde umutlanmıştım, şimdi “Taocu Seks” kıvamında kallavi bir yanıt gelecek diye. Ama güvendiğim dağlara kar yağdırdı, bize bu kadarcık aydınlanmayı bile çok gördü, üstelik erkek milletini de “yumuşak ve metroseksüel” bir kıvama gelmekle suçlayıp, delikanlılığımızıda yerle bir etti. Susma hakkımı kullanmak isitiyorum.

Şaka bir yana, tek bir şey söyleyeyim: Sosyal etkiler, değişimler, biyoloji dışı faktörler ne kadar güçlü olursa olsun, çok sağlam bir DNA var ortada ve hormonlar, erkekler evde çocuk bakıyor diye çalışmaktan vazgeçmiyorlar. Görünürde böyle bir değişim ne kadar geneldir, onu da bilmiyorum. Belki kentli çevrelerde, belli bir kesim için geçerli olabilir. Ama genelde “Haydi kadın, yat aşağı” diyen erkeklerin hala ezici çoğunlukta olduğu; “töre cinayetleri”nin asla eksilmediği bir toplumda yaşadığımızı da akılda tutmakta yarar var gibi geliyor bana.

Sonsuz:
Böyle yoğun konuşmalardan sonra biraz gevşeyelim istiyorum. Hazır karşımızda bir üstat, hatta kitabını yazmış birisi de varken. Sevgili Cem, bu Kamasutra, Taocu Sevişme teknikleri gibi konuların, insanlığın kendi cinselliğini keşfetmesi konusundaki etkisi nedir? Yani cinsel enerjiyi coşturmak için illa ki böyle teknikler şart mıdır? Yoksa klasik yöntemlerle de kundaliniyi kökleyebilir miyiz?

Cem Şen:
Önce Burak’a bir kez daha taş atayım. Çok eğlendim ben bu işten. Sevgili Burak, elbette DNA’lar çok güçlüdür ama en babayiğit adama biraz fazla kadınlık hormonu versen bıyığı düşer. İstersen bir sonraki sohbetimize kadar her gün 2 litre soya sütü iç. Sonra yeniden konuşalım bu meseleyi. Benim uzmanlık alamın ya tutma beni Burakçım. Soya sütü derken, cidden bu süt feci halde tüketiliyor erkekler tarafından ve soya yapısı itibariyle aşırı derecede Yin’dir. Bu kadar yin olunca da gerçekten hormonal yapıyı değiştirebilir. Genlerimiz ne kadar güçlü olursa olsun, içinde bulunduğumuz şartlar, beslenmemiz, hayata yaklaşımımız, kimlerle zaman geçirdiğimiz, nasıl nefes aldığımız gibi bir sürü şey bizim cinsel yapımız ve zihin durumumuz üzerinde belirleyici bir rol oynar.

Şimdi sevgili editörümüzün sorusuna gelecek olursak… Genel olarak doğru uygulanan bazı ruhsal çalışmaların cinsellikten alınan tadı ve hazzı artırdığı bir gerçektir. Bunun için pek çok yöntem var. Bu yöntemlerin içinde Taocuların teknikleri de haklı bir üne sahip desem abartmış olmam sanırım. Yani gerçekten de Taocuların konuya yaklaşımları anlaşıldığında cinsel yaşamın renkleneceği, alınan hazzın artacağı ve buna paralel olarak sağlığın da daha iyiye gideceği bir gerçek. Erkekte ve kadında cinsel enerjinin nasıl artırılacağının, yine hem kadın hem erkekte cinsellikten alınan hazzın nasıl artırılacağının incelendiği pek çok yöntem bulunuyor. Bu yöntemler gerçekten oldukça etkili yöntemler. Fakat kadının başka erkeğin başka çalışmalar uygulaması gerekiyor. Buna ek olarak biraz önce bahsettiğim gibi beslenmenin büyük bir önemi var. Daha doğrusu beslenme stratejisinin. Örneğin et, fazla yang bir besindir ve bu nedenle de aşırı et tüketmek erkekte cinsel enerjinin artmasına neden olabilir. Ama bu tek başına güçlü bir cinsel enerji için yeterli midir? Kesinlikle hayır. O zaman sperm sayısı düşük herkes et yerdi olur biterdi. Üçüncü önemli etken zihnin durumu ki bu meditasyonun alanına giriyor. Dördüncü etken ise nefes. Nefes belki de bu denklem içinde cinsel enerjiyi en fazla artıran şey diyebiliriz. Elbette tek başına cinsel enerjinin artması da iyi bir cinselliği garanti etmeyecektir. Cinselliğin kalitesi insanların ruh durumu, bedenlerinin durumu, hatta o gün iklimin durum tarafından bile belirlenir. Fakat genel olarak karşı çıktığımız bir şeyi cinsellik için de kullanabiliriz. Açgözlülük sanırım bu dünyada bir insanın başına gelebilecek en büyük belalardan biridir. Hayatta olduğu kadar cinsellikte de açgözlülük ve beklenti seksin kalitesini bozar. Yani daha fazla daha iyi değildir. Hatta bazen biraz daha az daha iyi bile olabilir. Cinsel enerjinin ılımlı ölçülerde yüksek tutulması çok önemlidir. Ben bazı çalışmaları öğrencilerime öğretirken çok temkinli davranırım. Örneğin öyle nefes teknikleri vardır ki, bir erkeği viagra almaktan daha beter uyarırken bir kadını da aynı şekilde afrodizyak almaktan daha fazla uyarabilir. Üstelik bu egzersizler, kişinin eylem sonrasında bir tükenme ile karşılaşmasına da izin vermezler. Yanıtımı biraz uzattığımın farkındayım o nedenle kısa bir özetle yanıt vereyim: Evet, bu öğretilerden cinsel enerjimizi artırmak ve cinsel hayatımızı daha kaliteli hale getirmek için faydalanabiliriz.

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...