İnsan mutsuzluğunun kaynağı özde tek de olsa, birkaç ana nehir tarafından beslenir. Bu nehirlerden bir tanesi, insanın doğal çevresi ile olan uyumunu yitirmesidir. Kişinin doğal çevresi ile uyumunu anlatan yapıya kültür ve lisan diyoruz. Bir topluluk kültürünü ve lisanını yitirmeye başladığında o kültürün üyeleri kendilerini üstesinden gelemedikleri bir endişe ve mutsuzluk içinde bulurlar. Bunun sebebi kültürün yüzyıllar içinde, içinde bulunulan coğrafyaya uygun olarak gelişmiş doğal bir denge durumu, doğal bir iletişim hali olmasından kaynaklanmaktadır. Bu uyumu yitiren bir toplum, belli bir kültüre zorlanırken bir yandan da kendine iyi geleceğine inandığı başka coğrafyanın iletişim biçimi olan kültürleri kendi coğrafyası ile iletişime geçmek için kullanmaya çalışır. Sonuç hüsrandır. Çöl coğrafyası için uygun olan kültür Akdeniz coğrafyası, Akdeniz coğrafyası için uygun olan kültür Kutup kuşağı coğrafyası için uygun olmayacaktır.

İnsanlık tarihinin bir döneminde, delirmiş ve korku dolu bir kültür ortaya çıktı. Aslında yok olması gereken bu uyumsuz kültür, korkusunun şiddetinden doğan korunmacı ve saldırgan yapısı ile çevresindeki komşularını ikna ya da zorlama yöntemi ile kendine benzetmeye kalktı. Kendini güvende hissetmesinin tek yolunun diğerlerini de kendine benzetmek olduğu yanılgısına kapıldı. En büyük hamleyi daima çocuklar üzerine yaptı. Eğer çocukları kendi kültürüne uygun eğitebilirse, tüm kültürü bir iki kuşak içinde değiştirebileceğini bildi. Bu taktik, dini, siyaseti, bilimi bir öğretim aracı olarak kullanıp farklı toplumları tek bir kültür çatısı altında toplamaya kadar gitti. Okul adı verilen ve günümüzde tüm dünyada tek müfredatı olan tek bir ana, baskın kültüre koşullama kurumu böylece bugünkü mükemmelliğine ulaştı. Bugün, yaklaşık 5000 yıllık bu tek kültür stratejisi neredeyse sonuca ulaşmak üzere. Yakın bir zamanda, kendi coğrafyasına uygun olmayan ve yalnızca tüketime dayalı, dolayısıyla da sürdürülemez kültür artık tüm dünyaya hakim olmuş olacak. Bu uyumsuz, korku dolu ve saldırgan kültürün insanları, mutlu bir yaşam için en önemli şeyi, yani hayatlarına bir amaç ve anlamı bulamadan yaşamaya çalışacaklar. Bu kabus şu anda gerçek oldu.

Dolayısıyla insanın mutluluğunu besleyen ana nehirlerden bir tanesi onun bireysel travmaları değil, onun uyumsuz bir kültüre hapsolmuş toplumsal hayatı. İşte ilk olarak mücadele edilmesi gereken düşman bu. Hiçbir kültüre özenmeden, hiçbir kültürü ihraç etmeden, doğrudan doğruya kendi coğrafyamızla, kendi iklimimiz ile uyumlu kültürü yeniden canlandırabilmek. Çok güç görünen bir çaba bu. Eğer bu çaba size zor gelirse o zaman ilk olarak kültürün size anlattığı hiçbir yalana inanmamayı deneyebilirsiniz. Kendi doğal kültürünüzü bulamasanız bile en azından size dayatılan kültürü, inancı, yaşamı bu şekilde red edebilir, içinde yaşayacağınız uygun kültüre ulaşamasanız bile zihninizi, bu esaretten ve bu delilikten koruyabilirsiniz.

Bunun için sözümona farkındalık değil, popüler kültürün dilene doladığı farkındalık değil, gerçek farkındalığa ulaşmanız gerektiğini unutmayın. Mutlaka ama mutlaka gerçek farkındalığı arayın ve onu bulun. Gerçek farkındalık her tür önyargıdan, bir durumu belli bir şekilde görme beklentisinden, inançlarımızdan, korkularımızdan, heveslerimizden arınmış bir bakış, bir görme biçimi ile gelecektir. Bunun dışında iki tane temel unsuru vardır: anımsamak ve çaba. Farkında olmayı anımsayamayan kimse farkında olamaz. Dolayısıyla ilk olarak farkında olmayı anımsamalısınız. İkinci olarak farkında olmayı sürdürmek için çaba sarfetmeden farkında olamazsınız. Dolayısıyla farkında olmayı anımsamak için elinizden geleni yapmalı ve ardından da farkındalığınızı korumak için elinizden geleni yapmalısınız.

Kendinize ve çocuklarınıza iyi bir hayat sunmak istiyorsanız, ilk olarak hemen diplomalara, taktir belgelerine, başarı sertifikalarına önem vermeyi bırakın. Ardından ilk olarak kendiniz farkındalığa ulaşmaya çabalayın ve hemen ardından ne yapın edin onlara farkındalık kazandırın. Hem kendiniz, hem çocuğunuz, hem sevdikleriniz, hem de toplum için bundan daha büyük bir armağan veremezsiniz.

Cem Şen

1968 yılında doğdu. 1981 yılında savaş sanatları eğitimi almaya başladı. 1987 yılında Zen Budizm’in Türkiye’deki temsilcisi olan İlhan Güngören ile tanıştı ve 1987-1990 yılları arasında Güngören’in asistanlığını yaptı. Bir yandan Güngören’i Zen çalışmalarında ve Tai Chi Ch’uan derslerinde destekleyen Cem Şen aynı zamanda Namık Ekin, Mustafa Aygün gibi eğitmenlerle savaş sanatları eğitimini sürdürdü. 1990 yılında ilk çeviri eseri yayınlandı. Aynı yıl çalışmalarını tümüyle Taocu çalışmalara yönlendirdi. Sırasıyla Mantak Chia, Master Wang, Master Wu, Eric Steven Yudelove gibi ustalardan eğitim alan Cem Şen aynı zamanda bu ustalardan farklı Taocu sistemleri öğretme yetkisi de aldı. Halen ustalar ile çalışmalarını ve dünyanın farklı yerlerinde bulunan yaşayan büyük bilgelerle iletişimini ve arayışlarını sürdürmektedir. 1991 yılında Dharma Yayınları’nı ve ardından 2003 yılında bu yayınevinden ayrılarak Klan Yayınları’nı kurmuş olan Cem Şen’in içlerinde “Enerjinin Dansı: T’ai Chi Ch’uan” ve “Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen” adlı kitaplarının da bulunduğu 8 kitabı ve yaklaşık 40’a yakın çeviri eseri bulunmaktadır.