Semt pazarının kurulduğu Cuma günlerini saymazsak, genelde sessiz, sakin, kendi halinde bir sokakta oturuyorum. Dışarıya biraz kulak verdiğimde, kolaylıkla kuş cıvıltılarını duyabiliyorum. Biraz daha dikkat kesildiğimde ise, en az beş farklı çeşit kuş sesini ayırt edebiliyorum. Kumrular, kargalar, martılar, kırlangıçlar, guguk kuşları, bülbüller, vs.

İtiraf etmek gerekirse, son beş yıldır aynı evde oturmama rağmen, ancak son bir yıldır bunun farkındayım. Daha evvel büyük ihtimalle korna seslerini yada sokak gürültülerini duyuyordum. Çünkü o zamanlar, dikkatimi bilinçli yönlendirme farkındalığına sahip değildim. Her daim otopilotta olan zihnim, kendine benzer şeyleri dış dünyada kolaylıkla buluyor ve algı seviyeme getiriyordu. Ne zaman ki dikkatimi bilinçli olarak yönlendirmeyi öğrendim, işte ancak o zaman mahallemde yaşayan kuş milleti komşularımla tanışmış oldum:)

Penceremden dışarıya baktığımda, diğer pencere önlerine, balkon kenarlarına, ağaç dallarına konan kuşları görüyordum. İçimden hep, “keşke benim pencereme de gelseler” diye geçiriyordum. Bir süre boyunca içimden bu şekilde istemeye devam ettim. Ama nafile, ne gelen vardı ne de giden:)

Kuru kuru istemenin sonuç getirmediğini görünce, en nihayet aksiyona geçmeye karar verdim. Kendime sordum, bir kuş ne ister? Cevap basitti, elbette ki yiyecek:) Hemen bir ekmek dilimini kırıntı haline getirdim ve pencerenin önüne serptim. Ve nihayet beklenen oldu! Yarım saate kalmadan penceremin önünde bir çift kumru belirdi:)

Ders 1: İstediğin bir şeyi hemen kendine çekmek istiyorsan, ona “yem at”:)

Her sabah, kendime kahvaltı hazırlarken, onlar için de bir dilim ekmeği  ufalıyordum. Genelde hep aynı kumru çifti geliyordu. Erkek olan semiz, güçlü ve parlak tüylüydü. Dişi olan ise alacalı ve ufak tefek. Erkek olan bir yandan yemini yerken diğer yandan etrafı kolaçan edip yemeklerine dadanan diğer kumruları kovuyordu. Dişi olan ise gayet rahat, mutlu mesut bir şekilde sadece yemini yiyiyordu.

Gel zaman git zaman, ekmek kırıntıları yerine, hakiki kuş yemi alayım bari dedim. Hem pratik hem de kuşlara daha faydalı olur. Gittim, vitaminli bir kuş yemi aldım. Bu kuş milletinin içinde nasıl bir içgüdü sistemi vardır bilemiyorum ama, kuş yemine geçtikten sonra, penceremin önünde kelimenin tam  anlamıyla izdiham yaşandı:) Neredeyse duyan geldi, duyan geldi! Bir kavga, bir kıyamet, görmeniz lazım:)

Birbirlerine kanat mı vurmuyorlar, boyun boyuna mücadele mi etmiyorlar, birbirlerini mi kovalamıyorlar, ne ararsan var. Ama işin ilginç yanı, en bitirici silahları olan gagalarını birbirleri üzerinde asla kullanmıyorlar. Çünkü amaçları zarar vermek değil sadece yemden uzaklaştırmak. Bu anlamda insanlara göre çok daha centilmence mücadele ediyorlar. Bu arada, olan bizim yemlere oluyor. Onlar birbirleriyle mücadele ederken, yemin yarısı etrafa saçılıyor ve hiçbirine kısmet olmadan yere dökülüyor. Zaten birbirleri ile itişmekten, yem yemeye vakitleri de kalmıyor. Bir iki tane yiyebilen varsa da,  eminim ki o tedirginlik içinde yediğinden bir şey anlamıyordur.

Ders 2: “Paylaştıkça azalır” yanılsamasından kurtul! Hakikati gör: “Paylaştıkça artar”

Onların bu halini gördüğümde, baştan çok rahatsız oldum. Hepsine yetecek kadar bol bol yem koyuyordum. Ama onlar,  güzel güzel paylaşmak yerine birbirlerine giriyorlardı. Benim amacım onları kavga ettirmek değil, beslemekti. Ve aklıma şu düşüncenin düştüğünü gözlemledim; “acaba bir daha onlara yem vermesem mi?”

İşte bu esnada, dikkatimi daha geniş bir perspektife getirdim. Aslında, biz insanların da birbirimize karşı bu kuşlardan farksız ve hatta daha acımasız bir şekilde davrandığımızı düşündüm. Evet, bu dünyada herkese bol bol yetecek kadar kaynak var ama biz kendimizi bir kavgaya kaptırmış gidiyoruz. Birbirimizi yenmekle, birbirimizin yolunu kesmekle o kadar meşgulüz ki, asıl hedefimizi unutup aynı bu kuşlar gibi gaflete düşüyoruz.

Ve sonra, evrendeki tüm bolluk ve bereketin asıl kaynağı olan yüce yaratanı düşündüm. O bizim bu halimizi gördüğünde “şunların yemini bir keseyim de akılları başlarına gelsin” demiyor. Tam tersine, sonsuz kaynağını, bize karşılıksız olarak sunmaya devam ediyor. Ve hiç karışmıyor, yargılamıyor, suçlamıyor. Bizi olduğumuz gibi seviyor ve kabul ediyor.

Ders 3: Niyetine karşılık olarak geleni, olduğu haliyle, yargılamadan kabul et.

Biliyorum ki, onların benim verdiğim yeme ihtiyaçları yok. Onlara yem vereyim ya da vermeyeyim, kendi kısmetlerine düşeni zaten bir şekilde bulacaklar. Bu güne kadar nasıl yaşadılarsa, bundan sonra da yaşayabilirler. Kuşlara yem vermekten vazgeçtiğim takdirde, onların bolluk ve bereketlerine kanal olmanın verdiği hazdan kendimi mahrum etmekten başka hiç bir şey değişmeyecek. Dolayısıyla, evrendeki bu güzel akışın ufak ta olsa bir parçası olmak varken, vazgeçmenin manası nedir?

Ders 4: Bolluk ve bereketi kendinden uzak görüp onu çekmek için uğraşacağına, bolluk ve bereketin ta kendisi ol.

Hepimiz hayatımıza daha fazla refah, daha fazla bolluk ve daha fazla bereketi çekmek istiyoruz. Buna giden yolun ise, sadece “almak ve biriktirmekten” geçtiği inancına bir şekilde koşullanmışız. Halbuki, karşılıksız “vermek ve paylaşmak” bilincine kendimizi açtığımızda, bu dünyada ne kadar büyük bir fark yaratabileceğimizi bir düşünsenize!

Bunu gerçekleştirmek inanın ki çok zor değil.  Tek yapmamız gereken, bizde zaten var olanı paylaşmak, karşılık beklemeden, sadece paylaşmanın hazzını alarak… Bilgisi olan bilgisini, neşesi olan neşesini, parası olan parasını, sevgisi olan sevgisini.. Verebildiği kadar, verebildiği sürece, ne daha fazla, ne de daha az…

Ders 5: Herkesin bu hayatta karşılık beklemeden verebileceği en az bir şey vardır. Aklın yerine kalp geçmeye başladıkça, verebileceklerinin niceliği de niteliği de artar.

“Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol

Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol

Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol

Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol

Hoşgörülükte deniz gibi ol

Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol”

Mevlana

Esra Günaydın