Anneme bu soruyu sorduğumda henüz 13 yaşımdaydım.  Annem bana bunun cevabını veremedi; onun yerine “ olmaz öyle şey” dedi.

Sorumu cevaplandıracak kimseler henüz hayatımda olmadığı için, içimi kemiren merak uzun yıllar devam etti. 20 yaşlarımın henüz başlarındaydım. Arayışlarım bitmek tükenmek bilmiyordu. Ta ki bir gün çok yakın bir arkadaşımdan Tasavvuf öğretisi dinleyinceye kadar… Onun ağzından Muhyiddin Arabi’yi, Muhammed Nur-ül Arab’iyi, Yunus Emre’yi, Niyazi Mısri’yi Hüseyin Hallac-ı Mansur’u, Mevlana’yı, Şems-i Tebriz’i, Beyazıt-ı Bestami’yi, Hacı Bektaşi Veli’yi, Nesimi’yi,  Veysel Karani’yi, Sühreverdi’yi, İsmail Maşuki’yi, Hamza Bali’yi ve daha nice Tevhid Şehitlerini duyunca tasavvufa olan ilgim iyice arttı. Ben soru sordukça, o da bana cevaplarımın bir öğreticide olduğunu; çünkü kendisinin de henüz öğrenci olduğunu anlatıyordu.

Yolculuk Başlıyor

Kimdi bu öğretici ve nasıl eğitim veriyordu? Arkadaşım bana, Sinop’ta kendisinin arada ziyaret ettiği ve Sultan adını verdikleri bilge bir kadından eğitim aldığını söylemişti. Hemen onu ikna ederek Sinop yolunu tutmuştum. Olağanüstü yorucu bir otobüs yolculuğu yaptıktan sonra yarı uykulu bir halde bilge kadının evine varmıştık. Sultan’ın enerjisi inanılmazdı, ancak ben gözümü açamıyordum. Sohbet etmek ve sorular sormak istiyordum; fakat bu pek mümkün gözükmüyordu. Adeta rüyamdaki bilincimde gibiydim. Karşımda bir kadın vardı ve ben ona “Tanrı, kadın olabilir mi?” diye sormaya cüret edemiyordum.  

Sinop’ta bir gece kalmış ve İstanbul’a döndüğümüzde tasavvuf eğitimini kimden alabileceğimizin tüyolarını da almıştık.  Sultan’ın konuşmasındaki en can alıcı nokta ömrüm boyunca aklımdan çıkmayacaktı: “Bir kapıdan içeriye girdiğin zaman önce orada durmayı öğrenmelisin. Bir kelime öğrendin diye başka başka kapılara gitme! Unutma, önce tek kapı, sonra her kapı!”

Rehberimle Tanışmam

İstanbul’a döndüğümde karşımda Tasavvuf ’un önemli bir öğretisi olan Melamet’in mürşidi A. Taner Oğuz duruyordu ve o, yolculuğumda bana rehberlik edecekti. Bana ilk sözü: “Beni böyle hayal etmemiştin değil mi?” olmuştu. ”Hz. Muhammed bugün yaşamış olsaydı, sence takım elbiseli ve kravatlı mı olurdu?” diye eklemişti. Ben de “Kesinlikle olurdu” şeklinde yanıtlamıştım. ”Bizler onun varisleriyiz ve şimdi onu temsil ediyoruz. Bilmelisin ki bu öğreti, İlmi Ledün yani İnsan İlmidir. Sen bunu artık kısaca Tevhid İlmi olarak bileceksin” diye sürdürmüştü sözlerini.

Ona ilk sorum “Melamilik nedir?” olmuştu. O da bana kısaca “Farz et ki önce üniversiteye gittin, sonra da mezun oldun; şimdiyse yükseklisansa başladın. İşte Melamilik, tüm öğretilerin yükseklisans derecesinde öğrenilen özüdür ve özetidir” demişti.

İntisab Anı

Sevgili rehberim A. Taner Oğuz, Muhammedi Melamet hakkında çok fazla yoruma girmeden öncelikle intisap etmenin çok önemli olduğunu vurgulamıştı. Bunun, ruhumla evlenmem anlamına geleceğini söylemişti. İntisab, Hak yolunda, Hak uğruna, Hak için yaşam sürmeye ahdetmek demekti ve bunu da bir öğreticiye teslim olarak yapıyordunuz. Sonrasında da telkinlerle aşama aşama öğretileri idrak seviyesine geliyordunuz. (Bu sürece batıda inisiyasyon deniyor.)

İlk aşama hayatımın en heyecanlı anlarından biriydi. Yanınızda bir bardak su eşliğinde, diz dize oturarak aldığınız telkin ve yüreğinizde hissettiğiniz teslimiyet duygusu ile karşı konulmaz bir sevginin de içine giriyordunuz. Taner Bey, intisap bittiğinde esprili bir şekilde yanımızda duran ve başparmaklarımız daldırdığımız suyun anlamının sembolik olduğunu ve onu içmemem gerektiğini söylemişti. Ardından da öğretinin en önemli aşamasını şu cümlelerle özetledi: “Şekilden ve batıldan çıkarak Hakikat yoluna doğru birlikte yürüyoruz.”

Tasavvufun Kapıları

Yine o gün Tasavvuf ehillerinden Seyyid Muhammed Nur’un zamansızlığı anlatan öğretisini de rehberimin şu can alıcı cümleleri ile öğrenmiştim: “Bak sen geldiğinde öğlen namazı okunuyordu, biz ise sohbet ediyorduk. Şimdi ikindi namazı okunuyor. Biz öğlen ve ikindiyi, ya da akşam ile yatsıyı birleştirip kılabiliriz. Kaçırdığımız hiçbir şey yok.”

Rehberim konuşmaya devam etti: “Allah, Resulüne ‘Ya Muhammed 4 tane kapı vardır’ demiştir. Bunlar sırası ile şeriat, tarikat, marifet ve hakikat kapılarıdır.

Şeriat kapısı, herkesin kapısıdır zira dinin kurallarını ve öğreticiliğini burada göstermek çok önemlidir. Deli günah bilmeli, zira kalkar kafasına göre adam öldürür ve toplum bunun bedelini ağır öder. Bunu isteyen herkese ver.

Tarikat kapısını ise isteyene ver, zira ‘tarik’ yol demektir.  Eğer hak yoluna girecekler olursa, bu da çok önemli bir geçiş kapısıdır. Ayrıca belli bir yol alana ve pişine kadar burada zaman geçirmeleri çok iyidir. Bunu dileyen herkese ver.

Marifet kapısı ise ‘marifet’ eden yani gönlünde ilahi aşk kıvılcımına kabiliyet edenlerin kapısıdır. Beni sevenler bu kapıdan girebilirler. Bunu seni sevenlere ver.

Hakikat kapısını ise yalnızca sevdiklerine ver; çünkü burası aynı zamanda Tanrısal olana şahitlik edecekleri ve tüm sırların ve oluşların bilineceği yeridir. Burasını sır saklamasını bilenlere ver, zira hakikat layık olmayanların eline geçerse; dünyayı yerinden oynatırlar. Bunu yalnızca sevdiklerine ver.”

Benim Tasavvuf yolculuğum işte böyle başlamıştı. Duyduklarım beni adeta yerimden oynatıyordu. Anlatılan hikâyelerle kendimden geçiyordum ki bana hemen ilk dersim verilmişti.

“Hiç bir şey sana ait değildir. Gözüne görünen tüm fiiller, sıfatlar, isimler ve zat (öz) Hakk’a aittir. Dolayısı ile Tasavvuf yolunda isen sen artık tüm bunları senin olduğu zannından çıkacaksın. Geriye yalnızca Hak kalacak.” Bunun için bana Hallac-ı Mansur’un derisini “Ben Hakkım” dediği için nasıl yüzdüklerini ama onun asla taviz vermeden varlığında Hak’tan başka bir şey bulamadığı için gerçek mütevaziliğin örneğini temsil ettiğini anlattı. “Onun derisi yüzüldüğünde, kanı bile ‘Ben Hakk’ım’ yazmıştı” demişti.

Neydi bu “Ben Hak’tan başkası değilim,” bilgisinin derininde yatan? Nasıl bunu öğrenecektim? Hak öğrenilecek bir şey miydi yoksa olunacak bir şey miydi?

Tasavvuf Makamları
Rehberim bana birinci makamı telkin ettiği zaman bu soruların yanıtlarını daha rahat algılayacağımı söylemişti. Burada önce ilahi elbisenin nasıl her zerreyi kapladığını ve sonra da Başmeleklerin sırlarıyla birlikte bizlere nasıl hizmet ettiklerini öğrenecektim. İkinci aşamada ise sıfatları anlayacaktım ki bu aslında Hakk’ın bedenlenmesini içeriyordu. Üçüncü aşamada ise vücut birliği, yokluğu ve belirmesi ile Öz’ün ne anlama geleceğini deneyimleyecektim. O, tüm bunların sonucunda da batının “yükseliş” diye adlandırdığı; Tasavvuf’ta ise Oruç ve Miraç olarak tarif edilen deneyimlerin başlayabileceğini söylemişti bana. Sözlerini ise şöyle sürdürmüştü: “Eğer ilk üç aşamayı öğrenirsen, “yükseliş”in de dört aşaması vardır ve ilk üçte ne verdiysen “yükseliş”in bu dört aşamasında geri alacaksın. Bu öğretinin özü de işte budur. Hz. Muhammed üçüncü aşamadan sonra Miraç’a yükselmiştir. Döndüğünde ise verdiklerini, deneyimlemek üzere hak elbisesi giyerek geri almıştır.”

Yaşayan Kur’an

“Kur’an insana inmiştir. 6666 ayettir ama insan sonsuzluğunda bu sınırlı kalır” sözleri beni tüm zamanlarımın en yüksek bilişi ile karşı karşıya bırakmıştı. Bu öğreti ile adeta uçmaya başlamıştım. Kur’an’ı artık “insan kütüphanesi” olarak görüyordum. Gözüme görünen her şey “canlı Kur’an”ın parçasıydı. Rehberim bir keresinde ayetlerin “izler, alametler” söylemiş ve eklemişti: “Alamet ve izler nasıl bize yolumuzu gösteriyorsa ayetler de böyledir.” Gerçekten de ayetler şimdi her yerdeydi. Tanrı benden görendi, işitendi, yaratımlarını deneyimleyendi. Ben ise gözlemleyen tarafında, bunun keyfine varmaya çalışan bir çömezdim.

Rehberim bir gün yine sohbet ortamında bana “ Allah ile aran nasıl diye sormuştu” ve ben de gayet kendinden emin bir şekilde “ gayet iyi” diye cevap vermiştim. O an, keskin bakışları ile bana bakarak “Demek sen hala Tanrı’yı aranda bir mesafe olarak algılıyorsun. Bir sen ve bir O diye ikiye ayırarak mesafe koyuyorsun, Tebrikler!” demişti. Konuşma şöyle devam etmişti:

– Eğer Tanrı ve sen ayrımını Mevlana ve Şemsi Tebriz-i aşkı ile anlayabilirsen o zaman mesafeyi kaldırırsın.

– Efendim bu durumda ben Mevlana siz de Şems’i mi temsil edeceksiniz?

– Aferin. Ancak bunu açıklığa kavuşturalım. Onların yaşamları her zaman bizlere ilham verecektir. Fakat tekamül aşamasında tüm isimler tanımsızlığa gitmek zorundadır. Ettiğimiz onca sohbet sonrasında sana, sen kendi Mevlanalığını nasıl anlarsın, diye sorsam nasıl cevap verirsin?

– Mevlana Şemsi görene kadar kendi bilgeliğinde ve kitaplarının tesirindeydi. Tıpkı benim şeriat bilgilerimle size geldiğim gibi. Üstelik hiç de yabana atılır cinsten değillerdi.

– Evet. Sen de tıpkı Mevlana gibi ilim seviyesinde bilişe sahiptin ki aslında hala öylesin. Deneyimlemediğin ilim dolu bir kaba benze. Sen bir şey öğrendikçe dolar, dolar en sonunda bardak taşmaya başlar. O yüzden bildiklerini ortaya çıkar ki bilmediklerin önüne gelsin. Diğer bir deyişle bardağı boşalt ki yerine taze su koyabilesin. İşte Mevlana bunu yaptı ve tüm kitaplarını attı, Şems’e (yani özüne) teslim oldu.  Aralarında mesafe kalmamıştı ve büyük aşk deneyimleniyordu. Zaten burada da işin sırrı başlıyor. Şems Mevlana’ya bildiklerinin gün yüzüne çıkmasına aracılık ediyor. O yüzden Mevlana’nın “Hamdım, piştim, yandım,” sözlerine iyi kulak ver. O, bu sayede ustasının (Şems’in) ve kendisinin farksızlığını, “sen bensin, ben senim işte” sözleriyle dile getirmiştir.

Özde Erimek…

Yine bir sohbetimizde bana “Söyle bakalım bugüne kadar ne anladın tüm bu konuşmalarımızdan” diye sormuştu. Ben de hiç tereddüt etmeden “Ben Tanrı’yım” yanıtını vermişti.  O da muzip bir şekilde gülerek “Evet öylesin, ama dikkat et bunu egon söylemesin” diyerek bana Beyazıt-ı Bestami’yi örnek göstermişti: “Beyazıt-t Bestami bir gün ezan okuyan birini görünce ‘yalancı’ diye bağırır. Etraftakiler ona neden böyle bağırdın diye sorunca O da, ‘Ezan sırasında Allah Büyüktür’ dediği zaman altındaki örs erimeliydi, oysa sapasağlam duruyor. Bunun üzerine kendi ezan okumaya başlar ve altındaki örs erir. Bu sefer de kendine ‘yalancı’ der. Neden kendine yalancı dedin diye soranlara Benim de erimem lazımdı diye cevap verir.” Ardından “Senin erimen nasıl olur? Sen nasıl bütünleşirsin özünle?” diye sordu bana. Klasik cevaplardan hoşlanmayan bir yapım olduğu için hemen cevap vermek istememiştim. Daha sonra özüme bu soruyu, bizzat kendim sorduğum zaman; içimin derinliklerinden bana çok önemli bir sır fısıldanmıştı: “Ten ilmini (zihninle algılamaya çalıştığın ve sana öğretilmiş, dikte ettirilmiş zorunlu, korku dolu ilim) bırakıp çıplak kalırsan, boşluğun ilmine gireceksin. Bu sırrı keşfettiğin zaman üç dinin hakikatte aynı olduğunu görerek Tevhid edeceksin ve kendi sarayında (bilincinde) en büyük Vahdet (birlik) neşesi ile Tanrıçalığının uyanmasına izin vereceksin. ‘Allah Büyüktür’ diye bağıran bütünün neşesidir. O tüm insanlığın özüdür.  Bizler o özden başkası olamayacak kadar eşsiz varlıklarız.”

Onunla paylaştığımda, içsel cevabımı rehberim çok beğenmişti. Sonra da bana “Böyle bir erime ya da bütünleşme ile ‘Ben Hakkım’ diyebilirsin. Aksi takdirde zihinsel Tanrı’ya ibadet etmeye başlarsın ve oraya girdiğin zaman kendi özünü örterek, dinlere ve öğretilere bağlı olarak kurallarla yaşarsın ve ölürsün. O yüzden gel ölmeden önce öl” dedi.

Ölmeden Önce Ölmek!

Şimdi zihnim iyice durmuştu. Bunu fark edince bir ekleme daha yapmıştı. “İnsan uykudadır, ölünce uyanır. Bildiğini sandığın ne varsa unut. Sana ait ne varsa hepsini vermeye ve hepsinden ölmeye gönüllü ol.”

Ölmek, yükselişin en önemli basamağını oluşturuyordu. Ölmek için ölümün ötesine bakmak gerekiyordu. Ölümün ötesinde sonsuzluk varsa, o zaman bedenin sona ermesi durumu değiştirmiyordu. Tüm bunlar benim bakış açım ile şekilleniyordu. Rehberim konuşmaya devam etti: “Ölümü anlamak için zihninde ölmen gerekiyor. Bunu anlamayabilmenin en önemli noktası budur. Ölmeye hazırsan yükselişin en önemli makamına giriş yapabiliriz. Burası Tanrı’nın kendinden kendine tecelli etmeyi yani kendi Tanrısallığını insanda öldürmeyi seçtiği alanındır. Burası Tanrı’nın aynada kendini görme arzusundan önceki hemen bir önceki anıdır. Tanrı dünyaya doğduğu anda aslında ölmüştür. Hafızalara gömülmüştür. Hatırlatmanın en büyük ipuçlarından birini gözler önüne sermişti. O da,  Hz.Muhammed ile görünecek ve bilinecekti. Birbirleri ile eriyecek ve bütünleşeceklerdi. Bu hali ile Tanrı Hz. Muhammed’din evveli, ahiri, zahiri, batını olacaktır.”

Evvel, Ahir, Zahir, Batın, Ben’im!

“Evvel, öncesi olmayan; Ahir, her zaman var olacak olan; Zahir, gözümüzle gördüğümüz her şey; Batın, beş duyu ile algılayamadığımız her şey demektir. Ölüm zamansızdır. Evvel, ahir, zahir, batın dediğimizde; bunların hepsi bilince bir anda nüfuz ederse kişi de boşluk hissi meydana gelir. Bu boşluk ölümdür ve her ölüm yeniden diriliş demektir. Evvel aynı zamanda ahir ise, zahir aynı zamanda batındır.”

Buraya kadar her şey tamamdı ama ben hala somut örnekler peşindeydim. Hissettiklerimden aldığım zevklerin tarifi imkansızdı ama ben gerçekten “evvel” olmak istiyordum.

“Hatırlamak evvelliği gerektirir. Bizler bu hatırlamanın yaşanacağının müjdesini bizzat Hz. Muhammed’den aldık. O ‘Ben ne olduysam, tattıysam ve deneyimlediysem sizlerde aynısını yaşayacaksınız’ demiştir. Yeni bilgi öğrendiğini farz eden zihnimizdir. Bilinç zaten hep evveldir. Bir tıklama ile açılır. Seni davet eder. Bütünleşmeye ve bütüne ait olduğunu anladığın anda da onun hep var olduğunu olacağını yani ‘ahirliğini’ bilirsin. Sonra şüphesizliğe girdiğinde gözüne görünen ne varsa hepsinin bu varoluştan ortaya çıktığını anlarsın. Ancak son derece kritik olan bir nokta vardır ki: hiç bir şey göründüğü gibi değildir. Gözüne görünen ne varsa elbette hakkın elbiseleridir, ancak bu elbise her an değişir ve batın olarak elbiseler tekrar bütüne döner.

Bizler tarafından 5 duyu ile görünmeyenin, algılanmayanın elbiseler batın-i hakikatten dikilir. Batın; senin özündür ve daima görünüş alanına-zahire çıkmak ister ve ortaya çıkan hep evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır. Her gelen daima yeni elbisedir. Batın bir yerde fedakâr olan ve bilinmekliğini tüm görünene verendir. Dolayısı ile sen burayı zihinsel olarak tek bir elbise ile sabitleyemez, sonlandıramaz ve yargılayamazsın… Burası Vahdet neşesi dediğimiz birlik merkezdir. Oluşların deneyim alanına çıkış vizesidir. Tasavvuf ehilleri daima bu görüşü benimseyerek yol almışlardır. İnsan kadimdir; yaratılmamıştır, yaratandır. Her kişi tanrıdır, her biçimde gözüken odur. Öyleyse görünen Tanrıya tapalım… Ruh bir bedenden çıkıp başka bedene geçer. Kabir azabı diye bir şey olamaz; ölülerin dirilmesi, soru ve hesap günü de yoktur.”

Herşeyi Bilmek Ne Demek?

Ne öğrenirsem öğreneyim konu deneyimlemeye dayanıyordu. Peki deneyim alanına nasıl girilecekti? Neler olacaktı? Ben Tanrı olmayı hatırlayınca bu can sıkıcı olmayacak mıydı? Her şeyi bilmek dünyada kalma arzusunu bitirmeyecek miydi? İşte “ her şeyi bilince ne olacak” sorusu ile çok büyük bir sıkıntıya düşmüştüm.

– Efendim, ben dün gece sizin eşinizle yaptığınız sohbetinizi duydum. Daha doğrusu sizin sesinizle uyandım.

– Olur böyle şeyler, çok da fazla üzerinde durma yoksa daha da açılmasını engellersin. Bu senin yaşadığın bir açılımdır. Duruişitisi yaşamışsın.

– Hatta sizi gördüm. Bu konuşmayı oturma odasında yaptınız değil mi?

– Evet. Bu da duru görünün başladığını gösteriyor. Bunlar senin yeteneklerin ve hepsi bir bir ortaya çıkacak. Dengeli olması için hazmederek olmasına izin ver.

– Peki, ben bu sayede artık her şeyi bilecek miyim?

– Benim sırlarımı bilmenin dışında mı demek istiyorsun? Durugörü ve duruişiti hediyelerini Tanrı’yı bilmek için sana açılan bir kapı olarak düşün. Bu her zaman böyledir. İnsanların birbirlerini görmesi ve duyması yerine hakkı duyması ve görmesi için kullanılmalıdır. Aksi takdirde çok karmaşa yaşarsın. Eğer görmeni geliştirmek istersen sana Veysel Karani’den örnek vermek isterim. Biliyorsun Veysel Karani, Hz. Muhammed döneminde yaşamış çok önemli ve fiziksel gözleri olmayan bir veliydi. Onun en önemli vasfı annesine olan bağlılığı ve Hz. Muhammed’e olan aşkı ve hürmetiydi. Defalarca annesine onun yanına gitmek için yalvarmıştı ancak annesi kendisine bakacak kimsesi olmadığı için izin vermemişti. Hz. Muhammed hiçbir karşılaşmaları olmadığı halde “Yemen’den yârimin kokusunu duyarım” diyerek Veysel Karani’yi kast ettiğinde, “O sizi hiç gördü mü?” diye soranlara “Baş gözü ile değil” diye cevap vermiştir. Hz. Muhammed’in vefatı yaklaştığında hırkanızı kime verelim diye sorduklarında Veysel Karani’yi vasiyet eder. Görmek işte böyle olunca kamildir. Fiziksel olarak birbirlerini görmedikleri halde gönül gözü ile birbirlerini görenlere ne mutlu!”

Tüm bunların yanı sıra dengede olmak gerçekten de çok önemlidir.  Peygamber olmasına rağmen Hz.Muhammed Tanrı’nın tüm fiillerini, sıfatlarını ve özünü kendi ile bütünleştirme yolculuğunda Hud suresi 112.ayeti ona verildiğinde (Emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Sana tabi olanlar da dosdoğru olsun. Taşkınlık yapmayın, Allah emellerinizi görür.) sakalında beyazlıklar olmuştur. Burası, Ol’an (Hz. Muhammed) ile Ol’acak olanın (onun yolundan gidenlerin) birleşmesidir. Diğer bir deyişle; biliş, oluşa teslim olduğunda gerçek biliş ancak böyle başlar. O yüzden bir gün “Hz. Muhammed Ben’i gören Hakk’ı görür” demiştir. “Ya Resullah, sen Allah mısın? diye sorduklarında; En-el beşerim (dünyevi), ancak içinizde (gönül gözümüz) Allah’ı en iyi bileninizim” demiştir.

Allah’ı bilmek her şeyi bilmekti kuşkusuz ancak bunu dünyevi olarak da yapabilmek kesinlikle zihnimin işi değildi. O zaman ben de içimde ki Allah’ı en iyi bilen parçama uyumlanmalıydım. O zaman hak ve kul ayrımından çıkarak bir nefeste bunu idrak etmeliydim. Artık kendi kanatlarımla uçma zamanı gelmişti. Hallac-ı Mansur misali “Ben Tanrı’yım” mütevaziliğinde deneyim alanına girmek için sabırsızlanıyordum. Şimdi sıra bize gelmişti.

Kuş Kendi Kanatları İle Uçmayı Seçince…

Tevhid ilminde on yılı aşkın bir zaman geçirdim. Tüm tasavvuf üstatlarının öğretilerine göz atarak kendim olma yolculuğumda onlardan fazlası ile feyz aldım ancak öğrendim ki; kendi yolunuzu çizme zamanı geldiğinde bunu cesaretle yapmadığınız sürece her şey kitabi kalmaya mahkumdur. Şimdi artık tek kapıdan, her kapıya geçme zamanıydı…

Kendi kanatlarımla uçmaya karar verdiğimde her şeyi soğuk ve karanlık hissettim. Öğrenim gördüğüm tüm süre boyunca düşündüğüm herşeyi söylüyor ve rehberim tarafından onaylanıyordum. Daha büyük sorular için de ipuçları ile donatılıyordum. Üstelik her zaman karanlık tarafımın en büyük hediyelerden biri olduğunun altı çiziliyordu. Bunu tefekkür (bilincin süzgecinden kalbe giden düşünce ile Tanrısallığın anılması) yolu ile açabileceğimi ve bu sihirli anahtarın her zaman benimle olacağı söyleniyordu. “Karanlığa gitmeyen kişi, kendi aydınlığını fark edemez çünkü ışık yakmak için karanlık olması gerekir. Sen hiç odan aydınlıkken ışık yakar mısın?” demişti rehberim.

Şimdi kendi karanlığımın üstüne gitme zamanıydı. Işığımı açmam tamamıyla bana bağlıydı. Bunu kendime kendim yapacaktım. İtiraf etmeliyim ki; ilk olarak hissettiğim şey “ Ben Allahsız kaldım” olmuştu. Ondan sonra beş yıl kendimle başbaşaydım. Bilgileri süzmem gerekiyordu. Bilgi Allah’ı bilmeme değil, zihnime beslenme kaynağı oluyordu. O yüzden süzmenin değerini ne kadar anlatsam azdır. Yazarlığa da zaten bu süzme sürecinde başladım. Yazdıkça bilgiler süzülüyor ve gün ışığına çıkıyorlardı. Çıktıkça da aklımı hep kurcalayan sorunun yanıtını almaya başlıyordum.

Ve Yanıt…

Anne biliyor musun, artık sana sorduğum sorunun cevabını verebilirim. Evet. Tanrı’nın aynı zamanda kadın olabilmesi için Tanrıçalığına yani “Dişil enerjiye” gereksinimi var. Dişil Tanrım “Yeni Saf Bilinci” temsil ediyor. Bu zamana kadar Tanrı dediğimde hep bir şeyler eksikti.  Eril olan bir Tanrı, yükseliş Tanrıçası ile dengeleniyor. Bir yüzü ile Tanrı, diğer yüzü ile Tanrıça olan enerjiler artık birleşiyorlar. Ben özümün yükseliş yolculuğunda “Dişil” olan tarafına yükselmesini ve “Eril” ile dengelenmesini seçiyorum. Yaratıcılığıma izin veriyorum. Ben Ben’im…

Esra Ö. Erdoğan