Aslında ilk kırılma noktası, hemen herkesin, daha spiritüel bilgilerle ilk karşılaştığı zaman yaşadığı bir hal: Kendini “özel ve seçkin” hissetme duygusu. İşte bu duygu ortalığı karıştırıyor. Esasında tipik bir “kimlik edinme”den başka bir şey değil; fakat spiritüellik gibi son derece etkili çeldirici ve tuzaklarla dolu bir yolda, fark edilmesi biraz güç oluyor. Malum pek gidip gelinilmiş veya incelenmiş bir yol değil spiritüellik, amma velakin dikkatli bakan birisinin tanıdık öğeleri rahatlıkla yakalayabileceği bir nev’i dönüşüm geçirmiş bir sistem.

Spiritüel kitaplarda öyle bilgiler ve motivler vardır ki, olumlu niyetlerle yazılmış olsalar bile tersinden anlaşılmaya ve kastettiklerinin tam tersinin yaşanmasına neden olmaya son derece elverişlidir. Hele ki dokunulan noktalar, insanın dünya ve evrendeki kimliğini sorgulaması gibi bilinmezlerle dolu konular üzerine ise. İnsanlık kendini bildi bileli “ne arıyorum len ben bu dünyada?” sorusunu kendine sormuş ve bu soruya kendince verdiği yanıtlar üzerinden de sistemler ve uygarlıklar geliştirmiş. (Mesela koskoca felsefe tarihinin temelinde iki kelimelik “ben kimim?” sorusunun yatıyor). Hiçbir zaman tatmin edici bir yanıt elde edilememiş ama sürekli bunun üzerine teati yapılarak gelişim sağlanmış. Fakat yanıtsızlığın getirdiği bir eksiklik, bir tamamlanmamışlık hali insanlığın ortak genlerinde mevcut. Şimdi bunu cebimize bir koyalım.

Gelelim günümüz dünyasına. Günümüzün insanı, yoğun hayat koşuşturmacasına kendini o kadar kaptırmış ve öyle adapte etmiş ki, arada kafayı kaldırıp “ben napıyorum? nereye gidiyorum?” falan diye sormak pek aklına gelmiyor. Geldiği vakit de kafasının yerden kalktığını gören biri tarafından “aman düşündüğün şeye bak, saçmalama” tarzı bir uyarı alıp kaldığı yerden devam ediyor, ya da cevapsızlıklar ve boşluk karşısında ürküyor ve hiç kafayı kaldırmamayı tercih ediyor. Bu noktada yaşamın günlük akışının işleyişinin yarattığı boşlukları da cebimize ekleyelim, ama durun daha bitmedi. Buraya daha bir sürü de irili ufaklı faktörü de koyalim; cebimizde neredeyse ufak çaplı bir kara delik oluştu. Peki ruhumuzun cebindeki bu delikle ne yapacak insanoğlu? Bir nev’i çölde günlerce aç kalmış bir insanın durumu gibi değil mi ruhun hali?…

Tabii durum o kadar ümitsiz de değil hani. Akış esnasında kendinin nerede ve ne yapmakta olduğunu çok iyi bilen kişiler mevcut ve onlar zamanında kafalarını kaldırıp bakmış ve sonra da “ben hayatın içinde yaşıyorum kardeşim. Dahası da varsa nasılsa öğreniriz” yanıtını verip kendilerini akışa bırakan kişiler. Bazıları ise kafalarını kaldırıyorlar ve bakmayı sürdürüyorlar ürkmelerine rağmen ve sorma cesaretini de gösteriyorlar “ben kimim?” diye. İşte o anda da karşılarına bir anda bir sürü yanıt gelmeye başlıyor, çünkü evren sürekli genişleyen bir harddisk gibi ve insanlığın ortak bilinciyle daha önce verilmiş tüm yanıtları da barındırıyor. Eh kişiler de kendilerine en uygun yanıtları kendilerine çekecekleri için karşılarına onlara uygun seçenekler çıkıyor. Ha bunların bir kısmı kişiye uyuyor, bir kısmı da uymuyor falan. Kişi en sonunda kendine uygun yanıtlarla baş başa kalıyor ve içindeki boşluğu bunlarla doldurmaya başlıyor…

 

Evrende farklı görüş ve bakış açılarına sahip sayısız yanıtlar var. Ben burada haliyle hepsine değinemem, ama özlerine bakıldığında kimisinin yanıtı çok net ve ucu kapalı (mesela sen annenin oğlusun ve onun dediğini yapacaksın), kimisininki de ucu açık ve nereye çekersen oraya gidebilirler (mesela Sen O’sun). İşte spiritüel bilgilerin tehlikesi bu noktada kendini gösteriyor. Yanıtların uçları çok açık ve nereye çekersen oraya gitmeye de müsait. Ayrıca o kadar pozitiflik yüklü ki, onca olumsuzluklar ve negatiflikler yaşayan kişilerin bir anda bu kadar pozitif yüklenme karşısında, deyim yerindeyse “şaftı kayıyor”. Hele bir de “siz özelsiniz” mesajlarını da alınca, bu, bir anda “ben ne oldum”a dönüyor. Maalesef bunu spiritüel bilgilerle yeni karşılaşmış hemen herkes de yaşıyor. Çölde günlerce aç susuz kalmış insanın, bir ziyafet masasına düşmesine benziyor halimiz ve anında saldırıyor ve yemeye başlıyoruz. “Yavaş ye, boğulacaksın” gibi ikazları duymaya imkan yok, çünkü algı eşiği onu algılayamayacak düzeyde. Bir yandan da malzemeyi o kadar bol görünce hemen başkalarının da yemesini istiyoruz ve yoldan geçenleri sofraya oturtmaya çalışıyoruz. Ama millet bize sadece şaşkın şaşkın bakıyor. Bu arada kişi, o sofrada olmanın özel bir durum olduğunu ve “özel” olduğu için oraya davet edildiğini de düşünüyor (halbuki sofra meydanda ve yoldan bir sürü adam geçiyor, algılayabilseler onlar da görürler, ama henüz ilgilerini çekmiyor ya da belki de açlık hissetmiyorlar).

Yemeklere ilk taarruz geçtikten ve biz köşemize çekildikten bir süre sonra başlıyor keyif anları ve tatlı tatlı kaşınmalar vs. Etrafa mutlu mutlu gülümsüyor ve yemeğin ne güzel olduğundan bahsediyoruz; bu sofrada olmaktan ne kadar gurur duyduğumuzdan, burada kendimizi özel hissettiğimizden, yemeğin lezzetinden vs. Sonra da yoldan geçenleri davet ediyoruz zorla neredeyse, ama o anda doymuşluğun mutluluğu ile adamlar yemeye niyetli olsalar zaten otururları pek hesap etmiyor bünye. Hatta bir kısmını da çekiştirerek masaya oturtmaya çalışıyoruz, ama bilakis tepki gösteriyorlar ve biz de o tepkilere şaşkın şaşkın bakıyoruz. Bu arada masanın çevresinde oturan ve tecrübeli olduğu anlaşılan kişiler de anlamlı anlamlı gülümsüyorlar.

Şimdi bu noktada bizi iki duygu karşımıza çıkıyor. Birincisi insanın onanma ihtiyacı. Bizler çevreden gelen onamalarla kendimizi yapılandıran varlıklarız ağırlıklı olarak ve kendi kendini onayarak yapılandırmak pek de kolay değil hani. Biz, spiritüel bilgilerle karşılaştığımızda çevremize hemen bunları anlatarak yada onların anlamasını bekleyerek esasında “onanmayı” bekliyoruz. E yukarıda vermeye çalıştığım örnekte anlatmaya çalıştığım nedenlerden ötürü de beklediğimiz onanmalar gelmediğinde ise çevremize küsüp, içimize kapanıyoruz veya kendimiz gibileri arayıp buluyor, fakat bu sefer de onlarla içimize kapanıyoruz. Hiç öyle görünmesek bile esasında kendi köşemize çekiliyoruz. Sonra kendimiz gibilerle iletişime girip karşılıklı olarak bu “onanmamışlık” hissini de tatmin etmeye çabalıyoruz. Ha bu noktada gerçekten birbiriyle iyi anlaşan gruplardan bahsetmiyorum ben, spiritüel konularla ilgilenen çok dengeli gruplarda var elbet. Yanlış anlaşılmasın sakın, benim verdiğim örnektekiler de “zaten anlayamazlar, sen istediğin kadar anlatmaya çalış, titreşimleri; bilinçleri yetmez buna” tarzı muhabbetlerin döndüğü ortamlar. Esasında bu ortamlardaki en yoğun duygu “onanmama”nın getirdiği “toplum dışına itilmişlik” hissinden kaynaklanan kırgınlıklar bence. Bu kırgınlıklar, kişinin dengesini altüst ediyorlar ve farklı psikolojik tutumlara itiyor. Bunlar ya kendini toplumdan üstün görme ve “onlar anlayamazlar, ben özelim anlarım” düşüncesi şeklinde ya da kendini topluma göre hasta görüp “ben kafayı yiyorum herhalde” korkusu biçiminde tezahür ediyor. İkinci grup genelde her şeyden kaçıyor veya psikoloğa falan gidiyor veya iyice saklanıyor (O farklı bir yazı konusu). Ama ilk grup göğüslerini gere gere meydana çıkıyor ve “ay aman canım biz mi?” maskeleri altında “evet, biz özeliz”i vurgulamaya çalışıyor.

 

Şimdi bu noktaya kadar anlattıklarımızın 2012 ile ne alakası var diyeceksiniz. Şöyle ki, ben spiritüel bilgilerle tanıştığım yıllar ki 1995 yılıydı, “hasat” muhabbeti vardı o dönem. O dönemin bilgilerine göre yaşadığımız bu senelerde büyük bir “hasat” olacaktı ve bilinç düzeyi uygun olmayanların hepsi ayıklanacaktı ki o dönemin verilerine göre bu olay dünyadaki her 10 kişiden 9’nun mefta olması anlamına geliyordu. Ben de dahil olmak üzere pek çok kişi “spiritüel kitaplar okumanın verdiği bilinç yükselmesi”(!) sayesinde bu “hasat”tan “kurtarılacağımıza” inanırdık. “Kurtarılacağımıza” diye özellikle belirtiyorum çünkü uzaylılar vs. gelip bizi alacak ve olan bitenden sonra tekrar yeni dünya düzenini kurmak için dünyaya koyacaklardı, çünkü biz bu bilgileri biliyorduk ve bilinç aşaması yapmıştık(!). Sonra bir şeyler değişti ve önce çeşitli kanallardan “insanoğlu kimsenin kendini gelip kurtarmasını ummasın, çünkü siz dünyayı düzeltmeden biz gelmeyeceğiz” tarzı mesajlar gelmeye başladı Daha sonra da baktık ortada ne “hasat” var, ne bir şey. Ha Dünya’da bir sürü değişim yaşanmaya başladı ve genele bakılınca bir sürü olay yine oldu ve halen de olmakta, ama öyle insanların dağlara çekilip yeni koloniler oluşturmasını gerektirecek olaylar da olmadı hani.

Bu rüzgar geçtikten bir süre sonra da “hasat”ın boşluğu 2012 yılıyla dolmaya başladı. Ama bu seferki yaklaşım farklıydı. “Hasat” olayı ne kadar felaketleri getiriyorsa, 2012 tarihi o kadar güllük gülistanlık şeyler vaat ediyordu. İnsanoğlu bir sabah uyanacaktı ve bir anda tüm bilinçleri açılmış ve aydınlanmış bulacaktı, dünya cennete doğru adımlarını atacaktı. Sonra dönem dönem ara tarihler de verilmeye başladı 2004, 2008 vs. gibi. Bir süre sonra da ciddi çalışmalar yapılmaya ve medyada yeralmaya başladı 2012 tarihiyle ilgili ve bu çalışmalarda her şeyin güllük gülistanlık olmayacağı, bilakis güllüğün dikenlerle de dolu olduğundan bahsedildi falan. Yani öyle ya da böyle elimizde artık bir 2012 tarihi var (Konu 2012 olmadığı için bu noktada sadece kısaca kendi görüşümü belirteyim. Benim bu tarihin özel olduğu inancına ilişkin bir eleştirim yok. Bilakis 2012’nin değişik bir yıl olacağına inanıyorum ve birçok değişim yaşayacağımıza da. Zaten o değişimlerin şimdiden başladığını görmemek hata olur. Ben 2012 insanları derken başka bir tavra dikkat çekmek istiyorum). Bu tarihe bağlı olarak da çeşitli gruplarda tıpkı “hasat” olayında hissedildiği gibi bir bekleyiş mevcut, hem de bu sefer daha da yaygın olarak. Artık spiritüel bilgiler daha popüler ve yaygın, haliyle de kendini “özel ve seçilmiş” hissedenlerin sayısında da ciddi bir artış var ki bu “kurtarıcılar” açısından bir sürü yük demek. 😉 Şaka bir yana spiritüel bilgilerin bu denli yayılmasının olumlu yanları olmakla birlikte, olumsuz yanları da mevcut ki zaten bu yazının yazılma amacı bu olumsuzluğu vurgulamak.

Arkadaşlar, çakraları bilmek, aurayı görmek, astral seyahat yapıyor olmak, bilmemkimin kitabının serisi okuyor olmak, geceleri rüyalarda bol renkli ışıklı şeyler görmek, spiritüel bilgilerle haşır neşir olmak vs. kişileri “yüksekbilinçli” ya da “özel” ya da “seçilmiş” yapmaz! Bilakis spiritüel bilgilerin özünde BİRleşmek vardır, bütünleşmek vardır. Herhangi bir elitistlik yaratma amacı yoktur. Ayrıca ruhsal bilincinizin seviyesini de belirleyen okuduğunuz bilgilerin çokluğu değil, o bilgileri hayatınıza aktarabilme ve yaşayabilme yetinizdir; ne kadar insani değerlere uygun yaşadığınız, ne kadar olduğunuz gibi göründünüz ya da göründüğünüz gibi olduğunuzla ilgili bir durumdur. Aklınızı ve gönlünüzü ne kadar bir ettiğiniz ve kendi varlığınızı yarattığınız halidir. Siz istediğiniz kadar “ben ışığım” diye cümleler sarfedin, ışığınız, karşınızdakine ruhunuzdan yansıtabildiğiniz kadardır. Kuran’da “O, yüreğinizden geçeni bilir” derken kastedilen durumdur bu işte. Evren, dilinize bakmaz; yüreğinizde olana bakar ve ona göre akar. Bu yüzden siz istediğiniz kadar debelenin, yüreğinizde olan neyse sizi o bulacaktır.

Bu noktada yemek sonrasında hissedilen ikinci duyguya değinmek istiyorum: yediklerini çıkartmak. Ee, onca süredir aç olunca insan ve bir anda bu kadar yüklenince yemek yemeye eninde sonunda mideyi bozar ve yediklerini çıkartır. İşte o anda kişi büyük bir şok yaşar. Çünkü sahip olduğunu düşündüğü her şey yerlerdedir; o kadar övünüp böbürlendiği yemekler, şimdi bir kusmuk şeklinde duruyordur. İnsanlara ballandıra ballandıra anlattığı yemeklerin leziz tatları falan hepsi uçmuş gitmiş ve boğazında kötü bir tat bırakmıştır. Bunu bir nev’i okuduğu bilgileri “kopyala yapıştır” metoduyla insanlarla paylaşmaya kalkan kişilerin haline benzetebiliriz. Bu kişiler okudukları bilgilerin heyecanı ve coşkusuyla insanların yakasına yapışır ve onlara anlatmaya çalışırlar. Yukarıdaki paragraflarda anllattıklarımdan farklı olarak bu sefer de şöyle bir faktör devreye girer ve bu kişileri başarısızlığa uğratır: o kadar hızlı ve iştahla yemişti ki esasında yediğinin ne olduğunu bile anlamamıştır ve tadının ne olduğu hakkında pek bir fikri yoktur. Evet, az biraz bir şeyler hissetmektedir, ama esasında yediğinin tadını bilmiyordur; sadece o coşkuyla bildiğini sanır ve anlatır da anlatır. Ama sonuçta kendi de tanımadığı bir şeyi anlatmaya kalktığı için çuvallar (Bu çuvallamalar, onu daha da üzecektir). Sonra bir de üstüne bir güzel kusunca şok olur ve büyük bir hayalkırıklığına uğrar. Bu dönemeç, birçoğunun geri döndüğü veya olaydan koptuğu bir “hoşgeldin tuzağı”dır aslında. Ayrıca bu, yeni bir aşamaya geçiş için de büyük bir fırsattır…

İlk defa yemenin acemiliğiyle hepimiz saldırdık o sofraya ve önümüze gelene mideye indirdik. Sonra da yukarıda özetlediğimiz durumlarla karşılaştık. Kusup yediğimiz her şeyi çıkardıktan sonra da yavaş yavaş anlamaya başladık o masanın çevresindeki kişilerin neden bizim yemek yiyişimize gülümseyerek baktıklarını… Biz kusmanın şokunu üzerimizden attıktan sonra yakınımızda oturan birisi şöyle seslendi bize:
“Hadi biraz kendine gel de sonra tekrar ye. Bak gördüğün üzere masanın üzerindekiler hiç bitmiyor ve bitmeyecek de. Ama işin püf noktası, ağır ağır, hazmede hazmede yemek de… Şu anda yemek istemeyeceksin biliyorum, ama kendini hazır hissedip, hazmederek yedikten sonra doyduğunu hissedeceksin. İşte o zaman gel yanımıza otur ve birlikte hem sohbet edelim, hem de hayatı ve kendimizi onayalım…”.

2012’de neler olacak hep birlikte göreceğiz, ama ben şahsen o ya da bu tarihte yeni bir dünya düzeninin oluşacağına inanıyorum. Bu yeni dünya düzeni, insanoğlunun aklıyla gönlünü BİR ederek yaratacağı, sevginin, bilimin, aklın, ruhsal güzelliklerin, küresel barışın yaşanacağı güzel bir dünya olacak bence. Fakat hiçbirimizin bunun gerçekleşmesi için gökten birilerinin yardımı bekleme gibi durumu sözkonusu değil. Hepimizin kendine düşen görevleri var ki bunun başında içsel dinginlik, huzur ve mutluluğunu sağlamak geliyor ki ne kadar çok kişi o “yemek masası”nın çevresinde “doymuş” halde yer alırsa, bu değişim o kadar başarılı yaşanacaktır (Tabii “doymuş” olmak ilk adım sadece, doyanlar kalkıp aktivitelere de başlamalı, ama o da bir başka yazı konusu). İhtiyacımız olan tek şey sakin ve tadını çıkartarak ve neye ihtiyacımız olduğunu bilerek “yemek yemeyi” öğrenmek. Bunu gerçekleştirmek için harika bir “aracımız” da mevcut: Aklımız… 😉

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...