İki tip formülle büyüyor ve yaşıyoruz. İlki bize öğretilenler, ikincisi ise bizim farkında olmadan kanıksadıklarımız.

Örneğin bize, çok çalışırsak kesin başarılı olacağımız söyleniyor. Bu, toplumun bize verdiği yaşam formülüdür. Bizim kendi kendimize kanıksadığımız formüllere ise en güzel örnek her sabah güneşin doğuyor olmasıdır. Dünyada kaç senedir bulunuyor olursak olalım, her sabahımıza güneş doğdu. Dolayısıyla her ne kadar aklımızla sorguladığımızda ” yarın doğmaması da bir ihtimal” diye düşüneceksek de, bilinçdışımız “yarın da güneş doğacak” formülünü kabul eder.

Tüm bu formülleri çoğaltabiliriz;

İyilik yaparsan iyilik bulursun,

Düzgün bir insan olursan, düzgün insanlarla karşılaşırsın,

Belaya bulaşmazsan başına iş açılmaz,

Ne kadar eğitim alırsan o kadar iyi maaşla çalışabilirsin,

Elmayı havaya atarsan yere düşer,

Güzel/yakışıklı, bakımlı olursan kısmetin artar, olmazsan azalır, vs. vs..

Bizler de evrenin, ya da hayatın bir düzeni olduğuna inanarak ve o düzenin bu formüllerden oluştuğunu varsayarak yaşarız. Tehlikeden öğretildiği gibi kaçınır, başarıya söylendiği gibi koşarız. Yine de tüm bu dikkate rağmen, hayatımızda en az bir kez formülün işe yaramadığı bir olayla karşılaşır ve zarar görürüz.  Örneğin sigara veya alkol tüketmiyor olmamıza rağmen kanser olabiliriz veya kılık kıyafetimize özellikle dikkat edip, akşam vakti sokağa çıkmasak bile bir zatın tacizine uğrayabilir, korunduğumuz halde hamile kalabilir, kendimize dikkat ettiğimiz halde psikolojik rahatsızlıklara yakalanabiliriz.

Böyle bir noktada zihnimizde ortalık karışır. Bilincimiz önce formülün sağlamasını yapmaya çalışır: yani hemen formül diğer insanlarda nasıl işliyor ona bakar. Bu noktada canı sıkılır, çünkü sigara içtiği halde kanser olmayan, çok rahat yaşamasına rağmen taciz edilmeyen, korunmadığı halde hamile kalmayan, çok sorunlu bir hayat yaşamasına rağmen panik atak olmayan insanlar görürüz.

O zaman bizde bir sorun vardır?

Bilinçdışı başlar kendisine yüklenmeye:

  • Zarardan daha fazla kaçınması gerektiğini düşünerek yaşam alanlarını daraltır (mesela hamile kalma durumunda ya cinsel ilişkiye girmeyi tümden bırakır ya da iki üç tip korunmayı birden kullanır)
  • Kendisini lanetli, sorunlu, hayatın nefret ettiği bir insan olarak görmeye başlar ( Hayat hep bana sınav veriyor düşüncesi hâkim olur veya kişi bazı hataları için cezalandırıldığını düşünür).

Bu ise zihinde çatışmaya sebebiyet verir. Örneğin kişinin fizyolojisi ve psikolojisi fiziksel temas, cinsel birleşme talep eder ama zarardan kaçınmaya çalışan bilinçdışının baskısıyla cinsellikten uzak durur. İstediği gibi yiyip içmek ister ama zaten dikkat etmesine rağmen kanser olduğu için, bilinçdışı ona baskı yaparak birçok gıdadan soğumasına yol açar. Bu ikilik genelde fizyolojik tepkimelerle ortaya çıkar. Kişi birden partnerine yaklaştığında baş dönmesi, mide bulantısı, cinsel birleşmede acı hissedebilir, aynı durum istediği şeyi yemek isteyen insanda gıdanın kokusundan tiksinme ve bulantı olarak kendini gösterebilir. Yani bu çatışma, anksiyete bozukluğunu doğurarak, kişinin kıt ve ketlenmiş bir yaşam sürmesine sebebiyet verebilir ve bu durumda kişi yaşamdan zevk alamayarak depresyona girebilir.

Oysa, esasında evrende, en azından bizim bilincimizle idrak edebileceğimiz bir biçimde seyreden bir düzen değil, aksine kaos vardır. Örneğin evrimin, rastgele bölgesel ihtiyaçlar doğrultusunda şekillenerek süregelmiş bir süreç olduğu bilinmektedir.  Yani ilk bakterinin bir hedefi, yürüdüğü bir yolu yoktu. Bugün bu forma geldiysek, tamamen tesadüf eseri. Aynı şekilde tarihe de bakıldığında, anlatıldığı gibi bir ilerleme güdüsü yoktur. Neolitik dönemde artan tarım faaliyeti, sonrasında gelen feodal yapılar, derken modernizm, hemen her şey birbirini tetikleyen ve o anki ihtiyaç doğrultusunda lazım olduğu düşünülmüş –dikkatinizi çekerim gerçekten lazım olmuş değil, olduğu düşünülmüş- pratik çözümler doğrultusunda gelişmiştir. Yoksa insanlık bilinçli olarak bir amaç üzere bir yolda bir yere gidiyor değildir. Evrenin fizik kanunları hasbelkader bir düzen sağlasa da, bu düzen dahi milimetriktir ve en ufak sapma ile işler tamamen çığırından çıkabilir.

Görüldüğü gibi bizim dışımızdaki yaşamda, sandığımız kadar betonvari bir sistem, bir düzen, bir yasa yoktur.

Peki, insanlık olarak neden böyle ekvator çizgisi gibi aslında gerçeklikte olmayan ama var kabul ettiğimiz bir takım kurallar uydurarak onlara göre mutlu/mutsuz, iyi/kötü,  şanslı/şanssız olduğumuzu düşünüyoruz?

İnsan beyni, kapasite olarak muazzamdır ama kullanılabilir işlevselliği hafıza, beden, duygusal gerilim gibi sebeplerle kısıtlıdır. İnsan, artı-eksi sonsuz bir düzlem üzerinde düşünmez, yaşamaz, var olmaz. Bedeni böyle bir varoluş için tasarlanmamıştır. Hatta oldukça uçlarda bir yaşam sürmek, kabulsüzce zıtlıklarda oradan oraya koşmak, insanın zihin-ahlak-vicdan-benlik yapısını bozduğu ve başka birçok psikolojik rahatsızlığa sebebiyet verdiği için, Borderline Kişilik Bozukluğu adıyla hastalık olarak kabul edilmiştir.

Aksine insan beyni formüllerle işler. Bu formüller, karaktere, çevresel faktörler ve genetik aktarıma göre şekillenir. Örneğin ayı görünce hepimiz korkarız ve adrenalin salgılarız çünkü genetik aktarım bize, bizden büyük hayvanların bizi öldürebileceğini hücre hafızasıyla hatırlatır. Kadınsak, bu toplumda gece vakti dışarıda tedirgin oluruz çünkü toplumsal kurallar başımıza bir şey gelebilir olduğunu öğretmiştir. Alıngan bir insansak insanlarla sert tartışmalara girmeyiz çünkü söylediklerinin bizi kırabileceğini biliriz.

Yani insan, varlığını – hem psikolojik hem de fiziki olarak- muhafaza edebilmek,  hayatta kalmak adına kendisi bir takım formüller oluşturur. Hemen herkes benzer formüllerle yaşadığı için, biz bu formülleri bizim ürettiğimizi unutur, bunları bizim dışımızda büyük bir şeyin yani hayatın formülü sanmaya başlarız.

Ve bu durum, formüllerin işlemediği noktalarda bizi iki katı strese sokarak hasta eder. Çünkü eğer formülleri biz ürettiysek, gayet de biz değiştirebilir, esnetebilir, revize edebiliriz. Ama formül koskoca hayata aitse ve hayat da üstüne düşen görevi yerine getirmiyorsa (!) o zaman hapı yuttuk demektir. Kendimizi çaresiz ve hayata maruz kalıyor hissederiz ve böylece yaptırım gücümüzü de söndürürüz.

Burada, başımıza formüllere ters bir şey geldiğinde hatırlamamız gereken tam da budur. Hayatın formülü yoktur. Gerçeklikte formül yoktur. Fizik kanunları bile bir düzensizliğe, bir evrimsel sıçramaya bakar ve revize olabilir, tamamen değişebilir. İnsan yaşamında ise her şey kaosa bağlıdır.  Bu kaosun  yarattığı belirsizliğin getirdiği gerilimi hafifletmek adına insanlar formüller bulurlar. Oysa insan, formül uydursun ya da uydurmasın, kaos onu zaten var edeceği kadar var etmektedir. Biz, kaosun ellerine kaldığımızda ölmez, yok olmayız. Bizi var eden formüller de değildir. Fiziki yaşamımız, kader olarak adlandırdığımız bir saate bağlıdır, o kadar. Fakat zihinsel devamlılığımız ve hayatla olan uyumumuz, kaosla olan işbirliğimize ve formüllerimizin esnekliğine bağlıdır. Eğer zihnimizi esnetmeyi başarabilirsek, yani formüllü veya formülsüz, kaoslu ya da kaosu hesaba katmadan ne olursa olsun ölümümüzün tüm bunların dışında yazılmış bir gerçek olduğunu kabul edersek, o zaman huzura erebiliriz.  Ancak o noktadan sonra, hayatın bize her an yaşatabileceği olumlu/olumsuz deneyimler bizde aşırı bir korku yaratmayı bırakır ve bizler de hayatı daha güçlü kucaklıyor oluruz. Zihnimizi böylece esneterek, bir formülümüz işe yaramadığında kendi kendimize zulüm etmeyi bırakabilir, rahatça “bu seferlik işlemedi” ya da “bu hali işlemiyor böyle formülize etmek gerekir” diyebiliriz.
Ölümümüzün, tüm bunların üstünde bir gerçek olduğunu anladığımızda, formüllerimizden özgürleşebilir, değişebilir ve daha istediğimiz gibi bir hayat deneyimleyebiliriz.

 

Emine Tülin Erinç

NLP ve Profesyonel Koç, Öğrenci Koçu,