Hepimiz hiç değilse bir kez aşık olduk. Yine hepimiz aşıkken, daha sonra dönüp baktığımızda “ben nasıl bu hale geldim” dedirtecek şeyler yaptık. Konumuz bu davranışların iyiliği kötülüğü değil, özümüzle uyumsuzluğu. Örneğin aslında akılcı bir insanken, aşık olduğumuzda aklımız gölgelenmedi sadece, duygularını yoğun ve fevri yaşayan insanlara dönüştük. Ya da gündelik hayatında oldukça uyumlu, hatta diplomatik bir insanken, aşık olduğumuzda “ya hep ya hiç”çi rollere büründük, belki de agresifleştik. Peki neden böyle olduk? Bilimsel nevroz açıklamalarının ötesinde, aşk olumlu bir duygu olarak aklımızda yer etmişken, neden belki de en sevmediğimiz halimize dönüştük? Amacımız neydi? Çünkü her insan davranışının ardında biliyoruz ki bir amaç yatar.

İmdi, özellikle bizim gibi gelenek-görenek, toplumsal normlardan sapanlara ağır manevi, sosyal yaptırımların uygulandığı bir coğrafyada, hepimiz normlara uymak adına kişisel yeteneklerimizi ön plana çıkarırız. Uyum, akılcılık, çözümcü olmak, yapıcılık, sessizlik ve çekimserlik, yardımseverlik ve hatta fiziksel görünüş vs vs. Aileden başlamak üzere çevremizden de bu yönde teşvik görürüz. Bu kötü bir şey mi? Elbette değil. Tabi haddini bildiği sürece.

Fakat bazen had kaçar, özellikle çocukluk ve ergenlik döneminde, her daim iyi, her daim uyumlu olamayan – çünkü hormonlar yeniden düzenlenmekte ve bu esnada oluşan düzensizlik duygu durumunu etkilemektedir, aynı şekilde çocuklukta bastırılmış öfke, kırgınlık ve üzüntüler de çoğunlukla bu dönemde patlama eğilimi göstermektedir- toplumun yeni üyelerine hunharca bastırma uygulanır. Toplum adeta “ya böyle ol ya da dışlanmayı göze al” der. Örnek verelim, bir kız çocuğu düşünelim. Bir sebepten babası ile yakın bir ilişkisi olmasın bu kızın çocukken ve bir kız çocuğu olarak baba sevgisine, babayı sevmeye ve babadan sevgi görmeye aç bir kız çocuğu, ergenlik döneminde bu açlıkla farkında olmadan tekrar karşılaşsın. Bu kız -kadın olduğu için karşısındaki insanın duygu durumunu, ihtiyaç ve beklentilerini davranış ve ifadelerden okumaya erkeklerden daha ileride evrilmiş olacaktır, bu sebeple- yaşıtı erkeklerin yalnızca cinselliğe tepki verdiğini – çünkü onlar da testosteron ataklarının etkisindeler- bilsin. Dolayısıyla ergenliğinde, cinsel açıdan daha davetkar giyinmeye, davranmaya başlasın. Bu esnada bir aile üyesi, yüksek ihtimalle annesi veya ablası tarafından “sen başımıza ….. mı olacaksın” şeklinde bir ithamla karşılaşsın. Sonuç? Sonuç şu: bilinçdışında sevmeyi ve sevilmeyi istemek eşittir ……. olmak. Bu kız şimdi yetişkin olduğunda, bilimum cinsel soğukluk, tiksinti, vajinismusla uğraşabilir, hayırlı olsun. Fakat bu başka bir yazının konusu olsun, biz buradan devam edelim.

Yani sonuçta bireyler, şunu görerek yetişiyorlar “şöyle olmak zorundasın. Evet, hep öyle olmak zorundasın. Hayır, bir an bile başka bir şey, hele de hoşumuza gitmeyen bir şey olursan seni ayıplarız. Seni onaylamayız. Seni ya onaylamayız ve eksiye düşürürüz benlik imajını, ya da daha kötüsü seni insan yerine dahi koymayız. Yani evet, herkes gibi senin egon da her an ben varım demeye odaklıyken biz sana sürekli sen yoksun deriz. Seni böyle böyle bitiririz.”

Yapıyorlar da. Aklınca toplumun yetişkinleri bunu genç bireyleri dışarıdaki tehlikelerden korumak için yapıyor, ama iş şu meşhur şempanze deneyine dönüyor. Hani bilirsiniz, bir kafes içinde muza gitmeye çalışan şempanzelere bilim adamları tazyikli su tutuyor. Böylece şempanzeler muza gitmemeyi öğreniyorlar su yememek için, sonra kafese yeni, genç bir şempanze koyuluyor. Tabi o da muza gitmeye meylediyor ama, bu sefer su da sıkılmamasına rağmen mekanın eskisi şempanzeler yeniyi dövüyorlar. İşte sözde sudan koruyorlar. Oysa sonuçta şiddet yine orada ve koruma itkisi anlamını kaybetmiş oluyor, aynı hesap.

Bu sefer kişide şöyle bir algı oluşuyor “ben insan olarak aciz bir varlığım. Kendimin en iyi versiyonu olsam bile, bunu her gün, her saniye muhafaza edemeyebilirim. Hastalanırım, yeri gelir kafam atar, büyük bir şok yaşarım. İpler elimden kayabilir. İşte o zaman, tüm şu yanımda duranlar kaçar.”

Bu fikir çok tehlikeli bir fikir ve toplum sağolsun hepimizde az veya çok var. Bu fikir yüzünden, insan kendi içinde, onu “norm”lardan çıkaracak kadar sallayabilecek açlıkları, korkuları, endişeleri, arzuları bastırır. Yani onları kabul edip anlayışla sağaltmaz; aynı toplumun kendisine öğrettiği gibi onları hor görür, onlara sırt döner. Çünkü onlar yüzünden toplumla olan bağı, bazen ciddi hasarlar alabilir.

Tamamını, iki koluyla kucaklayamayan insan, kendisini tam anlamıyla sevemeyen ve kabul edemeyen insan olur. Bu sebeple bu ihtiyaç da saplantı haline gelir: her yönümüzle sevilmek. Bu noktada insan, bununla ilgili çalışma yapmadığı sürece, ne kendisini sevebilir, ne de başkasını. En büyük arzusu olduğu gibi kabul edilip, yeterince iyi olamadığında bile kabul edilmek ve başkasını da böyle kabul edebilmek iken, en aksi davrandığı şey bu olur. Herkesi eleştirir, ama en çok da kendisini. Hep bir kusur bulur ve ayıplar, en çok da kendisini.

Bu kaldırması güç bir yüktür.

Ama bazen, bilinçdışımız, yani orada yer alan söylenmemiş, işte bu itilmiş arzu ve taleplerimiz, onlara yanıt olabileceğini hissettiğimiz biriyle uyumlanır. Adeta enerji kitlenmesi yaşarız. O insanlara derin bir güven duyarız; bu güven realiteden bağımsız tamamen bilinçdışı uyumlanmasına bağlı bir güvendir. O zaman duvarları indiririz – çünkü kişi zaten içeridedir artık- ve birden zincirlerimizden boşalırız!

İçten içe “böyle olursam beni burada yaşatmazlar” dediğimiz neyimiz varsa ortaya dökülür. Ve elbette uzun süredir bastırılmakta oldukları için, fevri ve yanar döner bir biçimde. Burada karşı tarafa sorduğumuz bir soru vardır. Hem de çığlık çığlığa: ” beni böyle de kabul edebilir misin peki? Şimdi hala benden iğrenmedin mi?Peki ben bu kadar savunmasızken, kendimi bırakmışken, SENİN BENİM SAVUNMA MEKANİZMAMDAN AYRI BİR VİCDANIN VAR MI? Ben kendimi savunmuyorken de SEN BENİ EZMEYEBİLİR MİSİN? ”

Yaşantımıza dikkat edersek görürüz ki, bizi gönül ilişkilerine en çok yıkan reddedilmek değildir. Hepimiz, içten içe bir bilgelikle, herkesin herkese hitap etmeyebileceğini biliriz. Edebince, yerince, nazikçe reddedildiğimiz ve o an yersiz ama bütüne bakıldığında anlaşılabilecek taşkınlıklarımıza sabır ve merhametle yaklaşıldığında, elbette yine de üzülürüz ama toparlanırız. İnsanlığa, sevgiye, tekrar denemeye olan umudumuzu kaybetmeyiz. Bizi esas yıkan ilişkiler, bizi bu halimizle gördüğünde bundan faydalanmaya çalışan, bununla dalga geçen, bunu hor gören insanlarla yaşadıklarımızdır. Duygusal olarak stabil ve yönlendirilebilir değil ama en güçlü, savunma açısından en güçsüz anımızda, bundan çıkar sağlamaya girişecek insanlarla karşılaşmak ve sonrasında da böyle insanların yine karşımıza çıkabileceğini bilmek, bizi dışarıya kapatır.

Topluma güvensizlik, gelecek planlarda kararsızlık, herkesten az veya çok şüphe etme, dolayısıyla tam bir güvenme ve paylaşma statüsüne geçememe ilişkilerde, duygusal tatminsizlik ve boşluk hissi ile derin yalnızlık algısı bu durumun yol açtığı bir sorundur. Elbette başka sebepler de vardır fakat ünlü Psikiyatrist Karen Horney şöyle belirtmiştir: ” bir çocuk, koşulsuzca kabul edildiğini ve sevildiğini bildiği sürece, aile içinde gerçekleşecek her türlü yoksunluğa, boşlamaya hatta cinsel istismara bile kolaylıkla katlanabilir. Bir insanın kaldıramayacağı şey olduğun gibi sevilmemek, istenmemektir.”

Yani, eğer kendinizi açtığınız ve aslında farkında olmadan kışkırttığınız kişi size “elbette böyle de olabilirsin bir insan olarak, ama ben bundan ötürü de değil, seni tercih edemiyorum üzgünüm” derse davranışlarıyla; yani sizi kırmadan, egonuza saldırmadan, sizi alt etmeye çalışmadan sizden faydalanmadan uzaklaşırsa, bu çok daha kolay başa çıkabileceğimiz bir durumdur. Aksi durum ise, bizi oldukça uzun süreli duygu ve arzu bastırmaya kadar götürebilir.

Peki  çözüm nedir?

Eğer insan kendi kendine iğrenmeden, utanmadan, kötü yanlarına alkış tutarak değil, onların da oluşmasının altındaki sebepleri anlayarak, şefkat ve sabırla yaklaşırsa, böyle yıkıcı sonuçlar doğurabilecek oyunlara gerek kalmaz. Çünkü, her insanın içinde sevgi kadar öfke, yapıcılık olduğu kadar yıkıcılık, yardımseverlik kadar bencillik de vardır ve her var olan duygunun da bir sebebi. O sebebi görebilmek ve kendimize “neden böyle hissettiğini anlayabiliyorum, bunu yaşamış olmak ve böyle hissetmek seni yaralamış olmalı, ama ben sana sarılmak için hep buradayım” diyebilmek, bizi toplum onay ve dışlama silahlarının bir tık üstünde tutar.

Ayrıca ikili ilişkilerde de level atlatır, bundan sonra hoşlandığınız insanlar, bu duyguyu kötüye kullanacak kadar vicdan/irade mekanizmaları zayıf insanlarsa bunu da görebilir hale gelerek, iletişime geçmeyebilir ve buna hiç de üzülmeyebilirsiniz! Özetle böyle bir noktada Juliet, intihar etmek yerine “bir Romeo’nun onay ve şefkatine ihtiyacım yok, olacağı varsa da olur. Toplum da onaylamayıversin, onların da kendilerince ana-babalarından aldıkları öğretiler var işte ne yapacaksın. Kendini yıpratmaya değmez, havalar da sıcak hele bir soğuk kahve içeyim, gerisine bakarız” der ve hırpalanmadan hayatına devam eder.

E, hepimizin görmek istediği mutlu son da biraz bu değil miydi? İleride Romeo statüyü toparlar, evlenirler; iki çocuk yaparlar falan (=

Mutlu Hafta Sonları.

Emine Tülin Erinç

NLP ve Profesyonel Koç, Öğrenci Koçu,