Onuncu sayımızda James Redfield “Savaş Ortamında Sevgiyi Bulmak” demiş. Fena şekilde ilgimi çekti. İlgimi çekmesine çekti de ışıldağımı konu üzerinde iki dakika tutar tumaz içime daral geldi. Konunun ucunu başını toparlamanın zorluğu küt küt vurdu ilkin kafama.

Yazının başına beyaz kanatlı, eli tabancalı, belden yukarısı üryan bir vamp melek koyduğuna göre, sanırım Hasan konuyu kavramış! Galiba biraz öteye de geçmiş! İçinizde şu sözü İngilizce’ye kim çevirebilir: “Fesüphanallah!”
Durun hele, şu Sör Ceymis ne diyor?

Önce konuştuklarını söylemeğe liyakati var mı diye “Nâsiyesine” şöyle bir baktım. Evet var. O da teşkilattan! “Mülâyim-i evvel” takımından yani!

Söylediklerine gelince, ezcümle: “Bizimkiler yaramazlık etti ama şimdi de doğu ve özellikle de Müslümanlar sopanın üstüne gidiyor. Dünyanın kanayan yarası, Arap-İsrail çatışmasıdır. Her iki tarafın da sevgiyi hatırlaması gerekiyor. Dünyadaki diğer bütün şiddet odakları ile birlikte bu coğrafyadaki şiddet yanlılarının sevgiyi hatırlayabilmeleri için dua etmeli” diyor.

Pek de radikal bir tedbir olarak görünmüyor doğrusu! “Savaşın içinde sevgiyi bulmak”la da pek bir ilgisi yok söylediklerinin. Sanırım kitlesel niyeti ve karmayı atlıyor. Siyonizmin ve dünyanın derin devletini oluşturan “Güç efendilerinin” dünyaya asılışını hiç hesaba katmıyor. Daha bir geniş çerçevede söyleyecek olursam, “geni” ve “kültürü” atlıyor! Sanırım bir şeyi daha atlıyor: Dualiteyi!
Bizim kutsal kitabımızda insanlara uyarlanmış dualite şöyle anlatılır:

“Gezin, dolaşın, bakın ve görün, biz o geri dönme şansını yitirmiş (o iflah olmaz) kötülere neler etmişiz! (Nasıl da hepsini burun üstü kapaklamışız)”

“Siz hepiniz sâlihlerden (ıslah olmuş, temizlenerek kurtuluşa ermiş) olsaydınız, hepinizi kaldırır, yerinize tövbe eden kavimler getirirdik”

Tez-antitez-sentez… Sentez nerede? Tövbede…Tövbe? Birçokları tövbeyi, sapma karşısında pişmanlık, vazgeçme ve vazgeçtiğini resmîleştirme, belgeleme olarak anlar; oysa biraz daha geniş çerçeveden bakarsak, tövbenin “içsel gelişme” olduğunu görürüz. İşte dünya tezgâhı bu ilke ve amaçla kurulmuş. Nereye kadar? Ortalama insan bilinci dualiteyi aşıncaya kadar. Oraya gelene kadar ise çatışma, tersleşme, şu ya da bu düzeyde şiddet kaçınılmaz!
Hu! Sayıyla kendinize gelin! Ben Hegel eğilimli bir Faşist filan değilim. Bırakın da sözümü tamamlayayım.

Üniversitede öğrenciyken Edirnekapı Yurdu’nda kalıyordum. Tıp dördüncü sınıfta okuyan bir arkadaşım, bir akşam saati kantinde yanıma geldi ve çayını abartılı bir keyifle içmeğe başladı. Sonra da “Bu gün de kefeni yırttık! Ama sorucam ben o yavşaklara” dedi. “Ne oldu?” dedim. Zeytinburnu’nda İstasyonda iki kanlısı bunu sıkıştırmış. Son anda trene atlayarak, ölümden kıl payı kurtulmuş. Oysa bir hafta önce yurtta düzenlenen şenlikte aktif rol almıştı. Yesâri Âsım Arsoy’u getirmişti. Aynı zamanda onun öğrencisiymiş. Yani müzik sanat tarafı da var. Şaşırdım. “Kanlın mı?” dedim. “Ne diyorsun oğlum sen? Bir de doktor olacaksın yakında. Bu kan davası ne ayak?”, “Sen anlamazsın bu işlerden Mustafa ya…” dedi. “Eğer bu işten kaçarsan, memlekete gittin mi evden dışarı çıkamazsın. Kahveye mahveye gidemezsin. İnsanı adam yerine koymazlar!” demişti. Nasıl da kin doluydu hasımlarına! Aşksa aşk, sanatsa sanat, duyguysa duygu ama onur uğruna dünyayı yakabilme damarı kabarınca ne din ne iman ne insanlık ne sanat ne de sevgi!

1500 senelik Müslüman-Yahudi hıncı nasıl biter?

Sevgili James kardeş, belki de asıl hınç başka bir çerçevenin gösterdiğidir. Belki de konu, kapsam açısından Yahudi-Müslüman çatışması değil de Doğu-batı çatışmasıdır! Ve doğu halkları, insanlık camiasının onurlu bir üyesi olmak istemektedir. En az iki asırdır yürütülen bir sinsi savaştan söz ediyorum: Batı, biz doğuyu hep ya bir pasta ya da kapışılması gereken “pazar” olarak gördü. Neye doğuya askerî çıkartma yapmayı akıl ediyor da bir bilinç çıkartması yapmayı düşünmüyor? Yaşama standardını, teknolojisini, dünya ve yaşam algısını bizimle neden paylaşmayı düşünmüyor? Neden Türklere “stratejik üs” görevi veriliyor da bilinç ve refah aktarımı için köprü rolü verilmiyor? İşte batının sömürmekten asla vazgeçmeyeceğini anladığı içindir ki, doğu silaha ve şiddete sarılmaktadır! Ve buna kitle olarak karar almıştır! Yahudi-Arap çatışması bunun yalnızca bir parçasıdır.

Sanırım şunu demeye çalışıyorum: Şu ya da bu nedenle, şu ya da bu düzeyde çatışma, gerilim ve şiddet varlığını, eğer yukarıdan ciddî bir müdahale olmazsa daha uzunca bir süre sürdürecektir. Çatışma iki kişi arasında da iki grup arasında da olabilir ve her çatışma taraflara kendi mantığını giydirir. Böylece “dışarıdan gazel atmayı” engeller!

Hele hele Sevgili Hasan… İnsan ilişkileri ders 1: Savaş ortamında sevgiyi bulmak, bu ortamdan fanti kaldırmak değildir! Savaş ortamında sevgiyi bulmak, olsa olsa savaştan bıkmak, savaştan gına getirmektir. Bence, savaştan sevgiye doğru ilk atılacak adım budur. Bunu da bir tür tövbe olarak anlayamaz mıyız?

Tövbe… yani iğne deliği aralığında kumaş dokumak. Bana öyle geliyor ki, şimdiye kadar da hep böyle oldu. Birileri bir gün bir yerde yorulur ya da savaşı, itişmeyi, didişmeyi gereksiz görmeğe başlar. Yani kendini o karmaya karşı özgür kılar, yani kendini bağışlamayı ister. İşte belki orada savaş ortamında sevgiyi bulmaktan söz edilebilir. Ve bu tek tek olur, kitleler halinde değil.

Ve bağışlamak… Bağışlamak, artık başka bir ufka bakmaktır! Bir başka basamağa ayak değil, baş koymaktır! Aslında büyümek ve içsel olarak yükselmektir. Ve dediğim gibi, bu tek tek / birey birey olmaktadır. O temizler, o salihler, o çatışmalı karmalara karşı kendini özgürleştirebilenler… Onlar hiçbir zaman, yeryüzündeki o çatışkan büyük çoğunluğu etkileyip dizginleyebilecek bir güce ulaşamadılar. Bu “Dûnya” yani “Alçak yer” anlamına gelen, Lâtince’de “Terra” denen sürgünler gezegenin doğasına ve amacına terstir. Onlar etkin, baskın oldukları yani %51’i bulduklarında artık dünyamız “Dûnya” olmayacaktır. Farklı manyetik ortamlar ve farklı genler, bu alçak yeri istila edecek, dünyanın gidiş yönü ateşten çiçeğe dönecektir.

Şimdi, şu aşamada bu savaş doygunlarının, bu özgürlerin, bu temizlerin, bu sevgiye gerçekten uyanmış olan “tuhaf” insanların kendi aralarında birleşmeleri bana izlenecek en olağan ve doğru yol olarak görünüyor. Yeni bir devlet ya da yeni bir ırk oluşturmaktan söz etmiyorum ama giderek Türkiye’de de hissedilir bir taban oluşturmağa başlayan spritüel çevre, hemen şimdi kendine özgü yapılar oluşturup kendi değerlerini üretmeğe başlayabilir. “Savaş Doygunları”nı bu konuda eyleme geçmekten alıkoyan nedir?

Bana öyle geliyor ki, savaş ortamında sevgiyi bulmak, önce savaşa doymak, sonra da bu özel insanların sevgi ile bir araya gelerek bu savaşan dünyada etkili olabilecek birlikler oluşturmasıdır. Fikriyanımın ince gülü budur

Mustafa Öz