“Hepimiz Hrant değil, Mehmet’iz!” diye haykıranların, en gurur duyduğu şey besbelli Türk olmalarıydı. Ama bu tek gurur kaynakları da değildi. Erkeklikleri, erkekleri, homofobileri ve milli takımlarıyla da gurur duyuyorlar. Türklük, suyun üzerinde kalan kısımken, buzdağının altında daha nice imge, nice kimlik var. Bu buz kütlesinden çıkan soğuk sesler ise çok tanıdık, egemen bir söylemin sesleri. Susarsa, kendini onu meşrulaştırıp yeniden üretmeye adadığı o dev kütlenin erimesine yol açacak; kalın, güçlü, aşina olduğumuz bir ses.

 

Murat Belge, 11 Mart tarihli Radikal’deki köşesinde şöyle diyor; “Bu toplumun genel hayat tarzı, herkesi ‘resmi görüş’ sahibi olmaya zorlar. Hangi sözleri söyleyerek yaşamamız gerektiği önceden belirlenmiştir, senaryolarımız, diyaloglarımız önceden yazılmıştır. Onun için de, ‘bireysellik’ denen olayla, eksantrik bireylerle karşılaşmak zordur Türkiye’de. Tabii bu, ‘dış yüzey’den bakınca böyle; onun arkasına dolaşmayı başardığınızda, bireyselliğin, kuraldışılığın türlüsünü (her zaman ‘sağlıklı’sını da değil) görürsünüz.”

Ben de bu yazıda “resmi görüş” denen, ülkemizin tarih kitaplarından, açık oturumlarına kadar her alana hâkim olan o söylemin inşa ettiği “örnek vatandaş” kavramını gözümüze sokmak niyetindeyim. Son altı aydır ayyuka çıkan ve nihayet iğrenç bir cinayetle kanlı bayrağını sallayan milliyetçi ideolojinin tek başına ayakta durmadığı, diğer birçok kavramla el ele gittiği de bir gerçek. Bir an düşünmek bile bu kavramlardan birinin de “ataerkillik” olduğunu hatırlamaya yeter hatta. Ataerkillik ve gücü elinde bulunduran diğer aygıtları da hesaba katarak, biraz da karikatürize ederek, örnek vatandaşı betimlemekte yarar var.

Örnek vatandaş, erkektir, heteroseksüeldir, Türk’tür.

Daha sayılabilecek nice sıfatı da unutmamak gerek; Laik Müslüman, Orta Sınıf, Politik olarak ortada veya ortaya çok uzak olmayan bir sağ veya solda olmak gibi. Günlük konuşmalardan en resmi belgelere kadar; bu dayatmaların, “zaten doğal olanı o” sayılmaların küçüklüğümüzden beri gizlice, yavaşça işlenerek inşası söz konusu. Bu gerçek, bunların tersini söyleyenlerle karşılaştığımızda deliler gibi şaşıranlardan, kimi zaman onlara nefret kusup, kimi zaman da bir hoşgörü maskesiyle keskin sınırlar çizenlerden belli değil mi?

Sanıyorum ki “Erkeklik” ve “Erkek” olma hali, bu ülkede en çok değer verilen kavramlardan; gücün içinde en yoğun bir biçimde aktığı yataklardan biri olmaya devam ediyor. Biyolojik bir cinsiyet olmaktan çok sosyal tarafı şişirilip kafamıza örülmüş bu kavram, bir övgü olarak kullanılırken; kadınları dışlayıcı olmakla birlikte, kendi kümesini de birkaç parçaya ayırıyor. Kadına ve erkeğe atfedilen davranış biçimleri ise sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde yaygın söylemler olma özelliklerini sürdürürken, birçok akademisyen bilimsel söylemlerle de desteklenmeye başlamış bu görüşleri sorguluyor. Annelik içgüdüsü, duygusallık, romantizm gibi kadına; liderlik, aktiflik, rasyonellik gibi erkeğe atfedilen ve doğallaştırılmış kavramların sorgulanabilirliği ve sosyal olarak yapılandırılmış olmaları gerçeğinin yanında, güce layık görülen kadınların çoğunun “erkeğe atfedilen” o özellikleri taşıyor olması/taşımaya çalışması ise az önceki durumdan bile daha vahim. Erkek Fatma’lar, plazalardaki yarışmacı “gözünün yaşına bakmaz” kadınlar, “Adam ol!”lar, hep takdir görürken; çoğu kişi ne bu alkışlanan davranış biçimlerinin gerçekten bir cinsiyete ait mutlak özellikler olup olmadığını; ne de kadında bile bu “erkeksi” özelliklerin var olma zorunluluğuna dair kurulmuş o gizli söz birliğini sorguluyor. “Bıyıklı Kadınlar” ismindeki o iyi niyetli kampanya bile, kadınlarına bıyık takarak bu çelişkinin içine düşmekten kurtulamıyor.

Bir başka nokta da, zaten ikiye bölünen ve iki cinsiyetten biriyle ilişkilendirilen sosyal hayatımızın “özel tabaka”sının ev, aile hayatı, çocuklar, huzur, güven ve doğal olarak “kadın” ve “kadınlık” la sembolize edilirken, sosyal hayatın ise güvensizlik, çaba, yarışma ve de -tahmin edin- erkek ile ilişkilendirilmiş olması. Burada ironik olansa, bu özel hayatta kadının “kadın” gibi davranmasının beklenmesi. Yani cinsiyeti öğrenildiği anda pembeye boyanan odasındaki pembe yastığında sarı saçlı bebekleriyle oynayıp pembe pabuçlar giyen küçük kızımız, büyüdüğü zaman, “kadın” olmaya dair ona dayatılmış sıfatların hiçbirinden kafasını dışarıya uzatmamalı, yürürken biraz kıvırmalı, sakin olmalı, çocuk doğurmalı, cefakâr anne olmalı, kocasının o çok yoğun geçen toplantısı ardından ona sıcacık bir çorba yapmalı.

Tabi ki zaman değişiyor. İş hayatına ve eskiden -çok eskiden değil- erkeğin hakimiyetinde olan birçok kuruma giren kadınlar, bu yenilikleri sevinçle kutlayabilirler. Ancak bütün sorunlar iş yerinde üç beş kadının varlığıyla çözülüyor mu acaba? Cinsiyetlere dair biyolojik gerçeklerle sosyal eklemlemeleri hala birbirinden ayıramıyor oluşumuz, dahası sosyal olarak yapılandırılmış birçok özelliğin de altında biyolojik gerçekler/ispatlar aramamız, bir sürü eşitsizliğin ve ideolojinin de çarpık mantıklarımızdan beslenmesini olası kılıyor. İş yerinin, hala “erkek” olarak cinsiyetlendirilmesi, iş yerindeki kadınların da “erkek” gibi olanın makbul olmasına yol açmıyor mu? Rakipleriyle anlaşma yarışı peşinde koşup kendine güveniyle etrafındakileri büyüleyen gözü tok, rekabetçi iş kadını tipini “diğer kadınlar”dan ayıran bir şey vardır değil mi? O diğer kadınlar gibi değildir, kadınlığa atfedilen o pasif, huzurlu, elmalı tart pişiren resmin dışına taşmış; erkek sahasına erkek gibi özellikleri bünyesinde toplayarak girmiştir. O yüzden erkeğin sahasında, ancak erkek gibi davranarak onay alır. Bu hastalıklı görüşte gözden kaçmaması gereken, tekrarlama gerektiren bir nokta ise “erkek davranışı” kavramı kadar “erkeğin sahası” tanımının da problemli olduğu. Aynı şekilde, -ünlü markaların “işte 2007 kışı kadını” sloganlarından da kolayca fark edebiliriz, pohpohlanan “güçlü” kadının artık hem rekabetçi ve “en az erkek kadar güçlü”, hem de olabildiğine “dişi” imajıyla önümüze sunulması söz konusu. Yani erkeklerin dünyasına kendi çapında isyan eden “güçlü kadın”, o erkek arenasında da var olduğunu hırsı ve çalışkanlığıyla kanıtlamaya çalışırken, bir yandan da “kadınlığından” taviz vermiyor. Aynı bir ped reklâmının konsepti gibi; kadının biyolojik bir gerçeği yadsınmazken bu gerçeğin üzerine birçok taş daha konuyor, işte restoranda kız arkadaşlarıyla dolaşan modern ve “bakımlı” (kadınlığından vazgeçmeyen) kadınlar, bir yandan da ped markasının sloganı olan “delikanlı kızlara”nın hakkını veren dobra dobra, atılgan, kendine güvenen üsluplar! Sizin de tüylerinizi diken diken etmedi mi o “delikanlı kızlar” ve sloganın yarattığı ilk etkiden altında yatan onlarca imgeye kadar paketlenerek kabul edilmiş baştan aşağı çarpık “doğru”lar?

Sonuç olarak oluşan resim şu ki, kadın, toplumumuzda fırsat eşitliğini sağlamak için çabalarken bile ‘feminist hareket’in yurtdışında 80’lerde kullandığı söylemden daha ileri gidemiyor. Kadın eşitliğini, kadının haklarını, gücü ve direnişi hala kısır bir resimle görmeye devam ediyor. Kadın, toplumdaki eşitliğini sağlamaya çalışıp güce giden yollara bilet almaya çalışırken, kalıplaşmış paketlerden daha fazlasını iddia edemiyor. Kadın güce ve fırsata eşit haklar ararken, hala gizlice “erkeğin” gücünü onaylamaya ve meşrulaştırmaya devam ediyor. Ayşe Parla‘nın bir yazısında belirttiği gibi, bekâret kavramını eleştirmek için “bekâret beyindedir” karşı argümanına baş vurmak kadar vasat kalan bu tutum, illa bir yerde “bekaret” arama saplantısına benzer bir şekilde; radikal bir duruş sergilemekten ve sistemi toptan sorgulamaktan oldukça yoksun. İki karşı uç gibi gösterilip duran modernist kanadımızla gelenekçi kanadın arasında ancak bir mini etek kadar fark var! Eteği kaldırdığımız zaman ikisi de bir tür bekâretten bahsedecektir.

Ataerkil söylem, erkeği ve erkeğe atfedilen her türlü güç aygıtını baş tacı eden yöntemleri ve söylemleriyle, yeniden üretilmeye devam ediyor. Bu söylemin milliyetçi ideolojiye, heteroseksüel kalıplara da sonuna kadar hizmet ettiği ise su götürmez bir gerçek olsa gerek. Ancak tüm bu kalıplara bakarken, dilin önemini de asla gözden kaçırmamak gerekir diye düşünüyorum. Toplumdaki güç yapıları belki de en iyi dile bakarak anlaşılabilir. Foucault’dan tutun, günümüz sosyal antropologlarına kadar dil ve diskur üzerine yapılan onlarca analiz ve araştırma, toplumdaki eşitsizliklerin, dönüşümlerin ve güç dengelerinin çarpıcı bir dökümünü ortaya koyabiliyor. Biz de “örnek vatandaş” diye adlandırarak aslında biraz anlamını daralttığım bu hayatımızın her alanına sızmış, dayatılan “olunması gereken” ya da olanın fırsatlara açılan kapılara daha yakın sayıldığı kimliğin yansımalarını günlük konuşmalarımızda bulabiliriz. Yukarıda dile yerleşmiş birkaç söylemden bahsettim, biraz dikkat ederek çevredeki konuşmalarda da bu hâkim ideolojinin ipuçlarını kolayca yakalayabiliriz; ancak dile yerleşmiş bu kelimelerin, konuşmaların ve imaların detaylı bir dökümünü yapmak çok faydalı olurdu.

Tabi ki günlük söylemlerde fark edilmeden işleyen ayrımcı mekanizmalar, sadece erkeğin gücünü yeniden üretmekle kalmıyor. Heteroseksüel söylem, ataerkil söylemden çok daha normalleştirilmiş, çok daha yaygın ve fark etmesi zor bir alanda. Kadın hakları ve bu konudaki hassasiyet konusunda eşcinsellikten çok daha ileride olduğumuz bir gerçek herhalde. Yaşadığımız yerde tek normal olan; normal olmayı geçtim, tek “var olan” cinsel kimlik seçeneği heteroseksüellikmiş gibi koskoca bir yok sayma içinde; homoseksüelliği anormalleştirerek, yalnızlaştırarak yaşayıp gidebilir miyiz hala?

Homoseksüelliğin bir hastalık olduğunu savunanlar hala konuşurken, Amerikan Psikiyatri Derneği eşcinselliği yıllar önce Patolojik eğilimler listesinden çıkardı. Bu listeden çıkmadan önceyse, Nekrofili, Pedofili gibi vakalarla aynı kefeye konuluyordu. Amerika’da eşcinsellik üzerine süregelen son tartışmalar ise eşcinselliğin genetik, biyolojik kökenli olduğu. Sosyal Darwinizm ya da Biyolojik Determinizm’in yeniden doğuşu olarak da yorumlanan günümüzde, bu tip analizler kimi kısımlardan sorunlu olarak görülüyor. Antropologlar ve Sosyologlar tarafından sorgulanan bir yaklaşım bu. Farklı bir zeminde tartışılması gereken bu yaklaşımlar bir yana, anlaşılması gereken şu ki, bir seçim ya da doğuştan gelen bir özellik olsun ya da olmasın, eşcinseller vardır, onlara “anormal”, “hasta” muamelesi yapmak kabul edilebilir değil. Buraya kadarını çoğu kişi “çağdaş” , “demokrat” yaklaşım olarak kabul edebilir zaten. Ancak eşcinselliğe kayıtsız veya uzaktan saygılı görünen alanlarda da; kimi kurumlar, kişiler ve söylemler vasıtasıyla dayatılan, uygulanan haksızlıkların, ayrımcılığın da ilki kadar yaygın ve alçakça olmadığını iddia edebilir miyiz?

Türkiye’de askerlikten muaf olmak için çürük raporu almak gerekiyor. Eşcinselliğin kanıtlanması, bu çürük raporu’nu almayı mümkün kılıyor. Burada o kadar keskin noktalar var ki! Eşcinsellik, bir kurumumuzda hala “hastalık” olarak kabul edilebiliyor. Eşcinselliğin kurum tarafından onayı için “görsel kanıt” adına, söz konusu kişinin eşcinsel ilişki sırasında çekilmiş resimleri ve psikiyatrik raporlar isteniyor. Bu “kanıt”tan sonra da anal bir muameleden geçmesi gerekiyor eşcinsel vatandaşın! Vicdani Ret’çi Mehmet Tarhan, eşcinsel; ama kendisine askere gitmemek için bir sözde “hak” olarak önerilen çürük raporunu kabul etmedi. Hastalık olarak nitelendirilen eşcinselliği yüzünden değil, vicdani sebeplerle asker olmak istemediğini söyledi.

Vicdani Ret meselesi zaten bambaşka bir tartışma konusu, total redde kadar giden yoluyla “örnek vatandaşlıktan” tam bir sıyrılış yolu belki de; ancak yukarıdaki durum, büyük kurumlardan başlayarak eşcinselliğin ne derece anormalleştirildiği ve eşcinsellerin nasıl dışlandığı, hak ihlallerine, eşitsizliklere maruz kaldığı konusunda bir fikir verebilir. Tüm bu Homofobik söylemlerin, şiddetin ve adaletsizliğin hükmüne nasıl hevesle yardım ettiğine dair bir örnek ise henüz çok taze.

Gazeteci Baki Koşar eşcinseldi. Evine, mahkeme kayıtlarında da geçtiği gibi bilerek ve isteyerek geldiği bilinen birisi, onu 24 Şubat 2006 tarihinde bıçaklayarak öldürüldü. Katil yakalandı, ancak cezası “ağır tahrik” sebep gösterilerek hafifletildi. Ağır tahrik, kurbanın eşcinsel ilişki kurma teklifinde bulunmasıydı. Mahkeme, Baki Koşar’ın eşcinselliğini ahlaki bulmadı. Bu bir katilin cinayetini mazur göstermeye yeterliydi. Eşcinsellik, ahlakdışı olarak adlandırılmaktan da çıkmış; cinayeti hafifleten, cinayetin yeğ tutulduğu bir anormallik, bir utanç kisvesine büründü! En acı ironi ise, Baki’nin yakın zamanda Gay cinayetleri üzerine araştırmalar yapıyor olması. Bu tip cinayetlerin kurbanlarıyla ilgili arşivler de oluşturuyordu. Büyük bir ihtimalle; kendisinin de böyle bir araştırmayı açtığımızda göreceğimiz o isimlerden biri olacağı; kurban gittiği cinayetin tam da isminin, cinayetinin hafifletici sebebi olacağı aklından geçmemişti.

Tüm bunları yazarken, sevgili Yıldırım Türker‘in o sivri kalemini her zaman olduğu gibi konunun tam da kalbine saplayan eski bir yazısıyla karşılaştım. 2. paragrafında kalın harflerle işaretlediğim bir cümlesi de bahsettiğim “örnek vatandaş” tanımımın neredeyse aynısı. Tabi bahsetmeye çalıştığım ve bu defa bir türlü kısaltarak anlatamadığım her şeyi birkaç paragrafla özünden yakalayan Türker şöyle diyor: Eşcinsellik bir kimlik olarak kabul edilemez; kamusal alanda bir özne olarak var olamaz, ancak bir konu olarak işlenebilir.” Daha sonra, eşçinsellerin ya da eşcinsellerin işlendiği yayınlara işaret ediyor Türker. Bu yazıların kullandığı “dil” üzerinde durarak, düpedüz eşcinsel karşıtı olmayıp “hoşgörü” kisvesi ardına sığınsa da, yine sahtelik ve dışlayıcılık kokan bu söyleme ateş püskürüyor. “Avam magazinlerin bayağı ve alaycı diline alternatif olarak daha kıyıcı, adeta devletin hoşgörü bakanlığının tamimlerine yaraşır bir dil. Demokrat, haddini bildiği sürece nesnesini hoşgörüyle kucaklayıp aşağılayan bir dil. Bu dilin daha da incelmiş olduğu kimi demokrat yazarlarda da eşcinsellik bir gerçeklikten çok ‘izin verilmesi’, ‘hoş görülmesi’, ‘haddinin hududunun saptanması’ gereken bir modernite sorunsalı olarak algılanmakta. Eşcinseller bir yandan itirafa zorlanmakta öte yandan siyasi bir kimlik olarak var olabilecekleri hiçbir alan oluşturmalarına izin verilmemekte. Hoşgörüyle terbiye edilmiş hayatlara izin var yalnız.

Bir hoş görenin ve bir hoş görülenin olduğu hayat tasavvurunun asla eşitlikçi ve özgürlükçü olamayacağını düşünmekten aciz heteroseksist budalalar! Televizyonlarının üstüne dantel örter gibi hayata normlar geçirerek her türlü zulmün gönüllü temsilcisi olan vasat münevverler. O gönülden inandıkları merdivenin bir alt basamağında durduğunu düşündükleri insanlara ulufe dağıtır gibi ölçülü özgürlük dağıtmaya kalkışan orta sınıf şövalyeleri. Her tür hiyerarşinin yılmaz bekçisidir bunlar. Beyazdırlar, heteroseksüeldirler, Türktürler, laik Müslümandırlar, orta sınıftan gelirler. Nereden saymaya başlasanız en kalabalık olan grupta çıkan adları. Meydanı boş buldukları için bu ‘zaten kimseyi fazla ilgilendirmeyen’ konuda diğer hiçbir konuda olmadıkları kadar dikkatsizce ahkâm keserler. Özgürlüğün tanımını sınırlarla yaparlar. Demokrasinin de bütün sınırları bilen ve ihlâle kalkışmayan gruplardan oluşan bir sistem olduğuna inanırlar.” (…)“Eşcinsellik hakkında belki de en çok mitoloji üretilmiş konudur. Bir yandan eşcinsellerden uzaylılar gibi söz edilir. Onların tuhaf âdetleri, ürkütücü şiddetleri barbar bir dünyanın çağrıları gibi anlatılır. Dolayısıyla “biz”den uzağa atılır, dünyamızın dışına kilitlenirler. Öte yandan aşklarının dinamiği gerek tıbbın gerek hukukun bol adlandırılmalı alanında biçilip basitleştirilir. Yani bir cinsel teknik sorunu olarak tanıtılır. Moda ve eğlence sektörünün her alanında ‘doğal’ yetenekleri nedeniyle yerleri açılmıştır. Onların aşkı heteroseksüel zulmün terimleriyle açıklanır. Onlara tek anlaşılabilir, hayal edilebilir ilişki modeli olan kadın erkek rollerinin karşılıklarıyla hayatlar biçilir.”

Heteroseksüel erkeğin yüceltildiği, Resmi ideolojinin de belkemiğini oluşturan bu “milli” desenlerin bel kemiği ise şüphesiz Türk olmak. Görsel ve yazılı basında, üniversitelerde de sıkça konu edilen yükselen veya daha çok görünür olmaya başlayan “milliyetçilik” ve Türklük kavramları bu yazıda ağırlık vermek istediğim esas noktalar olsa da; izlemeye çalıştığım yol, bunların tanımını, dinamiklerini ve örneklerini açıklamak olmadı. Esas amacım, Türklük kavramının ve kimliğinin; tek başına var olmadığı, heteroseksizm, homofobi, ataerkil söylem, militarizm ve seksizm ile kol kola gitmekte olduğunu iddia etmek. Türkiye’de “yükselen milliyetçilik” veya hâkim ideoloji gibi konuları anlamaya çalışıyorsak, bu ideolojinin diğer besin kaynaklarını görmezden gelemeyiz. Tüm bu paketlenmiş, ideal dayatmalar; birbirlerine sıkıca bağlı, kök salmış bir söylemin yıllardır süre gelen aygıtlarının çok yüzlü yansımaları olarak çıkıyor karşımıza.

Farklılığa tahammülsüz bu gücün en büyük, en aşikâr, en gerçek tezahürünü gördüğümüz alan ise bir sporun tekelinde: Futbol. Heteroseksüel erkeğin tüm heybetiyle sahada gol peşinde koştuğu, öteki takıma karşı amansız bir mücadele ederek Türk’ün “iman” gücüyle; düşmanına kurşun sıkan bir asker edasıyla kaleye topu savururken iyice devleştiği, bir destan daha yazıverdiği o spor… Dönüşmemiz gereken vatandaşın, sahip olmamız gereken kimliğin, gözümüzü açtığımızdan beri kulağımıza fısıldanıp kanımıza verilen o düşüncenin ete kemiğe büründüğü spor; Futbol! Son Yunanistan-Türkiye maçından sonra gazetelerde çıkan başlıklar, bu gerçeğin bir kez daha hatırlatılmasına yardımcı oldu. İki ulusun savaşı, bir milli davar gibi algılanan bu maçtan sonra, “Yunanlıları bir kez daha denize döktük” diye çığıran onlarca manşetle karşılaşmak kaçınılmazdı. Eğer maç kaybedilseydi, o ortaokul tarih kitaplarında kaybedilen her savaşın kötü iklime, oynak kadınlara veya saf değiştiren kalleşlere bağlandığı o parçaların bir spor uyarlamasıyla karşı karşıya kalacaktık.

Her Türk, asker doğar.

Güçle, kendimizden çok uzaklara itip kakmakla dolup taşmış hayatımızın özeti, yukarıdaki cümlede saklı belki de. Farkında olmadan yeniden üretimine katkıda bulunduğumuz bu yapılar “Türk’üm, Heteroseksüelim, Erkeğim. İlkem, benzerlerimi korumak, büyüklerimi saymak…” demeyen herkesi çemberinin dışına atmaya hazır birer gardiyan gibi dikiliyorlar.

Anlatmak istediklerimi iyi ifade edebildim mi, bilmiyorum; ancak her yazıdan sonra “Bundan çıkardığımız ders ne?” diye soran siyah beyaz tayyörlü ortaokul öğretmeni için bir ekleme: Örnek vatandaş olmak için gerekenler, bu kavramı üreten söylemlerin bir bölümü bunlardı. “Demokratik” hayatımızda, nasıl bir vatandaş olacağınızı seçmek size kalmış. Ancak doğruya doğru; bu ilkeleri benimserseniz ömrünüzün sonuna kadar çok rahat yaşarsınız.

Zeynep Oğuz