Güçlüler, kurtarıcılar ve ŞampiyonNeler olup bittiğinin, çok az kişi tam anlamıyla farkında. Bu tür olayların bizdeki “kamuoyu yankıları”nda sıkça görüldüğü üzere, gelişmeleri medya penceresinden izlemek durumunda kalan kitlelerin yargı ve değerlendirmeleri, çoğunlukla “çıplak gerçeği” anlamaya çalışmaktan çok, hasmane duygular üzerinden “aidiyet onaylama” ritüellerine yaslanıyor. Fenerbahçe cephesi, sözcüğün tam anlamıyla tarumar olmuş durumda şu an. Tribün üslubuyla “yıkılmayız, ayaktayız, biz en büyüğüz” hamasetini dillendiren kesimi bırakın bir yana; onlarınki tokat yiyen küçük bir çocuğun inat niyetine “Acımadı ki!” diye haykırmasından daha farklı bir tepki değil. Ama geriye kalan Fenerbahçelilerin hem kafaları iyice karışık, hem de duygusal dünyaları ciddi bir travmanın etkisiyle yerle bir olmuş durumda. Son bir haftadır medya tarafından düzenli dozlar halinde servis edilen “kanaat ve yargı” bombardımanı, değer sistemleri üzerinde şiddetli fırtınalara neden oluyor. “Şike yapan” bir takımın taraftarı ya da sempatizanı olmak, birazcık sağduyu ve adalet nosyonuna sahip insanlar için, kaldırılması zor ve hayli ağır bir yük. Başka insanların emek ve çabalarını hiçe sayarak, çirkin yollar üzerinden sonuç elde etmeyi kim rahatlıkla içine sindirebilir ki? İnanmak istemedikleri bir durum medya marifetiyle kaçış yolu bırakmayacak biçimde enformasyon dünyalarına yerleştikçe yüzleri asılıyor, sessizce içe kapanıyorlar, ağızlarını bıçak açmıyor. Bunun aksine, “Ne yani, falanca yıl şu takım, filanca yıl da bu takım şaibeli maçlar oynamıştı, kabak şimdi bizim başımıza mı patlıyor?” diye isyan edenlerse, tam da istenen rotaya giriyor ve sergiledikleri umutsuz hezeyanla, tüm bu operasyona ideal bir “kaos dekoru” oluşturuyorlar.

 Bütün bunların dışında kalarak, insanları resme farklı bir yerden bakmaya çağırdığınızda, eğer Fenerbahçeli olduğunuzu söylemişseniz, çoğunlukla duvar gibi sağırlaşmış, söylediklerinizi “taraftarın duygusal refleksi” olarak görme eğiliminde muhataplar buluyorsunuz karşınızda. Çünkü kararlar, aslında bu haberler çıkmadan önce verilmiş, zaten kafalarda hazır olan yargılarsa iyice kemikleşmiş, kalemler çoktan kırılmış.

Futbol söz konusu olduğunda böyle bir manzarayla karşılaşmak çok da şaşırtıcı değil; çünkü genellikle dünya görüşünün, ideolojinin, inanç ya da düşünce biçimlerinin dışında bir yerlere konumlandırılmış ve öyle de kabullenilmiş bir “taraftarlık” ya da “sempatizanlık” paradigması var ortada. Bir “takım tutmak” üzerine konuşulduğunda bütün rasyonel kriterleri devre dışı bırakma sonucu verecek bir heterojen yapıyı “a priori” kabullenmiş insanlardan söz ediyoruz aslında. İlkeler, değerler ve akıl, bilerek ve isteyerek devre dışı bırakılıyor (hatta bu bazen hep birlikte eğlenerek paylaşılan bir “zihin kaçamağı”ndaki suç ortaklığına dönüşüyor) ve en çıplak, en ham “aidiyet değerleri” üzerine kurulu, büyük kitlelerle paylaşılmış farklı duyarlılıklar, bir zırh gibi insanların üzerine yerleşiyor.

Dolayısıyla, herhangi bir başka konudan, sözgelimi politikadan, sanattan ya da tarihten söz ederken son derece tutarlı ve rasyonel davranabilen insanlar, futbol taraftarlığı söz konusu olduğunda şaşırtıcı bir biçimde önyargılar ve saplantılarla kucaklaşan profiller çizebiliyorlar. İşin en kötü yanı da, bu önyargı ve saplantıların çoğunlukla, Amerikalıların “love to hate” dedikleri, “nefret etmeyi sevmek” ruh halinden besleniyor olması. Bir kulübün taraftarı olmak, onu sevmek ve benimsemenin ötelerine uzanıp, “diğerinden nefret etmek” biçimine dönüşebiliyor kolaylıkla. Diğerini yenmek, ezmek, hezimete uğratmak, hele de erkek değerlerinin egemen olduğu bir toplumda, doğrudan doğruya “diğerine koymak”, onu “becermek” çirkinliğinde ifade edilebiliyor.

Tabii hayatın “futbol dışı alanlarında” kendini “entelektüel” olarak konumlandıranlar için, aslında fazlasıyla rahatsız edici bir durum bu. O yüzden, o taraftar kalabalığına ait jargonun dışında görünmeye çalıştıklarında, zorlama rasyonalizasyonlara sığınıyor insanlar: “Bizim kulüp farklı, köklü entelektüel geçmişi olan bir camiayız. Diğerleriyse çapulcu, lumpen” ya da “Biz halkın takımıyız, diğerleri aristokratların ve görgüsüz burjuvaların takımı” gibi. Ardında hiçbir dayanak, elle tutulur kültürel, sınıfsal ya da demografik zemin bulunmayan bu tür “zihin rahatlatma” illüzyonları, şaşırtıcı biçimde genel kabul görüyor.

Büyük Resmin Bileşenleri

Gündemdeki “ağır konu”ya değinmeden önce bütün bunların altını kalın çizgilerle belirlemek gerekiyordu. Şimdi artık, birden fazla boyutu ve kanalı olan asıl meselemize dönebiliriz.
Her şeyden önce, işin “asıl konu”yla, yani futbolun kendisiyle bağlantılı yönü var elbette: Maçlar kapalı kapılar ardında değil, herkesin, hepimizin gözleri önünde oynandı. Son 17 maçın tamamını oturup bir kez daha izleme olanağına da sahibiz ki, aslında bütün bu toz dumanın içinde tek ve geçerli mihenk taşımız da bu olmalı.

İkinci olarak, öncesi ve sonrasıyla bu “adli ve polisiye” sürecin işleyişi ve bu sırada “akış bilgilerinin” kamuoyuyla paylaşılma biçimi var ki, yargı aşamasına hiç dokunmaksızın bu süreci adalaet, sağduyu ve kamu vicdanı açısından değerlendirmek, hele şu son bir haftada yaşananlardan sonra, kritik önem taşıyor diye düşünüyorum. Ne oldu, nasıl oldu, ne zaman oldu, nerede oldu, kim yaptı gibi basit ve yalın bir şablonla değerlendirebileceğimiz, klasik 5N1K analizi yani.

Üçüncü sırada, Fenerbahçe kulübünün yönetiminde yer alan ve bugün tüm bu gürültünün merkezine konumlanan figürleri, onlara bugüne dek “güç, nüfuz ve prestij” kazandıran etkinlikler, ilişkiler ve davranış biçimleriyle masaya yatırmak gerekiyor. Yıllardır sürekli olarak gündeme getirilen, “Üç Büyükler’den birinin başkanlığı, Başbakan olmaktan daha güçlü bir konuma işaret eder” varsayımının üzerinden giderek, bu tür “güç odakları”nın nasıl ilişki modelleri üzerinden ne gibi avantajlar elde edebildiğini sorgulamadan, tek başına “Aziz Yıldırım fenomeni”ni yapmacık bir “etik süzgecinden” geçirerek mahkum etmek, sürekli sözünü ettiğim o rasyonalizasyon ve gönüllü yanılsamalara teslim olmaktan başka anlam ifade etmez.

Dördüncüsü, Türkiye’nin son on yıldır içinden geçmekte olduğu hızlı, sancılı, kutuplaşmalarla dolu köklü değişim sürecinin izlediği seyir ve vardığı noktaları, bu olayı değerlendirirken mutlak göz önünde bulundurma gerekliliğidir ki, aksi taktirde fotoğrafın arka planını görmezden gelerek “eksik yargı”da bulunma riskini göze almış oluruz. Burada sözünü etmeye çalıştığım, Türkiye’de “güç dengeleri” ve “gücün paylaşımı”nı olduğu kadar, sistemin denetim mekanizması durumundaki “yargı işleyişini” hatırı sayılır biçimde etkileyen, yeni “ayar verme” etkinlikleri. Bir yönüyle mevcut siyasi iktidarı “askeri vesayeti kırma” ve “sivilleşme” çabalarının öncüsü ve kahramanı olarak görme ve sunma eğiliminin, “Ergenekon” soruşturması başta olmak üzere uzun ve yıpratıcı yargı süreçlerine olan yaklaşımını göz ardı etmeden yapılacak bir değerlendirmeyi kastediyorum. Daha da açık söylemek gerekirse, 50 yıllık “derin devlet” ve “kontrgerilla” yapılanmalarını tasfiye ve teşhir edeceği beklentilerini besleyip, sonuçta “kendi muhaliflerini sindirme” ve kendine bağlı olmayan güç odaklarını “yola getirme”nin ötesine geçmeyen bir stratejiyi, bugünkü gelişmelerin merkezindeki rolüyle değerlendirmek.

“Şampiyon” Kime Denir?

Aslında tüm bu “skandalın” birincil kriteri olmak durumundayken, “komplo ve usülsüzlük” görüntülerinin gölgesinde kalan futbolla başlayalım. Fenerbahçe futbol takımı, geçtiğimiz sezona eski hocasının sözleşmesini feshedip, Aykut Kocaman’ı tüm yetki ve sorumluluğuyla futbol yönetiminin başına geçirerek başladı. Kadro uyumsuzlukları, iç gerginlikler, sürtüşmeler ve formsuzluklar gibi etkenlerle de oldukça başarısız bir grafik çizdi takım. Ligin ilk yarısını rakiplerinin hayli gerisinde tamamladı; Türkiye Kupası’nda da gruplardan çıkamayıp elendi. Devre arası hazırlığı, çok büyük önem taşıyordu bu gidişi değiştirecek adımlar atmak için ve bu konuda önlemler alma yetkisiyle donatılmış olan Aykut Kocaman çok iyi biliyordu ki, başarısızlık halinde yönetim ve bir kısım taraftar, kendisininki başta olmak üzere epey “kelle” isteyecekti. Belki de kariyerinin en önemli sınavından geçmekte olan bir hoca için, tüm hesaplaşma ve anlaşmazlıkları bir kenara itip, takımda motivasyon ve bütünlüğü sağlayacak adımlar atmayı gerektiren, kritik bir karar alma süreci söz konusuydu.

Aykut Kocaman, belki kimi ilkelerinden zaman zaman geçici olarak ödünler vermek durumunda kalarak, Antalya kampı sırasında bu durumu oyuncularına açık ve net biçimde anlatmayı başardı: Ya kenetlenip çalışarak hep birlikte bir başarıya imza atacaklardı, ya da sezon sonunda bütün faturayı hep birlikte ödemek durumunda kalacaklardı. Antalyaspor maçı sonrasında gelen yüksek performans, büyük oranda Kocaman’ın kaptan Alex’le mutabakat sağlamasının ve bu sıkıntılı durumdan çıkma yolunda takımı birlikte motive etmelerinin sonucuydu.

Özellikle 20. haftadan itibaren hemen tüm futbol yorumcuları (şu “ulema” tayfası dahil) ikinci yarıda Fenerbahçe’nin bambaşka bir takım olduğu konusunda birleştiler. Oynanan oyun ve verilen yüksek mücadele, taraflı-tarafsız, sağduyu sahibi herkesin beğenisini kazandı. Fazla “traşa” hiç gerek yok: Fenerbahçe ligin ikinci yarısının en güçlü ve en flaş takımıydı ve kimi zaman son dakikalara dek zorlanmasına karşın mücadeleyi asla pes etmeden sürdürerek, kimi zaman da rakiplerini sözcüğün tam anlamıyla sürklase ederek, 17 maçın 16’sını kazandı ve ligi şampiyon olarak noktaladı.

Şampiyonluk, böyle bir şeydir: En güçlü rakiplerinle oynadığın “derbiler” başta olmak üzere karşılaşmaların çoğunu kazanmak ve oyununla da bunun hakkını vermek. Fenerbahçe bunu her anlamda gerçekleştirdi; hepimizin, herkesin gözü önünde. O çok sözü edilen son 5 maç, her dakikası gerilim ve heyecan dolu, Fenerbahçe taraftarının yanı sıra, yönetimini bile hop oturtup hop kaldıran büyük mücadelelere sahne oldu. Şampiyonluğun elde edildiği Sivasspor maçında bile son dakikaya kadar endişe ve stres hiç eksik olmadı ki, uzatma dakikalarında bile gelebilecek bir golle maçın 4-4 bitmesi, Fenerbahçe’nin de şampiyonluğa veda etmesi anlamına gelecekti. Olabilirdi, her şey mümkündü, ama olmadı. O kadar ki, bazı futbol yorumcuları son dakikalarda atlatılan tehlikeleri kastederek, Fenerbahçe’nin “şansına dua etmesi” gerektiğini bile söylemişlerdi.

Bu anlamda, Aykut Kocaman’ın, Topukyaylası’nda yaptığı basın toplantısında söylediklerinin çok önemli olduğunun altını çizmek gerek: “Futbolun içinden gelenler, maçların hepsini yeniden izlesin. Eğer bir tek maçımızda bile futbolun normal akışına uymayan bir şeyler olduğuna kanaat getirirlerse, boynumuz kıldan ince.” Tekrar edelim; maçların tümü gözümüzün önünde oynandı. Hem Fenerbahçe’nin, hem Trabzonspor’un maçları. Her iki takımın son 5 maçını ellerini vicdanlarına koyarak izleyenler, aynı rakiplerin Trabzonspor’a nasıl, Fenerbahçe’ye nasıl direndiklerini bir karşılaştırsınlar. Fenerbahçe, belki de tarihinde ilk kez, karşısında bu denli sert ve dirençli, kıran kırana mücadele eden ve pes etmek bir yana, galibiyet için didinen rakipler buldu.

Şike mi? “Kurmaca maç” mı? Satın alınan rakip oyuncular mı? Geçiniz bunları. Sahadaki görüntüde, yani futbolun “özünde” bundan eser bile yok. Tam tersine, son dakikalarda direkten dönen toplar ve kaleci Volkan Demirel’in akıl almaz kurtarışları sayesinde, biraz da futbol şansı yardımıyla alınmış galibiyetler var ortada. Meseleye buradan bakacaksak, kim nasıl “kanıt ve belgelerle” ortaya çıkarsa çıksın, kimler neleri “itiraf” ederse etsin, Fenerbahçe futbol takımı üç buçuk ay boyunca eşine az rastlanan bir mücadele ve çabanın yanı sıra, tüm rakiplerine kabul ettirdiği oyun üstünlüğü ve kalitesiyle, “sahanın gerçek şampiyonu”dur. Daha da ileri gidip, yaklaşık kırk yıldır ligleri izleyen biri olarak şunu söyleyebilirim ki, Fenerbahçe’nin en anlamlı, en etkileyici, en hak edilmiş şampiyonluğudur bu. Herhangi bir yargı süreci sonunda bu şampiyonluğunun kağıt üzerinde elinden alınması, hatta küme düşürülmesi bile bu gerçeği değiştirmez. Eğer futbolun kriterlerine bakacaksak, her şey orada, maç kayıtlarında işte.

Sonuçları Önceden Bilmek mi? Nasıl Yani?

Şimdi, ikinci boyutuna gelelim konunun; yani ligler bittikten bir ayı aşkın süre sonra gerçekleşip tozu dumana katan o operasyona. Emniyet, daha gözaltılar sürerken “Fenerbahçe’nin son 5 maçında şike unsuru belirlendiğini” söylüyor. Belirlemek? Emniyet bir yargı mercii mi ki, henüz daha duruşmaların başlaması bir yana, savcılık sorgusu bile yapılmadan, daha başta kararını vermişçesine “belirlemek”ten söz ediyor?

Savcılık, eğer basına “sızdırılıp” servis edilen haberler doğruysa, “Biz Fenerbahçe’nin son 5 maçının sonucunu daha oynanmadan biliyorduk,” diyor. Sonuçlarını mı? Hangi sonuçlar bunlar? “Maçların 3 ihtimalli yapısı” üzerinden düşünürsek, “Fenerbahçe’nin galibiyetini” mi kastediyorlar? E bunu “bilmek” çok da zor değil ki! Şampiyonluğa giden yolda eğer Fenerbahçe’nin o son beş maçı kazanması gerekiyorsa, bunu yapabilecek güç ve motivasyonda olduğunu milyonlarca kişi biliyordu bu ülkede ve buna güveniyordu. Yok eğer sonuç derken “skor” kastediliyorsa; yani savcı, Fenerbahçe’nin Bucaspor’u 5-3, Büyükşehir Belediyespor’u 2-0, Karabükspor’u 1-0, Ankaragücü’nü 6-0 ve Sivasspor’u da 4-3 yeneceğini önceden biliyor olduğu iddiasındaysa, bu çok ciddi bir şeydir. Hem de çok çok ciddi.

Bir adamın önümüzdeki günler içinde beş cinayet işleyeceğinin istihbaratını elde etmiş ve adamı takibe almışsanız, sessizce yerinizde oturup o cinayetlerin işlenmesini bekleyemezsiniz; böyle bir “suçla mücadele” modeli olamaz. İstihbarat ve takibin amacı birilerini suçun işlenmesinden sonra mahkum etmek için kanıt toplamak değil, o suçun işlenmesini önlemektir. Hele de bu örnekte olduğu gibi, yaptığınız istihbarat size 5-3 gibi ender gerçekleşecek bir skoru “önceden bilme” olanağı sağlamışsa, gider Bucaspor maçından sonra bu adamların enselerine yapışır, hem diğer takımların, hem Fenerbahçe’nin rakibi Trabzonspor’un, hem müşterek bahis oynayıp paralarını kaptıran meraklıların, hem de takımı şampiyonluğa gidiyor diye sevinip iyice havaya giren, her şeyden habersiz Fenerbahçe taraftarının büyük bir travmayla mağdur olmalarını önlersiniz. Bu kadar açık ve net.

Ya birileri medyaya “uydurma” haber servis ediyor, savcılık böyle bir şey demedi; ya da bu soruşturma ve takibat her şeyiyle eksik ve sakat yürüyor. Dahası da var: Yine sızan haberlere göre, bu soruşturma sekiz ay önce başlatılmış; yani 2010’un sonlarında. O günlerde futboluyla da, aldığı sonuçlarla da, takım içindeki huzursuzluklarla da son derece kötü bir tablo çizen Fenerbahçe’nin, altı ay sonra durumu düzeltip bir de üzerine işi garantiye almak için “şike organizasyonuna” girişeceği yolunda kehanetvari bir istihbarat mı gelmiş Emniyet’e de, bu operasyon sessizce başlatılmış? Yok eğer bu operasyon ve soruşturma, Fenerbahçe yöneticilerinin başka usülsüzlük ve yolsuzluklarıyla ilgili başlatılmışsa, piyango misali son aylarda bir de “şike bilgisi” mi eklenmiş eldeki verilere, “bonus” olarak? 

Eğer durum böyleyse, Türkiye’de bunca insanı etkileyen Süper Lig gibi bir platformda böylesine büyük bir travma yaratacak olayı niçin daha baştan durdurma yoluna gitmemişler? Bu soruşturmada, son maçları Fenerbahçe’den daha “şaşırtıcı” geçen Trabzonspor’un oynadığı karşılaşmalar hiç mi mercek altına alınmamış, alındıysa hiç mi “kuşku unsuruna” rastlanmamış? Hepsini bırakalım, Aziz Yıldırım ve diğer yöneticilerin “başka karanlık işleri”yse eğer asıl takibat konusu, niçin henüz daha ligler bitmeden o “karanlık işler” durdurulmamış ve bu kaosa bile bile göz yumulmuş? Yoksa “12 Haziran’da seçimler var, aman bir sakatlık çıkmasın” kaygısı mı rol oynamış bu “sabırlı bekleyiş”te?

İddianame ortaya çıkmadan, kanıtlar ve isnatlar net olarak ortaya konmadan, bu tür spekülasyon ve rahatsız edici sorularla bir yere varmamız mümkün değil, bu gayet açık. O halde durum böyleyken medyadaki “linç kampanyası”nın haber malzemesini kimler, hangi amaçla servis ediyor; medyadaki “yargısız infaz” haleti ruhiyesi ve erken kurulan darağaçları hangi hesap ve beklentilerle manşetlere yerleştiriliyor?

Başına Buyruk ve “Tehlikeli” Bir Güç Odağı

Gelelim Fenerbahçe yönetiminin merkezinde yer alan “güçlü figürler” ve onların ilişkilerine. Doğrudur; üç büyük kulüpten birinin başkanı olmak, özellikle işlerini “büyük ihaleler” üzerine kuran yatırımcı ve iş adamları için paha biçilemeyecek değerde avantajlar getirir, birçok kapının kolayca açılmasını sağlar. Fenerbahçe, taraftar sayısı ve medyadaki olumlu ya da olumsuz yöndeki “haber olma potansiyeli”yle üçü arasında en etkilisi olduğu için, onun başkanlığı biraz daha güçlü bir konumdur. Hem seveni çok fazladır Fenerbahçe’nin, hem de “love to hate” geleneğine uygun biçimde istikrarlı olarak nefret edeni. Dolayısıyla bu kulüp, psikolojik-sosyal etkileri son derece güçlü bir camianın merkezinde yer almaktadır. Bunun ötesinde, sermaye dünyasından bürokratlara; ordudaki komutanlardan “derin devlet” birimlerine dek birçok “güç simsarıyla” da değişik boyutlarda bağı ve ilişkisi olduğu bilinir Fenerbahçe’nin, tıpkı diğer büyük kulüpler gibi.

Elde herhangi bir kanıt ya da dayanak olmadan bir şeyler söylemek çok anlamlı değil; o yüzden eğer yalnızca “kendi kişisel kanaatimi” söylemekle yetinecek olursam, Yıldırım ve yakın çevresinde güçlü ilişkilerle bağlı olduğu insanlar, “sütten çıkma ak kaşık” değildir. İnsanlara tepeden bakan, kendine büyük güçler vehmeden ve bu psikolojinin uzantısında davranan, iletişim kurma konusunda “özürlü” biridir Yıldırım bence, her şey bir yana. Bunun ötesinde, kulüp başkanlığı ve “camia liderliği”nin getirdiği avantajları kullanarak çok ciddi finansal hamleler yaptığı ve son sekiz yıl içinde benzersiz bir “yükseliş” yaşadığı da sır değildir. Kâh komutanlar ve derin devletle, kâh bugünkü iktidarın sahipleriyle ilişkilerini güçlendirerek, çok büyük ihaleler aldığı bilinir ve söylenir; sık sık da adı “yeraltı dünyasının” karanlık isimleriyle birlikte anılır. 

Fenerbahçe’nin diğer yöneticileriyle birlikte ortağı olduğu şirket, yani Limak Holding iştiraklerinden “Baren Enerji Üretim Sanayii Ltd.”, çok yakın zamanda Siirt’teki Kirazlık barajının ihalesini almış ve 49 yıllığına işletmesini üstlenmiştir. Baren’in diğer ortakları Nihat Özdemir (ki Limak’ın hissedarıdır), Murat Özaydınlı, Mahmut Uslu ve Ali Yıldırım’ın da “camiadan” olması nedeniyle, baraj “Fenerbahçe Barajı” olarak anılmaktadır. Ancak, Mayıs ayındaki açılış törenine Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın da katılmasına rağmen, Fenerbahçe yöneticileri “şimdi şaibe olur, spekülasyon yapılır” gerekçesiyle katılmamışlardır. 

Garip bir durum. Eskişehirspor maçından önce “şaibe olur” falan demeyip rakip kulübün yöneticileriyle samimi pozlar verecek ve futbolcularla, teknik direktörle dahi görüşeceksin, ama tümüyle futbolun dışında bir “büyük iş” olan açılışa, hem de devlet erkânının zirvesi hazır bulunurken katılmayacaksın. Tamamen kişisel görüşümdür ama ben bunu fazlasıyla “garip” buluyor ve gerekçelerini enine boyuna araştıran bir gazeteci olup olmadığını merak ediyorum.
Nihat Özdemir’in Limak’ı, herhangi bir “büyüyen yıldız” değil. Gerçekten çok önemli ihaleleri alan ve gerçekleştiren; büyük yatırım ve işletmelere imza atan; giderek Fenerbahçe imajıyla paralel bir güç ve başarı grafiği sergileyen, büyük bir şirketler grubu. İstihdam ettiği 20 bin kişiden 12 bininin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da olması, yani bugün siyasi-sosyal ve ekonomik gündemin merkezindeki “açılım bölgesi”nde ciddi yatırımlar gerçekleştiriyor olması da dikkate şayan. Yıldırım ve diğer kulüp yöneticilerinin de içinde yer aldığı bu büyük oluşum, tıpkı Fenerbahçe gibi bir “güç odağı” olma yolunda.

“Güçlüler” ve “Kurtarıcılar”

Şimdi gelelim, dördüncü boyuta, yani mevcut siyasi iktidarın kendi denetimi altına alamadığı güç odaklarını, “yola getirme” operasyonlarına. “Ergenekon” soruşturmasıyla ilgili ilk adımlar atılmaya başladığında, kendi adıma bu hamlenin yürekten desteklenmesi gerektiğini düşünmüş ve bunu da açıkça dile getirmiştim. Devlet içinde oldum olası varlığını ve nüfuzunu korumuş; karanlık iç ve dış ilişkilere sahip; bu ülkenin aydınlarına, ilericilerine, devrimcilerine, azınlıklarına (ve “gerekli görüldüğünde” sıradan insanlarına) akıl ve insanlık dışı zulümleri kendini kimi zaman gizlemeye bile gerek görmeksizin uygulamış; komploların, “faili meçhul” cinayetlerin, işkencelerin, yargısız infazların, binlerce insanın yaşamına mal olmuş büyük provokasyonların tam göbeğinde yer alan; siyasi iktidarlar ve resmi ideoloji tarafından her zaman korunmuş; milyonlara hayatı zindan eden o “kontrgerilla” dediğimiz çürük, kokuşmuş, faşist unsurların üzerine kim yüreklice giderse, desteklenmeyi ve arkasında durmayı hak eder çünkü benim düşünceme göre. 1996 Kasım’ında Susurluk’ta foyası meydana çıkar gibi olduğunda umutlanılmış, ancak tüm soruşturmaların üzeri resmi eller tarafından örtülünce düşkırıklığı yaşanmıştı. Belki, on yılı aşkın bir süre sonra bu kez gerçekten üzerine kararlılıkla gidilecekti o “derin oluşum”un, bu nedenle desteklenmeliydi.

Ne var ki, zaman akıp gittikçe, mevcut siyasi iktidarın aslında “statüko tarafından korunan” o çirkinliklere meydan okumak ve üzerine gitmekle hiç ilgilenmediği; tek kaygısının, “derin devlet” ilişkileri içinde kendi iktidarına karşı “askeri darbe” yapmak ya da muhtıra vermek peşinde olan ordu, yargı mensupları ve akademisyenleri tasfiye etmek olduğu anlaşıldı. Bırakın üzerinde büyük beklentiler oluşan 1977’deki 1 Mayıs provokasyonunun, Çorum ve Kahramanmaraş katliamlarının çözülmesini, 12 Eylül işkencecilerinin ve yargısız infaz timlerinin mahkeme önüne çıkarılmasını; Susurluk davalarını genişleterek sonuçlandırmayı ve bazılarını yeniden açmayı, Sivas katliamının ardındaki unsurları tespit ve teşhir etmeyi, hatta Hrant Dink cinayetinin tüm faillerini kamu vicdanını rahatlatacak biçimde ortaya çıkarmayı bile başaramadı. Aslında “başaramadı” ifadesi de yanlış; böyle bir kaygısı hiç olmadı demek daha doğru belki.

Mevcut siyasi iktidar, “Ben güç odaklarının bana biat edenini severim,” dercesine, yalnızca kontrolü altına alamadığı ve “yola getiremediği” oluşumlara ve yapılanmalara “ayar verme” yoluna gidiyor. Neler olup bittiğini, arada kimlerle neler yaşandığını bilemeyeceğimiz için, ezbere konuşmak yanlış olur; ama izlenim ve sezgilerim, giderek kendi başına buyruk ve pervasız bir güç odağı haline gelmekte olan Fenerbahçe yönetiminin, siyasi otorite tarafından, kendisine biat etmediği için tasfiye edilmekte olduğunu söylüyor bana. Acılı, sancılı ve kaotik bir değişimden sonra, Başbakan’ın da kongre üyesi olduğu Fenerbahçe’nin “ayar verilmiş” haliyle “uslu çocuk” konumuna getirilmesi planlanıyor.

Batılı müttefikler, “Irak halkıyla, Müslümanlarla ya da Arap dünyasıyla hiçbir sorunumuz yok; biz onların iyiliği için Irak’ı Saddam diktatörlüğünden kurtarmak ve bölgede barışı sağlamak için geliyoruz” demişlerdi. Ama harekâtın kendi cephelerindeki bütün psikolojik ve ideolojik hazırlığı, “Terörle Mücadele” etiketi altında, Arap düşmanlığı üzerine kurulmuş; bunun kitleleri manipule konusundaki lojistik desteğini de o nefret ve küçümsemeyle beslenen kimi Amerikan medya kuruluşları ve Hollywood vermişti.
Irak halkı Saddam’ı kendi dinamikleri ve mücadelesiyle iktidardan indirecek güçte değildi, o yüzden bu büyük misyonu Batılı müttefikler üstlendi ve Irak halkını “kurtardı.” Fenerbahçe camiası da Aziz Yıldırım ve çevresindeki yönetim grubunu iktidardan indirecek güçte değildi; bu büyük operasyonu, Fenerbahçelileri bu yönetimden “kurtarmak” için başkaları üstlenmiş görünüyor. ABD ve İngiltere’nin Irak’ta kendilerine bağlı ve “uslu” bir yönetim oluşturmaları gibi, şimdi de Fenerbahçe’de mevcut iktidara biat edecek yeni ve “söz dinler” bir yönetim oluşturulmak isteniyor belki de.

Ama tüm bu hesaplaşmalar, Fenerbahçe’nin kişiliği üzerinden, “şike” iddiaları arasında yapılıyor. Yalnızca Yıldırım yönetimini değil, her açıdan (finansal, psikolojik, etik) Fenerbahçe’yi de telafisi güç zararların altına iterek gerçekleştiriliyor operasyon. Kamuoyu desteği olarak da, medya tarafından bir haftadır beslenen “Fenerbahçe nefreti”nden yararlanılıyor. Hepsinden kötüsü, Aykut Kocaman gibi bir adamın ve onun çevresinde kenetlenen bir grup futbolcunun harcadığı o büyük emek hiçe sayılarak yapılıyor bütün bunlar.

Daha hiçbir şey belli değil; ortada uçuşanlar yalnızca söylentiler. Sorgular tamamlanacak, iddianame hazırlanacak ve yargı en sonunda bir karar verecek. Neler olacağını hiçbirimiz bilmiyoruz kesin olarak. Ama bütün bu süreçten nasıl bir sonuç çıkarsa çıksın, ne karar verilirse verilsin, sahadaki yarışmanın tablosunu değiştirmiyor: Şampiyonluk elinden alınsa da, küme düşürülse de, kapısına kilit asılsa da, 2010-2011 sezonunun “futbol” açısından şampiyonu Fenerbahçe’dir. Gerisi, bambaşka tartışmalar ve bambaşka hesapların karmaşası içinde yiter gider yıllar içinde. Şurası kesin ki, Fenerbahçeliler, bu sezonu, bu şampiyonluğu asla unutmayacaklar.

Burak Eldem