Burak Turna, ilk kitabı “Metal Fırtına”dan sonra hakkında en çok konuşulan isimlerden biri oldu. Türkiye ile ABD arasındaki olası bir savaşın neticelerini inceleyen bu çalışmanın ardından gelen “Üçüncü Dünya Savaşı” isimli kitabıyla da, dünya dengesinde belirleyici rol oynayan büyük güçlerin arasında geçmişte ve bugün yaşanan gerilimlerin varabileceği noktalara dikkat çekiyor. Yaşanabilecek küresel bir çatışmanın ne şekilde gelişebileceği, bu çatışmada hangi ittifakların yaşanabileceği ve Türkiye’nin böyle bir durumda bulunabileceği konumu inceleyen yazar, akıcı dili ve ilginç kurgusuyla okuyanı bu kaos dolu ortama sanki gerçekmişçesine çekmeyi başarıyor.

Türkiye’de politik kurgu türünün ilk örneklerini veren az sayıdaki isimden biri olan Turna’ya göre, bugün dünyanın içinde bulunduğu konjonktür bir dünya savaşının temel altyapısını içinde barındırıyor ve yakın bir zaman içinde bu savaşın çıkması kaçınılmaz. Biz de Turna ile gelecekle ilgili öngörülerini, olası bir dünya savaşının zamanını ve sonuçlarını ve Türkiye’nin oluşabilecek yeni dengedeki rolünü tartıştık.

 

“Üçüncü Dünya Savaşı” kitabı ne kadar kurgu, ne kadar analiz, ne kadar bilgi?

Üçüncü Dünya Savaşı’nın temel yapılandırılması aslında bugüne dayanıyor. Yalnız kitabın içinde bazı formasyonlar var. Mesela, kitapta bir dünya savaşı çıkarmaya çalışan bir bilinç var ve bu bilinç “Ölüm Kardeşliği” adındaki örgütle bedene kavuşuyor. Bu beden tabii ki kurgu; ama böyle bir bilinç olduğu, yani bir dünya savaşı çıkacağına dair bir inancın olduğu ve bu savaşı kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye çalışan bir bilincin olduğu benim analizim. Bilgi olarak baktığın zaman, hemen hemen “Üçüncü Dünya Savaşı”ndaki teknik bilgilerin çoğu gerçek, bir bölümü de sentezlenmiş gerçek. Yani farklı gerçeklerin sentezlenmiş hali. O nedenle politik kurgunun politik kısmı daha ağır basıyor kurguya oranla.

 

Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkma olasılığı sence nedir?

Şöyle söyleyeyim; bir dünya savaşının çıkma olasılığı yüzde yüz! Önümüzdeki dönemde, çok yakın olmayan bir süre içerisinde mutlaka bir dünya savaşı yaşanacak. Bu, bir bakıma tarihsel bir zorunluluk da. Yani istatistiksel olarak baktığında dünya politik sisteminde, özellikle Avrupa’dan kaynaklanan bazı sebeplerden her 70 yılda bir küresel olarak bir çatışma yaşanıyor. Büyük güçler yerini, yeni büyük güçlere bırakıyor bu çatışmalar sonrasında. Bugüne baktığımızda da bunun emarelerini görüyoruz. Bunların ilk emareleri şunlar: Bölgesel çatışmalar oluyor çok şiddetli bir şekilde. Bölgesel çatışmalar bir çıkar kavgasına dönüşüyor. Büyük güçler arasındaki gerilim bu çıkar savaşlarında artıyor ve en sonunda da taraflardan bir tanesi diğer büyük güçlerle arasındaki farkı açmışsa bunu kalıcı hale getirmek üzere harekete geçiyor. Bir bakıma öldürücü darbeyi vurmaya çalışıyor. Şu ana kadar böyle oldu. Burada hep bir takım provokasyonlar, kıvılcımlar oluyor ama bunlar detay şeyler. Önemli olan burada gereken ortamın yaratılmış olması.

 

Bugün o zaman dünyanın bulunduğu konjonktür buna çok uygun sence?

Evet şu an ki konjonktürde bu ihtimal çok yüksek. Çünkü dünya, Soğuk Savaş’tan çıktıktan sonra-bu Soğuk Savaş dönemi bir barış dönemiydi, savaş dönemi değildi; ona insanlar üçüncü dünya savaşı diyorlar, ama değildi…

 

Genelde barışı tesis etmeye yarayan bir dönem oldu…

Evet, ama şöyle bir şey var; mesela geçmişe doğru 500 sene git, hiçbir zaman Soğuk Savaş dönemi kadar barışçıl bir dönem göremezsin. Gerilim oldu. Öyle ki, son 800-900 yıldır zaten gerilim hiç bitmedi, savaşlar hiç bitmedi. Ama dalgalanmalar var. İşte Soğuk Savaş aşağı doğru bir dalgalanma dönemi. Şimdi tansiyon artıyor. Tabii burada bazı etkenler var. Mesela, nükleer silahların bu savaşı engellediği söyleniyor ama, burada benim söylediğim bir şey var: Eğer tek sorun nükleer silahların kullanılması sorunuysa, bu sorun çözülür. Çünkü bu güçler hiçbir zaman sonsuza kadar dengede stabil kalamazlar. Bir tanesi diğerine üstünlük elde ettiği anda, mutlaka bu üstünlüğü kalıcı hale getirmeye çalışacaktır. Bu biraz da güç felsefesiyle, güç psikolojisiyle ilgili bir şey. Yani, bir devlet belli bir güce ulaştığında ele geçirme, bu üstünlüğünü kalıcı hale getirme isteği içine girer. Bu psikolojik de bir gerçektir. Burada, bir dünya savaşının önündeki tek sorun nükleer silahlar. Bu sorun teknik olarak halledildiği anda bu savaş çıkacaktır.

 

Bunun halledilmesi derken, nükleer silahların kullanılmasını nasıl engelleyecekler?

Nükleer silahların kullanılmasını, onu kullanan ülkeye zararlı hale getirirseniz nükleer silahlar kullanılmaz. Mesela, uzaydan gerçekleştirilecek bir lazer savunma sistemi eğer nükleer silahları ateşlendikleri anda, yükseldikleri evrede vurmayı başarırlarsa o nüleer silah atıldığı ülkenin kendi toprakları içerisinde patlar ve ona zarar verir. Ya da iyonosfer civarında, yani atmosferi terk ettiği anda, yani balistik aşamaya geçtiği anda vurulursa da elektronik cihazlara zarar verir. İyonosferdeki elektiklenme nedeniyle o bölgenin iletişimi tamamen yok olur. Bu nedenle nükleer silahları kullanmak mantıksız bir hale gelebilir. Sadece denizaltılardan kullanılması gündeme gelebilir-ki şöyle söyleyeyim, büyük güçler eğer nükleer silahların kullanılmasını belli bir yere kadar nötralize ederlerse bir iki tane nükleer silahın kendi ülkelerinde kullanılmasını da tolere edebilirler. Mesela Amerikan sistemi bugün 100 milyon kayıp vermeyi göze alacak şekilde bir yapılanmaya sahiptir. Yani, eğer olay bir dünya savaşına dönüştüyse ve bu durum dünya çapında bir hegemonyanın son adımıysa nükleer silahların bir iki şehri yok etmesini kabullenebilirler. Bunu tabii ki çok olumsuz bir şekilde karşı tarafa yansıtacaklardır. İnsanlar, nükleer silahları kullanmadan bir çatışmaya girebilirler.

 

Şu anda Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkması için faaliyette bulunan ya da buna zemin hazırlayan güçler olduğunu düşünüyor musun?

Böyle bir bilinç olduğunu düşünüyorum.  Benim genel olarak tezim şu: Tarih daha önceden kaotikti. Yani, dünya üzerinde iletişim çok zayıftı. Genel olarak güç odaklarının etkisi dünyanın her yerine ulaşamıyordu, ama artık ulaşıyor. Her olaya müdahale edebiliyorlar. Dolayısıyla artık tarih kaotik değil, tarih yönlendirilebilen, yani bir bakıma insan yapımı bir tarih haline geldi. Artık olaylar kontrol edilebiliyor. Bu nedenle tarih de kontrol edilmeye başlandı. Bunu da kendi çıkarları doğrultusunda kontrol etmeye çalışan bir bilincin olduğunu düşünüyorum. Bunun nasıl bir örgütlenme içinde olduğu hiçbir zaman bize yansımaz. Ancak, buralarda teoriler üretilebilir.

 

Bu bilinç, dünyayı yöneten gizli örgütler yani, bir dünya savaşı istiyor mu?

Zamanı geldiğinde dünya savaşını çıkaracaklar. Dünya savaşının belli bir altyapısı var. Mesela, ekonomik olarak küresel bir ekonominin getirdiği kârlar azalıyorsa o zaman onu dengelemek gerekiyor. Çünkü baktığımızda gerçekten küresel ekonominin kâr marjları aşırı düşüyor. Artı, küresel ekonomi nedeniyle yeni rakipler oluşuyor ve bu rakipler nedeniyle Batı’nın kendi sosyal sorunları artmaya başladı. Batı’nın lehine olan olumlu denge bozuldu. Şimdi bunu düzeltmek zorunda ve bu nedenle dünya savaşını çıkarma isteği biraz Batı’dan kaynaklanıyor. Burada Doğu reaktif konumda.

 

Ekonomik güce değinmişken, “Üçüncü Dünya Savaşı” kitabın Magna Carta ile başlıyor ve toprağı kullananlar ile tüccarların, yani ekonomik gücü elinde bulunduranların Kral John’un yetkilerini kısıtlayışını aktarıyor. O günden bugüne gelindiğinde iktidar sahipleriyle ekonomik güce yön verenler arasındaki bağıntıda değişiklik oldu mu hiç?

Aslında hiçbir şey değişmedi. Dünya hâlâ 1215’deki anlayışla yönlendiriliyor. O zaman da papalık çok önemli bir güç çarpanıydı. O zaman da ekonomik kaynakları elinde tutanlar hükümetleri etkileyebiliyorlardı. Bugün de aslında hiçbir şeyin değişmediğini görüyoruz. Tabii her şeyin şekli değişiyor, etkisi artıyor. Artık küresel ekonomi olgusu var. Ülkeler daha güçlü, daha çok teknoloji var. 1215’de uyarlanan basit bir tiyatro sahnesi şimdi stadyumda oynanıyor aslında. Senaryo aynı: Güç mücadelesi. Olay bu. Ortada bir potansiyel var. Bu potansiyele yön verme ve hükmetme güdüsüyle güç savaşları devam ediyor, hiçbir şey değişmedi.

 

Küreselleşen dünyada devletler, bölgesel ve ekonomik birlikler oluşturarak kapitalist sistem içinde pastadan aldıkları payı arttırmaya çalıştılar. Artık bu oluşum süreci miadını dolduruyor mu?

Küreselleşme miadını doldurdu. Artık küreselleşmeye karşı çekilen setlerin sayısı artıyor. Kurulan bölgesel dinamiklerin de çok fazla bir getirisi olmadığı görülüyor. Bunlar o an için gerekli olan araçlardı. Siyasi alanda etkin olmak için onu kullandılar. Bugün mesela ABD’nin kurduğu NAFTA’nın adı bile geçmiyor. Avrupa Birliği’nde de hep anlaşmaların kağıt üzerinde kaldığı görüldü. Tek paraya geçmiş olmalarına rağmen siyasi alandaki belirsizlik uzun vadede bu birliğin yok olacağına dair bazı emareleri de içeriyor. Bu nedenle ben şunu söylüyorum. Herkes küresel bakış açılı bir milliyetçilik dönemine doğru gidiyor. Zaten büyük dünya savaşları da hep bu dönemlerde çıkar. Ulusal çıkarların küresel çıkarlardan ön plana çekildiği dönemlerde gerilim artar.

 

Olası bir dünya savaşında senin senaryona göre Ortodoks Hıristiyanlar, Müslümanlar ve diğer Doğu dinlerinin oluşturduğu cephenin karşısında Avrupa, Katolik-Protestan Birliği cephesi var ve Doğu-Batı savaşını bu minvalde değerlendiriyorsun. Bu bölünmeyi oluşturan güdü ne?

Ortodoksluk anlayışı Hıristiyanlık’da temel anlayıştır. Hıristiyanlık ortaya çıktığında onu bozulmamış haliyle özümsemiş olan bir araçtır. Daha sonra Katolik ve Protestanlar’da bu, gücü elde etmek için dini bir araç olarak kullanma haline dönüştü. Bu nedenle de her zaman için Ortodoks anlayışını ezmeye çalışmışlardır. Bu nedenle Ortodoks-Müslüman birlikteliği kendiliğinden sentez haline gelmiş bir birliktelik. Bugün mesela ilginç şeyler oluyor. Rusya’yla Çin’in yaptığı ortak tatbikat bütün dünyada büyük ilgi çekti. Diyorlar ki, “Bunu teröre karşı yapıyoruz.” Aslında bu ABD ile dalga geçmektir. ABD, Afganistan’da teröre karşı harekat yaptığını iddia ettiği için. Onlar da, “Biz de teröre karşı yapıyoruz” diyorlar. Ama teröre karşı 50-100 savaş gemisinin katıldığı tatbikatlar yapılmaz. ABD’ye, “Kendini bil, burada da böyle bir güç var” mesajı veriyorlar. Eskiden Rusya için Çin düşmandı. Artık değil. Bu durum kitapta analiz yönünün ağır bastığını ve doğru noktalara temas edildiğini gösteriyor.

 

Bu anlamda, Çin’in ekonomik büyümesi tüm dünyada iktisadi dalgalanmalara yol açıyor. Ve bundan da doğal olarak ABD zarar görüyor. Bu süreç ABD-Çin Savaşı’na yol açacak gelişmelere gebe olabilir mi?

Aslında ABD, Çin’in yükselmesinden çok fazla zarar görmüyor. Çünkü, Amerikan yapısı çok farklı, garip bir yapı. Amerika’da iki ekonomi var. Bir tarafta finansal ekonomisi var, milyonlarca insan çalışıyor; bir tarafta da ticari ekonomisi var, orada da çok geniş çapta insan çalışıyor. Çin fabrikalar anlamında, gerçek ekonomi anlamında gelişti. Çin’in buradan kazançlarını ABD’ye borç vermesi Amerikan finansal sistemine, faiz sistemine, hizmet sektörüne yarıyor ve bir bakıma bir yerden aldığını diğer taraftan veriyor. Ama Avrupa böyle değil. Avrupa bu küresel rekabetten gerçekten zarar görüyor ve dengeleri bozuluyor. Nitekim  Avrupa’nın dengeleri bozulmaya başladı. Zaten benim kitabımda savaşın Avrupa’dan çıkmasının nedeni de bu. ABD’yi kuranlar gerçekten çok zekice kurmuşlar. Öyle bir sistem kurmuşlar ki, ABD bir yandan rekabetten zarar görüyorsa diğer yandan bu zararları telafi ediyor. Borç alıyor, bu borcu da bizzat kendi elinden işgücünü alan adamdan alıyor. Çin son beş yıldır önemli miktarlarda ABD’ye borç veriyor. Bu nedenle ABD-Çin Savaşı, ABD’nin Çin’i çok fazla çevrelemesinden kaynaklanacak. O da belli bir noktaya geldi. Çin, ABD’nin kendisini durdurmasına dur diyecek! Bir bakıma bu çevrelenmeyi kıracak bir hareket içine girecek.

 

Peki ABD’nin “süper güç” konumu Dünya Savaşı’ndan sonra devam eder mi?

Yok. ABD’nin süper güç konumu bu savaştan sonra devam etmez. Savaştan sonra Doğu’daki büyük devletler çok önemli ölçüde bölgesel güçler haline gelecek ve dünya tekrar dengesiz bire döneme doğru gidecek. Yani, İkinci Dünya Savaşı’ndaki gibi. Yeni bir dünya savaşı, sonraki dünya savaşının temellerini hazırlar. Ben bu savaşın çok büyük çapta bir savaş olacağını düşünüyorum. Bu savaştan sonra dünya tekrar 40-50 yıllık bir savaş dönemine girer. Tabii burada şöyle bir durum var. Bunları başkaları da öngörüyor. Bu öngörü doğrultusunda bu oluşumları engelleyecek girişimler olabilir. Ben kitapta o göktaşı silahını bu yüzden koydum. Öyle bir teknoloji gelebilir ki, tüm bu parametreleri, tüm denklemleri alt üst edebilir. Zaten Çin’in, ABD’nin uzay çalışmalarını durdurmaya çalışmasının altında bu yatıyor.

 

ABD-Rusya dengesi nasıl şekillenir?

Rusya büyük oranda ABD’nin yardımlarıyla belli bir noktaya geldi. Şu anda petrol fiyatlarının artması Rusya’yı güçlendiren bir unsur. Bunun yanı sıra Asya bölgesindeki ekonomik yapılanma çok güçlendi. Yani Çin olsun, Endonezya, Malezya olsun çok güçlendi. Buralarda oluşacak olan ekonomik çekim merkezleri Rusya açısından çok önemli. Mesela Çin’in enerji ihtiyacında artış var. İran körfezi yerine Rusya üzerinden enerjisini elde etmek isteyebilir. Böyle çalışmaları var. Ben de Rusya’nın önümüzdeki dönemde kendisini tekrar süper güç olarak yapılandıracağını düşünüyorum.

 

Türkiye bu dengede nasıl bir rol üstlenebilir?

Çok hassas bir dönem. Türkiye-AB ilişkileri sona erecek. Büyük ihtimalle 3 Ekim’den sonra ilişkiler geriye doğru gidecek. Ardından Türkiye’nin bölgedeki ağırlığını arttırmak için ileri harekata geçeceğini düşünüyorum. Türk dış politikasının kendi çevresinde Türkiye’nin diğer dinamikleriyle birleşip bölgesel güç gibi hareket etmeye başlayacağını düşünüyorum. Ki böyle yapması da çok doğru olur. Çünkü Türkiye’nin etki alanı Çin’e kadar dayanıyor. Bazı denklemler doğru kullanılırsa Türkiye önemli bir bölgesel güç olabilir. Ama yeter ki o vizyonu geliştirebilsin.

 

O vizyon var mı?

Biraz kıpırdanıyor o vizyon. Artık Türkiye kendine daha çok güvenen bir ülke. Olumlu emareleri görebiliyoruz. Bence var o vizyon ve olacak.

 

Türkiye’nin AB’ye girişinden endişe eden ve buna karşı koyan AB içindeki Türkiye karşıtı güçlerin AB’yi parçalanmaya götüreceğini söyleyebilir miyiz?

AB mutlaka parçalanacak olan bir yapılanma. Bu yapılanma tabii önce ekonomik çalkantıyla başlayacak, daha sonra siyasi alandaki etkileri bu parçalanmayı arttıracak. Türkiye üzerindeki tartışmalar da Avrupa’nın parçalanmasında belli bazı doneleri oluşturuyor. AB uzun vadede kalıcı bir birlik değil, sözde bir birlik olarak belki varlığını sürdürebilir.

 

Bugünlerde yaşanan fikir ayrılıkları, AB Anayasası hakkında referandumlardan çıkan hayır kararları birliğin parçalanmasının ilk tohumları mı oluyor?

İlk göstergeleri… Bunlar aslında AB fikrinin bu kadar zaman geçmesine ve ortak paraya geçilmesine rağmen daha oturmadığını gösteriyor. Ülkeler, ulusalcılık eğilimleri nedeniyle kendilerini başkentlerinin iradesi dışındaki bir iradeye teslim etmeye hazır değiller. Onu gösteriyor.

 

Türkiye’nin AB’ye girişi için ne düşünüyorsun? Karşı mısın?

Ben karşıyım. Şöyle karşıyım: AB eğer Türkiye’yi eşit bir güç olarak kabul edip de gelin derlerse girelim. Bir zarar gelmez AB’nden. Ama, “Lütfen bizi alın!” denmesine ben kesinlikle karşıyım. Türkiye’ye çok fazla verecek bir şeyleri yok, ama bir birliğin içinde olmak belli bir zaman için olumlu etkiler yaratıyor ekonomik anlamda. Ama biz kendimizi zorlamamalıyız, kesinlikle ödün vermemeliyiz.

 

Verecek çok fazla bir ödün de kalmadı galiba zaten?

Kıbrıs meselesinde de ödün verilmemeli. Hiç gerek yok böyle bir şeye. Şu an konjonktür Kıbrıs’ı yavaş yavaş dış dünyaya açıyor. O açıdan da Avrupa’nın yardımıyla değil de kendi etkisiyle bu sorunu çözerse kazanç elde eder.

 

3 Ekim’de Türkiye ile müzakerelerin başlaması için son onay verilecek. Nasıl bir karar bekliyorsun? (Röportaj 10 Eylül 2005 tarihinde yapıldı.)

Bence şöyle diyecekler: “Türkiye’ye bir tarih vermiyoruz ama görüşmeler başlasın.”

 

Yine normal süreç devam edecek, ama yeni bir gelişme olmayacak…

Yeni bir gelişme olmayan, ama sürekli gerilimli süreç devam edecek. Çünkü ben şu aşamada Avrupalıların tam bir hayır diyeceklerini sanmıyorum. O yüzden yine sürünceme devam edecek, kimseye faydası olmayan bir oyun olarak. Ama tabii şu da var: Kıbrıs konusunda çok diretirlerse beklenmeyen bir sonuç da olabilir. Bir anda görüşmelerin kesildiği, belki ertelendiği bir durumla da karşılaşabiliriz. Buna da şaşırmam. Onu da söyleyeyim.

 

Türkiye’nin temel dış politikalarının doğru yürütüldüğü kanaatinde misin?

Ben Türk dış politikasında son beş senedir olumlu işlerin yapıldığını düşünüyorum. Bunun en önemli örneği 1 Mart tezkeresidir. Çok başarılı bir harekettir. Bu bile tek başına Türkiye açısından çok önemli bir milat. Onun dışında AB ile ilişkilerin doğru götürüldüğüni düşünüyorum. Onlara çok fazla yüz vermeyen, eski teslimiyetçiliğin olmadığı bir dış politika. Bu açılardan genelde olumlu görüyorum.

 

Irak’ta şimdi ne olacak?

Irak belli bir süre içinde parçalanacak ve Irak’ın içinde üç devlet ortaya çıkacak. Irak zaten şu anda parçalandı. Irak diye bir ülke yok artık. Nasıl Osmanlı’nın son 20-30 yılında sadece adı kalmışsa Irak da şu an aynı konumda.

 

Peki aynı süreç İran için de geçerli olabilir mi? Sırada İran mı var?

İran bire bir aynı olmaz, ama İran daha çok Türkiye’ye benzeyen bir ülke. Onu iyi izlemeliyiz. İran önümüzdeki dönemde ABD’nin karşısındaki ilk hedef. Ama ne zaman başlayacak? Şimdi bu Katrina kasırgası bazı şeyleri etkiledi. Belli bir süre ABD’nin daha saldırgan bir tavır almasını engelleyecektir. Küresel ısınmayla ilgili sorunlara biraz dönülecektir. Bazı şeyler üç ay, beş ay ertelenecektir. Çünkü bir şehir yok oldu. Bunlar zaten beklenen şeylerdi. Yavaş yavaş olacak böyle şeyler. Her zaman olabilir. Beş sene sonra da olabilirdi ama bugün oldu. Yarın, öbür gün de Kaliforniya depremi olabilir. Bunlar tabii beklenmeyen x faktörleridir. Zaman açısından ileri atımlara sebep olabilirler.

 

Kürt Devleti Arapların karşısına İsrail’in yerine yeni bir düşman olarak mı yerleştiriliyor?

Bu Mahir Kaynak’ın görüşü. Benim çok ilgimi çekmiyor. Tabii, dikkate alınması gereken bir durum. Böyle olsa ne olur ki? Bunu belirledik diyelim. Bu neye yarayacak? Hiçbir şeye yaramayacak. Bu tarz analizler iyidir, akıl açıcıdır ama pozitif anlamda bizim işimize yaramaz. Kim olacaksa olacak. Önemli olan orada öyle bir düşmanın var olması.

 

Peki bor madenlerinin varlığı Türkiye’yi olası bir III. Dünya Savaşı’nda kaçınılmaz olarak taraflardan biri yapacak unsurlardan biri midir?

Yok, bor madeni o konuda etkili olmaz. Bor madeninin etkisi önümüzdeki 50 yıl içerisinde gerçekleşecek. Üçüncü Dünya Savaşı için o kadar zaman görmüyorum ben.

 

Geçtiğimiz ay Pakistan ve İsrail tarihlerindeki ilk toplantıyı İstanbul’da Tayyip Erdoğan’ın arabuluculuğuyla gerçekleştirdiler. Bu Ortadoğu’da nasıl bir geleceğe işaret ediyor olabilir?

Türkiye her zaman arabulucu rollerini iyi oynamıştır. Bunu da ben çok fazla Ortadoğu’yla alakalı görmüyorum. Bu çok değişik bir şey. Ne konuda bir el sıkışma yaptıklarını kimsenin bilmediğini düşünüyorum. Nükleer silahların yayılmasıyla ilgili bir anlaşma olabilir, veya çok farklı konularda alınmış kararlar olabilir. Uyuşturucu olsun, silah kaçakçılığı olsun. Bunlarla ilgili belki bir güvenlik anlaşması yapılmıştır. Bana ilginç geldi. Ben başka şeylerle alaka kuramadım. Bunlarla alaka kuruyorum. Bunların dışında bağlantıları yok.

 

Sen ABD’nin Türkiye’ye bakışını nasıl değerlendiriyorsun? Şu anda ABD Türkiye’ye nasıl bir rol biçiyor?

ABD Türkiye’ye bakmıyor bir kere. ABD, bu bölgeye bakıyor. Bu bölgede enerji nedeniyle, stratejik yerleşim nedeniyle çıkarı var. Bu bölgedeki bütün ülkeleri değerlendirir. O yüzden Türkiye’ye bir bakışı yok yani. Bakışı şudur: “Bu haliyle bana yardımcı mı, değil mi?” Yardımcıysa destekleyecek, değilse bu alanda Türkiye’yle çatışmayı göze alacaktır belli bir noktaya kadar. Türkiye’yi tamamen bölgesel bir faktör olarak değerlendirip kendi politikalarına ne kadar uyuşup uyuşmadığına bakıyor.

 

ABD’nin Türkiye’ye saldırması mümkün mü sadece?

O olasılık her geçen gün azalıyor. İnşallah tamamen ortadan kalkacak. ABD’de bazı çevreler daha rasyonel davranılması gerektiğini düşünmeye başladılar. Bu konuda bir çatışma başladı. ABD’nin iç politikası gitgide daha zor olacak. Bush açısından işler daha zor olacak. Rumsfeld ile ilgili sorunlar çıkmaya başladı. Rumsfeld, Pentagon’a daha rasyonel yaklaşımlar getirmeye çalışıyor. O bölgede ana hedef olan İran hedefine erişip erişemeyecekleri belirsizliği artmaya başladı. Böyle bir dönemde Türkiye ile çatışmayı göze almaları gittikçe zorlaşıyor. Ben yine bu Katrina kasırgasının pek çok şeyi zaman açısından erezyona uğrattığını, ileriye aldığını düşünüyorum. Önümüzdeki dönem Irak konularının su altı olduğunu görebiliriz. ABD bence biraz evini toparlamak zorunda kalacak.

 

Katrina kasırgasında ortaya çıkan tabloyu nasıl değerlendiriyorsun? Bir tarafta Amerikan rüyası, zenginlik, refah ülkesi ABD, bir tarafta salonlara toplanmış binlerce sefalet çeken insan. ABD’nin gerçek yüzü bu mu?

ABD’nin zengin bir ülke olduğunu biliyoruz. Teknolojik üstünlüğü olduğunu biliyoruz. ABD şöyle bir şey bir kere: ABD bir makina. Bu makinanın bir beyin kısmı var. Bir de bu makinanın yere dokunan, o işi yapan, yağlı yerleri de var. Katrina bize şunu gösterdi. Doğal felaketler, Allah’ın gücü ABD filan tanımaz. Bir bakmışsın ABD’nin yarısı sular altında kalmış, San Fransisco, New York ortadan kalkmış. Bu farklı bir şey, doğal bir şey. Bu bana şunu gösterdi: Tarih ne kadar kontrol altına alınmaya çalışılsa da doğa bir anda parlayıp tarihi değiştirebilir. Yani bu belirsizlik her zaman olacak. Benim gibi gelecek üzerine bir şeyler söyleyenler her zaman şaşırmaya devam edecekler bence.

 

“ABD’nin Türkiye’ye saldırma olasılığı azalıyor” dedin. Sen ‘Metal Fırtına’nın buna sebep olmuş olabileceğini mi düşünüyorsun?

“Metal Fırtına”nın yarattığı kamuoyu etkisi çok önemli bir şey. Düşünsene, sen bir adamın evini soyacağını düşünüyorsun ve bir anda bağırmaya başlıyorsun. Testi kırılmadan tokat atmak budur. Önemli olan budur. Bu testinin kırılıp kırılmayacağını biz hiçbir zaman bilemeyiz. Bir olasılık olarak görüyoruz. Herkes “Metal Fırtına saçma, böyle bir şey olamaz!” dedi. Bunun üzerine kalkıp da böyle bir işe giriştikleri zaman dünyanın hiçbir ülkesine bunu anlatamazlar. Garip bir şeydir Metal Fırtına. İnşallah tarihe olumlu bir çizik atmıştır.

 

Bir anlamda psikolojik savaş yürüttünüz denilebilir mi?

Aslında denilebilir. Bu düşmanca bir savaş değil, bir savunma savaşıydı. Ben bir yazar olarak ülkemi savunma refleksi sorumluluğuyla hareket ettim orada. Onu başardığımı görüyorum. Ben bu anlamda bir yazarın ulaşabileceği doyumun en üst seviyesine ulaştığımı düşünüyorum. Bunun getirdiği tatmin yazarlığın getirdiği tatminin ötesindedir.

 

Metal Fırtına’da ve daha sonrasında teknik anlamda bilgi aldığın herhangi bir kurum oldu mu, yoksa bu kitapların tamamı hayal ürünü mü?

Yok, tamamen benim hayalgücüm. Mesela nanoteknolojiyle ilgili silahları kendim araştırdım, kendim geliştirdim. Bunun teorisini de ben kurdum. Seviyorum bu tarz şeylerle uğraşmayı.

 

Metal Fırtına serisinin devamı olacak mı?

Bakalım. Kurgu olarak kafamda var ama zaman gösterecek. Eğer okuyucu beğenir, diğer hikayeleri de okumak isterse yazarım.

 

Ordunun kitaplarına nasıl baktığıyla ilgili bir bilgi geldi mi kulağına?

Orduda çok okunuyor. Mesela şu anda “Üçüncü Dünya Savaşı” askerler arasında inanılmaz okunan bir kitap. Seviyorlar, yoksa okumazlardı herhalde. Arada sırada askerlerden bu tarz e-postalar geliyor, çok güzel mesajlar geliyor. Seviyorlar benim kitaplarımı okumayı.

 

Sıradaki kitabın Eylül sonunda çıkacak olan “Sistema” senin felsefe sistemini anlatıyor.  Düşünce matematiğin nedir?

Klasik düşünce altyapısını tamamen değiştiren yeni bir düşünce sistemi. Olaylara nedensellik, etki-tepki nedenselliği bakışını tamamen değiştirip, karmaşık bir bakış açısı getiren ama bu karmaşıklığı da sadece zemin üzerinde değil, zaman boyutuyla da karmaşık bir şekilde birbiriyle bağlantılandıran bir düşünce sistemi. Dolayısıyla, bugünü yarınla ve ister istemez doğrudan gelecekle bağlantılandıran genel bir bakış açısı. Dolayısıyla bilimsel bir öngörü sistemi, gelecek tahmin sistemi. Kehanet sistemi.

 

Ne kadar sürede oluşturdun bu sistemi?

Üç dört yıllık bir düşünce döneminden sonra bir haftada yazıldı. Bir haftada patlar gibi çıktı ortaya.

 

Çok merak uyandırdığını düşünüyorum bu çalışmanın…

O konuda şöyle e-postalar geliyor: Konu: “Sistema. Bu kitabı istiyorum!”

 

Metal Fırtına 1’de Condoleezza Rıce’ın Dışişleri Bakanlığı’na atanacağını yazdınız ve sonrasında bu gerçekleşti. Metal Fırtına 2’de de buna benzer bir tahmin var: Savunma Bakanı Rumsfeld kitapta görevden uzaklaştırılmış ve ılımlı bir profil çiziyor…

O da gerçekleşti.

 

O da gerçekleşti. Bunlar tesadüf mü?

Tesadüf değil. Doğru analiz. Öyle bir şey ki klasik analiz yapsan bunları yakalayamazsın. Klasik analiz genel analizdir. Bunlar çok odaklanmış ve dar alanlar içerisinde yapılır. Sistema bunun dışındaki alanlarda yapılır. Alakasız şeyleri bir araya getirebiliyor.  Şimdi Rumsfeld’e bakıyorum. 80’li yıllardan itibaren ABD’nin bütün politikalarını öngören, bu konuda aktif olan bir isim. Onun yaptığı işlere ve geldiği sonuçlara bakıyorum. Sonra bugününe bakıyorum. Ve diyorum ki, “Bu deneyimleri yaşamış bir insan bu durumda buradaki düşüncesinden şuraya doğru mu gider, buraya doğru mu gider?” ABD’nin dünya hegemonyası öngörüsüyle hareket eden bir adam. Şu an ki konumuna baktığımda bu noktadan çok uzakta olduğunu anlıyorum. Burada psikoloji devreye giriyor. Rumsfeld’i bakan olarak değil, insan olarak ele alıyorum. 20-30 yıl aktif politikanın içinde olmuş, bunları yaşamış bir insanın bu yaşında elde ettiği sonuç buysa, eğilimi ne yönde olur? “Daha devam edelim” mi; yoksa “Yok, biraz duralım” mı? Rumsfeld’in enerjisi tükendi. 80’li yıllarda sahip olduğu görüşlerin artık arkasında duramıyor. Peki ABD’nin bu şekilde devam etmesini isteyen güçlerin enerjisi tükendi mi, ya da motivasyonunda bir azalma oldu mu? Böyle bir şey olamaz. Devlet yapılanmasıdır bu. Burada olan şey şu: Emekliliği gelmiş bir insanın artık sürekli yenilenmek zorunda olan bir yönetimle ters düşme hali ortaya çıkacaktır. Yani olay basit nedensellik içinde gitmiyor.

 

Bu kitabı istiyorum ben de.

Ya şöyle bir şey de var. Şirketine de uygulayabilirsin bunu. X bir şirketin kariyer planlamasına. Ne olur? İnsanlar her geçen gün daha çok yükselir. Mesela 10 yıl sonra bu şirkette yükselme eğrisini belki tersine çevireceksin şirketin. Sistema’yı böyle çok alakasız yerlere de uygulayabilirsin.

 

Son olarak, bu aydan itibaren derKi’de yazmaya başlıyorsun. Bu ay Mahir Kaynak röportajın var. Sonraki aylarda ne tür yazılar yazmayı planlıyorsun?

Ben genel olarak, özüm gereği her zaman için kendimi değiştirmişimdir. En doğruyu, en mükemmeli ve en erdemli yolu bulup kendi hayatımda da uygulamaya çalışmışımdır. Bunu yaparken de normal, klasik düşünce sistemlerini yıkmışımdır. Bana öğretilen şeyleri ben her zaman alıp parçalamışımdır. Yeni şeyler yapmışımdır. Herhalde o yazılarda da bunlar yansıyacak. İnsanlara, olaylara farklı bakış açıları getirmeye çalışacağım. Bunlar da tabii sistem içinde olacak olan şeyler. Oradan elde edeceğim etkileşimle belki ben de kendime yeni düşünceler oluşturacağım, belki Sistema değişecek. Çünkü gelişmesi gerekecek. Daha şu an başlangıcı. İleri seviyelerde Sistema devrimsel bir düşünce sistemi olacak. Sonraki kitapları var. Sistema’da mantık, geneli anlatılıyor. İkinci, üçüncü cildinde artık normal düşünceyi tamamen aşıp, hem gerçekliğin, hem tinselliğin birbiriyle iletişiminin olduğu bir evreye, düşünce alanına yaklaşacağız. O da herhalde beş on sene içinde çıkacak bir şey. Gerçekten normalde aklın alabileceği şeylerin çok ötesinde bazı şeyler gerekiyor. İletişimin tam anlamıyla matematiksel bir yaklaşımını, analizini yapacağım. Ve belki de iletişim çağının aslında birbiriyle konuşmak olmadığını orada anlatmaya çalışacağım. Gerçek anlamda mükemmel bir toplumun nasıl bir toplum olması gerektiğine dair. Belki Sistema, sonrasında bir romanla da anlatılabilir. Henüz düşünmedim. Ama ilk başta bu temeli vermek gerekiyor. Bu düşünce doğrultusunda, aşağı yukarı aynı yansımalarda yazılar olacak. Güzel olacağını düşünüyorum.

 
Ben de öyle düşünüyorum. Çok teşekkürler…

Ben teşekkür ederim.
  

(Röportaj Tarihi: 10 Eylül 2005)

Metin Under