İlgili anayasa değişikliği tekliflerinin Meclis’ten büyük bir çoğunlukla geçtiği saatlerde, Sıhhiye’de düzenlenen protesto mitinginde kürsüye çıkan Tuncay Özkan, alanda toplanan kalabalığa “türbancı ile urgancıyı” şikayet eden ateşli bir konuşma yapıyor; halktan bu iki parti liderini siyaset sahnesinden silmesini istiyordu. “Türbancı” olarak adlandırdığı Tayyip Erdoğan’a olabildiğince yüklenmesinde, kendi durduğu nokta açısından şaşırtıcı bir şey yoktu belki ama 22 Temmuz seçimleri öncesinde “AKP’ye karşı cumhuriyetçi direniş cephesinin” vazgeçilmez unsurlarından biri olarak lanse etmek için haftalarca kendini paraladığı MHP’nin liderini bir anda “urgancı” nitelemesiyle “karşı cepheye” yerleştirmesi, henüz daha bellek kaybından mustarip olmayanları hafifçe tebessüm ettirmeye yeterliydi. “AKP’yi durdurmak, demokratik ve laik cumhuriyete sahip çıkmak için, solcular CHP’ye, sağcılar MHP’ye oy versin” gibi akıllara seza bir siyasi perspektifi miting alanlarına taşıyan kişi, yine aynı Tuncay Özkan değil miydi?

İnsanların kafalarında buna benzer tereddütlerin kaçınılmaz biçimde oluşacağını kendisi de tahmin etmiş olsa gerek ki, mitingdeki konuşması sırasında bu ani değişimi açıklamayı amaçlayan bir şeyler söyleme ihtiyacı hissetti: “Evet, biz o zamanlar böyle dedik ama o günlerde MHP çok farklıydı, AKP karşıtıydı. Seçimden sonra birden yüz seksen derece geri döndüler!”

Yani, bizim tavrımızda bir yanlışlık yok, MHP seçimlerden sonra birdenbire beklenmedik bir manevra yaptı ve hepimizi şaşırttı demeye getiriyordu Özkan. Ya kendisi gerçekten çok saftı ya da bu toplumun fazlasıyla “balık hafızalı” olmasının verdiği cesaretle, alanda toplanan kitleyi en hafif deyişle “saf vatandaş” yerine koyuyordu. Nasıl olsa, Sıhhiye’deki hamasetin, gürültünün, bağırış çağırışın ortasında kimse çıkıp “Yahu MHP ne zaman başörtüsüne karşı oldu, ne zaman birincil ilkeleri arasında laikliği saydı, hangi dönemde radikal İslam’ın karşısında ‘seküler’ kimliğiyle çıktı ki, şimdi aldığı tavır karşısında şaşırmış gibi yapıyorsun?” diye sormayacaktı.

Bu “unutkanlık” yalnızca Tuncay Özkan’a ve Sıhhiye mitingi konuşmacılarına özgü değil elbette. Yaklaşık bir yıldır “plazacı medya” başta olmak üzere Türkiye’de kamuoyunu iletişim kanallarını kullanarak manipule etme ayrıcalığına sahip olan çevrelerin birçoğu, yeni ve büyük oranda “kurgusal” bir MHP imajını besleyip durdu. Sanki tarih yok olmuştu birden; yetmişler, altmışlar hiç yaşanmamıştı. Neyse ki Rıza Zelyut geçen hafta dayanamayıp Akşam gazetesinde bir yazı yazdı da, “balık hafıza” sendromuna yakalananlara vitamin takviyesi yaptı biraz:

“MHP, bundan tam 39 yıl önce milliyetçi bir parti olarak kuruldu ama aslında temeli ümmetçiliğe dayanıyordu,” diyor Zelyut, yazısında. “Milliyetçilik, ümmetçiliği gizlemek için bir kaftan olarak kullanılmıştı.” (*) Hemen ardından da, altmışlı yıllardaki CKMP kongresinde partinin adının MHP’ye dönüşmesi sırasında yaşanan ümmetçi (üç hilal) – milliyetçi (bozkurt) çekişmesini ve sonuçta ümmetçi kanadın galip çıkmasını, gazete haberlerinden alıntı yaparak hatırlatıyor.

Haydi diyelim bugünün “ulusalcı cumhuriyetçi cephe”sindekiler altmışları ve yetmişleri hatırlayacak durumda değiller, Çorum’da, Maraş’ta yaşananlar çoktan belleklerinden silinmiş. Peki kımız içilip kopuz çalınan Ergenekon festivalleri sırasında bile ülkücü grupların “Ya Allah Bismillah Allahüekber” diye slogan attıklarını; parti yöneticileri nasıl imaj çizerlerse çizsinler, “sokaktaki ülkücülerin” kendi kimliklerini hemen her zaman İslami tanım ve ilkeler üzerinden belirlediklerini de mi hatırlayamıyorlar acaba? Hepsi bir yana, şu an üzerinde büyük fırtınalar kopan büyük kutuplaşmada MHP’nin ezelden beri başörtüsünü desteklediğini, hatta geçen iktidar döneminde AKP’ye “Hani başörtü sorununu çözecektin, sözünü neden tutmadın?” diye eleştiri getirdiğini de mi unuttular?

“Solcular CHP’ye, sağcılar MHP’ye oy versin, yeter ki AKP’den kurtulalım… Ulusalcılarla milliyetçiler el ele… Çıktık açık alınla…”

Sonra, aşikâr olanın karşısında duyulan anlaşılması güç şaşkınlıkla alabora olup, birdenbire yön ve hedef değiştiren sloganlar: “Türbancıyla urgancıyı siyaset sahnesinden silin! Tayyip, türbanı Bahçeli’ye tak!”

Tarihin bu derece kritik bir dönemecinde, Türkiye’nin laik ve demokratik cumhuriyet ilkelerine sahip çıkma iddiasındakilerin içler acısı hali bu, ne yazık ki. Ama daha vahimi de var: Yine Sıhhiye mitinginde kürsüye çıkan konuşmacılar, bizzat Batı dünyasınca iki yüz küsur yıl önce teokratik devlet yapıları yerle bir edilerek egemen kılınan laiklik ilkesini, hayli ironik bir biçimde “Batı karşıtlığı” biçiminde yeniden okuyor, şu an Türkiye’yi net bir biçimde ikiye bölen başörtüsü sorununun Batı dünyasınca Türkiye’nin başına çorap örmek için yaratılıp desteklendiğini ileri sürüyordu:

“ABD’ye hayır… Avrupa Birliği’ne hayır… Ya istiklal, ya ölüm!”

Pek güzel, o kadar çok istiyorsanız hemen kesin ilişkinizi Batı’yla, köprüleri atın, istiklalinizi koruyun. Ama ya 1950’lerden beri giderek sağlamlaştırılan bir zincirle göbekten bağlı olduğunuz global kapitalizm ne olacak? Ondan vazgeçebiliyor musunuz? Yediğiniz ekmekten, yaptığınız uçağa kadar tüm üretim ve yatırımlarınızı avucunun içinde tutan uluslararası finans-kapitale dayılanmayı gözünüz yiyor mu? Batı’yla bütün ipleri koparırsanız, ekonomik sistemi, üretim biçimini aniden radikal biçimde değiştirip, sosyalizme mi geçeceksiniz? Tepeden tırnağa yeni bir dış politika modeli de mi tasarladınız yoksa bu arada?

Hayır, elbette o kadar uzun boylu değil; Avrupa Birliği’ne, Batı’ya karşı miting alanlarındaki bu esip gürlemelerin tamamı, “iç politika” lafazanlıklarından ibaret. Uluslararası finans-kapitale yine secde edilecek, çokuluslu yabancı yatırımcıların yine “başımızın üzerinde” yeri olacak, global kapitalizme göbeğinden bağlı sözde “büyük burjuvazi”mizin saçının teline halel gelmeyecek. IMF ve Dünya Bankası’nın talimatları yine harfiyen yerine getirilecek. Değişen ne olacak peki? Hiç. AKP gidince, devlet yönetiminde “eşinin başı örtülü” kimse kalmayınca, her şey bir anda tozpembe oluverecek. Toplumun artık iyiden iyiye içine işleyen ve çığ gibi büyüyen “dinsel tutuculuk” gönüllü olarak göz ardı ediliverecek, tozlar halının altına süpürülecek, Batı yine can dostumuz olarak “muassır medeniyetler” seviyesine erişmemizde bizi destekleyecek.

Ne yazık ki durum, “ulusalcılar”la dalga geçerek vakit yitirilmeyecek kadar vahim. Yıllar yılı resmi ideolojinin çifte standartlı, yanardöner stratejileri eşliğinde “yalandan” savunulan laiklik, bugün “çoğunluğun iradesini” demokrasi; teokratik simgeciliği de “kıyafet ve inanç özgürlüğü” sananlar sayesinde, oldukça ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya. İşin en hazin tarafı, sahnede “laiklik yandaşı” olarak yerini alanlar, bu son derece önemli ve yaşamsal ilkeyi savunacak kararlılık ve yetkinliğin fazlasıyla uzağındalar. Henüz daha neyi savunduklarını bile tam olarak bilmiyorlar ki, nasıl savunacaklarına karar versinler.

“Yüce dinimizin siyasete alet edilmesine karşıyız,” yollu kaçamak ifadelerle ya da “Canım hepimiz elhamdülillah Müslümanız ama…” diye başlayan cümlelerin ikiyüzlülüğüne sığınarak laiklik vurgusu yapılmaz. Geniş kitlelerin inançlarına, dinsel bağlılıklarına ters düşme korkusuyla yola çıkar ve bugüne kadar plaza medyasının yaptığı gibi popülist manevralarla çoğunluğa şirin görünerek bir şeyler elde etme hesaplarına girerseniz, daha baştan mücadeleyi kaybedersiniz. Karşınızda, hayatı din ve inanca endeksli yaşamak (ve tabii yaşatmak) isteyen; evrene, dünyaya ve hayata ilişkin sorulara tek geçerli ve doğru yanıtı kendi dininin verdiğine inanan; bu bakış doğrultusunda dinin emirlerinin üzerinde “kişiyi bağlayabilecek” hiçbir merci ve ilke tanımayan bir anlayış var. Din üzerinden giderek onları hiçbir şeye ikna edemezsiniz; “Bakın biz de inançlıyız ama başörtüsüne karşıyız” türü eklektik (ve pragmatik) yanıtlarınız, ifadeleriniz, ters tepmekten başka hiçbir şeye yaramaz. Din, onların uzmanlık alanıdır; orada zayıfsınız, deplasmandasınız; o platformu seçmeye kalkarsanız baştan kaybedersiniz.

Laiklik, öyle “yoruma göre değişecek”, nereye çeksen oraya gidecek, ne olduğu belirsiz bir ilke değildir. Yüzyıllar boyu Kilise-Monarşi hegemonyası altında inim inim inlemiş Batı halklarının, uzun ve zorlu mücadelerden sonra teokrasiyi yenilgiye uğratmasıyla toplumsal hayata egemen kılınan ve dogmaların yerine akılcılığı getiren bir anlayışın ürünüdür; “Aydınlanma” hareketinin temel ilkelerinden biridir. Laiklik, nüfusun tamamına yakınının bin yılı aşkın bir süre Hıristiyanlık ilkelerine göre yaşamak durumunda bırakıldığı topraklarda, radikal bir kararla Kilise’nin siyasi hayattan uzaklaştırılması demektir.

“Kamusal” nitelik taşıyan ve resmi kimlikle ülkenin tamamına yönelik hizmet veren hiçbir kurumun faaliyet alanı içinde, dinsel simge ya da ritüel objelerinin aleni biçimde kullanılmasına, laik devlet ilkeleri izin veremez. Buna elbette ülkenin her kesimine hitap eden ve hizmet veren eğitim kurumları da dahildir. Bakmayın siz “Batı’nın bu konuda Türkiye’den daha özgür olduğunu” ileri sürenlere; birçok ülkede kamu üniversitelerine haç biçiminde kolye, Davut Yıldızı ya da takke gibi aksesuarlar takarak ya da başınızı “Hicap” tabir edilen başörtüsüyle bağlayarak giremezsiniz. Bunun ne “inanç özgürlüğüyle” ilgisi vardır, ne de “kıyafet özgürlüğü”yle.

Laik devlet, bütün kurumlarıyla birlikte, din ve inançların hepsine eşit uzaklıkta durmak; inançlıların olduğu kadar, inançsızların da haklarını korumak ve saygı gösterilmesini sağlamak durumundadır. Bugüne kadar Türkiye’de ateistlerin, agnostiklerin ya da deistlerin haklarıyla ilgili bir konunun gündeme getirilip tartışıldığına tanık oldunuz mu hiç? Bugün başörtü serbestisini inanç ve kıyafet özgürlüğü adına, çoktan demode olmuş bir “Laissez-passer, laissez-faire” liberalizminin arkasına saklanarak savunanlar, aynı hassasiyeti yarın üniversitelerden birine “Rastafarian” inancına bağlı bir öğrenci “dreadlock” haline getirilmiş saçları ve sarı-kırmızı-yeşil takılarıyla girmeye kalktığında da gösterecekler midir dersiniz? Yahudi öğrenciler derslere siyah cüppeleri, uzun sakalları ve kafalarında takkeleriyle girecek olsalar, kıyamet kopacak mıdır, kopmayacak mıdır? Hülya Avşar’ın boynundaki“Ankh” biçimindeki kolyeyi “Haç” sanan ve kadıncağızı özel hayatındaki, tamamen kendi keyfine kalmış bir tercihi için günlerce yerden yere vuranlar, alenen haç takarak üniversitelere gelecek Hıristiyan öğrencilere çok mu sıcak bakacaklardır, yoksa onları “Misyonerlerin Türkiye üzerinde oynadığı oyunların maşası” olmakla suçlayıp, okuldan atılmalarını mı talep edeceklerdir?

Elbette, bundan daha da önemlisi var: Üniversiteler, bilimin üretildiği, öğretildiği ve tartışıldığı kurumlardır. İnanç ve dogmanın değil, özgür düşüncenin, rasyonalizmin, açık fikirliliğin üzerine kurulan eğitim merkezleridir; dolayısıyla, bu kurumlara başvurarak öğrencilik hakkı kazanan ve “bilim öğrenme” talebiyle yola çıkan kişilerin de her türlü dogmadan ve peşin hükümden arınmış olmaları beklenir. Böyle bir yapı içinde, “inançları gereği”, saçları görünmeyecek şekilde başını bir örtüyle kapatmayı, ülke gündemini etkileyecek bir kriz haline getirecek kadar ısrarcı ve dogmatik bir zihniyete sahip kişilerin, üniversitelerde de yeri olmasa gerektir. Saçını “Tanrı’nın emri olduğu için” sımsıkı örten, inançları gereği bir erkekle el sıkışmayı bile reddeden kız öğrenciden, sözgelimi iyi bir doktor olmasını bekler misiniz? Başını örtmek ve bağlamak, bir “inanç” sorunudur ve kişilerin kendi tercihidir. Yapılmak istenense, “üniversitelerin başını bağlamak”tan başka bir şey değildir.

Bugün gündeme “ezici çoğunluğun talebi” olarak getirilip dayatılmış; yüzde altmışlık bir oy desteğini arkasına alan AKP-MHP işbirliğinin ürünü “başörtü serbestisi”, buzdağının yalnızca suyun üzerinde kalan kısmı. AKP, daha şimdiden “zafer sarhoşluğu” içine giren ve her platformda “Daha neler olacak, bizi izlemeye devam edin” mesajını veren İslami kesime olan diyet borcunu ödeyip, rahat bir nefes alma derdinde. MHP ise, kendi tabanının en hassas olduğu noktada geride kalıp, kozları AKP’ye kaptırmama telaşıyla “işe müdahil” olma yolunu seçti. İki partide de, bundan sonra neler olacağı üzerine kimsenin fazla bir fikri yok ama görünen köy de klavuz istemiyor: Türkiye, oldukça kritik bir dönemde, ciddi ve sert bir kutuplaşma içine itildi.

İslamcıların talepleri, elbette bu kadarla kalmayacak ve “başörtü baskını”nın devamı gelecek; bunu kendileri de açık açık söylüyorlar zaten. Vahim olansa, laikliği savunduğu varsayılan kesimin durumu. Felsefi anlamda köktendinciliğe en çok karşı olması gereken “sol” kesim, çağın iki yüz yıl gerisindeki “laissez-passer” liberalizmine takılıp kalmış; meseleyi sanki “kızlar da pantolon giyebilsin” biçiminde basit bir kıyafet özgürlüğü olarak görme eğiliminde. Medyanın kamuoyuna “sol” olarak lanse ettiği, resmi ideoloji kuyrukçusu “ulusalcı”larsa, sözde anti-emperyalist görüntüler eşliğinde Batı’yı gözden çıkarıp, oryantasyonu iyice kaybetme noktasına geldiler ve daha kötüsü, şu anda ne istediklerini, neyi savunduklarını dahi bilemeyecek durumdalar. Nüfusun içinde ağırlığı giderek artmakta olan İslamcı, dindar kesimin talep ve baskılarına tutarlı ve kararlı bir biçimde karşı duracak ideolojik netlikten ve donanımdan yoksunlar çünkü. Baksanıza, MHP’nin başörtüyü desteklemesine bile şaşırıyorlar.

Bu durumda, kısa vadede Türkiye’de bu kutuplaşmanın hayatı giderek tatsızlaştıracağını ve gerilimin günden güne artacağını görmek zor değil. Soğuk bir Şubat ayında parlamentoda oldubittiye getirilerek alınan kararlar, fazlasıyla “sıcak” bir İlkbahar-Yaz dönemi yaşanmasına neden olacak. Bu arada birileri de, “Sonbaharda darbe olur mu acaba, en azından yeni bir muhtıra gelir mi?” diye beklemeye devam edecek – “umut dünyası” işte!

Bütün bu gürültü patırdı içinde unutulan başka şeyler de var tabii: İran bize doğalgazı niçin ikide bir kesip duruyor, bu kesintilerin Erdoğan ve Gül’ün ABD gezilerinin hemen sonrasında başlaması acaba rastlantı mı, yoksa Ahmedinejad bize aba altından sopa gösterip, “Olası bir ABD harekatında taraf olursanız külahları değişiriz, ayağınızı denk alın” mı diyor? Birkaç ay boyunca aniden bombardıman gibi bütün medya “PKK haberleri”ne boğulduğu sıralarda doruğa çıkan ABD karşıtı söylemler niçin aniden terk edilip “dostluk mesajları” verilmeye başlandı? Ufuktaki global ekonomik kriz, AKP’nin medya tarafından pek övülen “ekonomik başarı”sını yerle bir edebilir mi? Her an ortaya çıkabilecek bir enerji darboğazına ya da iklim değişimine bağlı olarak büyük kentleri vuracak “su sorunu”na, bunun getireceği salgın hastalık tehlikelerine Türkiye ne kadar hazır acaba? Bölgede gerçekleşmesi muhtemel yeni “askeri düzenlemeler” sonrasında “içeride” oluşabilecek siyasi, sosyal ve ekonomik çalkantılar için “acil durum planları” yapılıyor mu dersiniz?

Yok canım, boş verin bunları. Kadınlar başlarını bağlayarak “özgürleşsinler” mi, onu tartışalım biz yine. Türbanı nasıl bağlamak caizdir, bilirkişilere soralım. Fazla derin düşünmek delikanlıyı bozar. Ayrıca da fazla dert etmenin anlamı yok, nasıl olsa Türk’e bir şey olmaz.
—–
(*) Rıza Zelyut, “MHP türban konusunda tarihine uygun davranıyor”, Akşam gazetesi, 10 Şubat 2008, http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=108238,10,195

Burak Eldem