Romalı ozan Virgilius, iki bin yıl önce şöyle sesleniyordu halkına:
“Unutma, Romalı, ulusları yönetmek sana düşer. Senin görevlerin şunlar olacak: Barışçı yoldan töreleri kabul ettirmek, boyuneğenleri esirgemek ve gururluları savaşla uslandırmak.” (1)

Gerçekten de, yüzyıllar boyunca bunu yapmaya çalıştı Büyük Roma: İradesini ve egemenliğini mümkünse barışçı yoldan, değilse savaşın en şiddetlisi ve baskının en amansızıyla kabul ettirmek.

Roma tarihi uzmanları Tim Cornell ve John Matthews, büyüme ve egemenlik alanını yaygınlaştırma yolunda yürüyen Roma’da egemen “dış politika”nın, göz diktiği toprakları ve bu toprakların sahip olduğu kaynakları elde etmek için “bölgedeki küçük krallıkları akılcı ve pratik yöntemlerle yerel müttefik haline getirmek” olduğunu vurguluyorlar: “Durum, gerçekten, bağlaşıkların yeni fetihler için Roma’ya yardım ettikleri ve kazançtan pay aldıkları bir çeşit ortaklıktı. Bu kazançlar, taşınabilir ganimetleri (köleler dahil) ve toprağı içine alıyordu.” (2)

Bütün bunlar belleğinizde bir şeyler çağrıştırıyor mu? Virgilius’un cümlelerini George W. Bush’un Amerikan halkına yaptığı duygusal konuşmalarla kıyasladığınızda ya da yukarıdaki ifadede “taşınabilir ganimetler” yerine “petrol” ve “düşük faizli kredi” sözcüklerini kullandığınızda, fazlasıyla tanıdık metinlerle karşılaştığınızı hissediyor musunuz?

Eğer bugün olan bitenleri ve yanımızdan yöremizden hiç eksik olmayan “savaşı” anlamak, “Batı’yı anlamayı” gerektiriyorsa ve Batı’ya doğru çıkacağımız her yolculuk bir biçimde ABD’den geçmek durumundaysa; eğer Huntington ve onun izinden yürüyen ideologlar soğuk savaşın bitiminden itibaren oluşmaya başlayan dünya konjonktüründe bir “Medeniyetler Savaşı”nın izlerini yakalamaya çalışırken, kutuplardan birinin merkez noktasına ister istemez ABD’yi yerleştiriyorlarsa ve eğer dünyanın herhangi bir yerinde “bağımsız ve alternatif” bir politik çizgi izlemenin vazgeçilmez ekseni “Anti-Amerikan” değerler üzerine yerleşmek durumunda kalıyorsa, durup bir düşünmenin ve “salim kafayla” bu gezegen üzerinde 5000 yılda biçimlendirdiğimiz uygarlığın bugün vardığı, pek de gurur verici sayılamayacak noktayı ve buraya gelirken izlediği yolları analiz etmenin zamanı geldi de geçiyor demektir.

Roma: 500 yıllık tutku

Georg Ostrogorsky, Bizans tarihini enine boyuna masaya yatırdığı ünlü yapıtının başlangıcında, yaklaşık bin yıl boyunca Doğu’ya hükmeden bu devletin organik bileşimini “Hıristiyan inancı, Yunan kültürü ve Roma siyasi gelenekleri” biçiminde özetlemişti. (3) Benzeri bir şablonu bugün “Batı uygarlığı” olarak adlandırdığımız (kimilerince “kaçınılmaz” olarak görülen ve lineer bir tarih anlayışı içinde “olası tek uygarlık çizgisi” olarak değerlendirilen) kristalize yapıya uyarladığımızda, çok da farklı olmayan bir resimle yüz yüze geliriz. En genel hatlarıyla Batı, harcında (Luther-Calvin rüzgârlarıyla “uslandırılmış” da olsa) Judeo-Hıristiyan inancı, Yunan düşüncesi ve Roma devlet yapısını barındıran bir çatıyla birlikte çıkar karşımıza. Bu üç bileşenin her biri üzerine ayrı ayrı tartışmak ve daha derin, çok aşamalı açılımlara gitmek mümkündür belki ama ne olursa olsun, bir tek nokta çok kesindir: Batı uygarlığının temelinde Roma’nın vazgeçilmez ağırlığı hissedilir hep.

Yaygın deyişle “komplo teorileri” ana başlığı altında değerlendirilebilecek sansasyonel kitabı “Kötülük İmparatorları”nda, dünün müzisyeni, bugünün alternatif yazarı Tupper Saussy, ABD’nin varlığının her zerresinde Roma’nın, özellikle de Roma Katolik Kilisesi’nin yapıtaşları bulunduğunu vurguluyor. (4) Bugün ABD’nin “merkezi” olan Washington DC, yani “District Of Columbia” denen bölgenin adının, 1663 gayrımenkul kayıtlarında “Roma” olduğuna dikkat çekiyor Saussy. Dahası, bu bölgeyi güneyden sınırlayan Potomac nehrine ait bir kolun da 1902 yılında bile “Tiber” adıyla bilindiğini vurguluyor. Bugün Amerikan demokrasisinin “kalesi” olarak düşünülen Capitol binasının da 1770’lerde bu bölgede, yani “Tiber kıyısında” en büyük arazi olan, Katolik senatör Daniel Carroll’ın toprakları üzerinde inşa edildiğine dikkatimizi çekiyor. Belki biraz bunaltıcı ayrıntılara da girerek, binanın bütünüyle Roma özentisi içinde olduğundan ve Roma sembolizminden izler taşıdığından söz ediyor Saussy: Ancak ve ancak “Jupiter Tapınağı” niteliği taşıyan bir mekanın Roma’da Capitolium olarak adlandırılabileceğini anımsatıp, DC’deki Capitol’ün girişindeki Roma panteonuna ait tanrıları ve bu arada Jupiter’i resmeden kabartmaları ele alıyor. Saussy’ye göre, kürsünün ardındaki devasa “Fasces” simgesi (ki faşizmin simgesel kökeni olarak bilinir) başta olmak üzere düzenleme, objeler ve genel atmosferiyle Capitol, tam bir Roma tapınağı.

Peki bütün bunlar ne demek? “Komplo teorisi analisti” bir yazarın düşgücüne prim verip bugünün “modern ABD”sini bir başka gözlükle değerlendirmek ve üzerine bir çırpıda “modern Roma” etiketini yapıştırmak anlamlı olabilir mi? Hollywood’un fantastik senaryolarıyla aşık atmaya çalışmadığımız ve ayağımızı yerden kesmediğimiz sürece, evet. Hele Saussy’nin kitabında, özellikle Cumhuriyetçi iktidarlar döneminde sayıları ve etkinlikleri artan Katolik senatörlerin adlarının birer birer sıralandığı; bunların ABD siyasi ve ekonomik sisteminde denetimleri altında bulundurdukları resmi ve sivil kilit kuruluşların listelendiği bölümleri okuduğumuzda, “ABD=Modern Roma” formülünün en azından çok da hafife alınmayacak bir iddia olduğunu düşünebilirsiniz. Ama gerçek durum, Saussy’nin Vatikan benzetmelerinin ve “Katolik komplosu” fantezilerinin çok çok ötelerine uzanıyor.

“Yeniden Doğuş”un antik modeli

Çoğu kişi için Rönesans, dini taassubun egemen olduğu Batı kültür yaşamına Avrupalı sanatçıların 14. yüzyılın nispeten özgür kentlerinde verdikleri aşağı yukarı eşzamanlı tepki anlamına gelir. Kimilerine göreyse kentli “yükselen sınıf” burjuvaların desteğini alan, Kilise baskısından yılmış aydınların “eski pagan Avrupa” günlerine duydukları özlem olmuştur Rönesans’ın itici gücü. Bütün bunlar, yüzeysel genel doğrular olarak ayrı ayrı kabul görmeyi hak etseler de, dönemin artan ivmesinin ardındaki psikolojik gücü en açık dile getiren kavram, bizzat bu hareketin adında saklıdır: “Yeniden Doğuş”. Neyin yeniden doğuşu? Elbette ve tartışma götürmez biçimde, Roma’nın.

Onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda bütün Avrupa’da kasırga gibi esen Luther-Calvin reformlarının ardında Kilise istibdadına duyulan tepki kadar, yeni üretim ilişkileri ve buna bağlı olarak ortaya çıkan yeni sınıfsal dengelerin köhnemiş teokratik siyasi mekanizmaları yerle bir etme isteği ve coşkusu da vardır. Ama “yıkılanın yerine neyin konulacağı” sorusudur asıl belirleyici olan ki, bu model de yadsınamayacak simgesel gücüyle açıkça Roma’dır; bir başka deyişle, “eski güzel günlere dönüş” özlemidir Avrupa’nın devingen kesimini heyecanlandıran. Garip ve kendine özgü bir seküler yönetim modelinin yerel inançlara eşit uzaklıkta durduğu ve kentlerde merkezlenen özgür ticaret, özgür sanat ve özgür bilimin üzerine merkezi otoritenin gölgesinin düşmesine izin vermediği; bilinen dünyanın (asıl olarak Akdeniz -mare nostrum- ve çevresi) tek bir gücün etki alanında olduğu; bu coğrafya üzerinde malların, paranın ve fikirlerin serbestçe dolaştığı, Papa’sız, Kilise’siz ve Senyör’süz, “eski güzel günler”.

Ama hemen belirtmek gerek ki, “Roma’yı yeniden canlandırma” düşü, patenti ondördüncü, onbeşinci ve onaltıncı yüzyılların gelişen gücü burjuvaziye ait olan bir ideal değildir yalnızca. Aslına bakılırsa, Katolik Kilisesi’nin ve hıristiyan istibdadının dayattığı zincirleri kırma özlemleri, çok daha eskiye, Papalığın “sapkın” (heretic) ilan ettiği Bogomil, Albigens, Cathar, Novatian mezheplerine; hatta bir görüşe göre altıncı yüzyıldaki orijinal Kelt Kilisesi’ne dek dayanır. Son isyan dalgaları da Güney Fransa’nın Toulouse bölgesinde Papa Innocent’in düzenlediği Haçlı Seferi ve Engizisyon tarafından vahşice bastırılan “sapkın mezhepler”in mensupları, elbette kolay yok olmayacak bir düşünsel itkiye ve özgür inanç – özgür düşünce ideallerine sahiptirler ki, bu ideal, Catharların yok edildiği bölgenin hemen güneyinde, İspanya topraklarında Katoliklerle inatlaşır gibi, küllerinden yeniden doğacaktır. Kristof Kolomb, daha henüz Ferdinand ve İsabel’in yönetimindeki İspanya’nın desteğini almış, Yeni Dünya seferine başlamıştır. Batı Hint Adaları’yla birlikte “uzaklardaki ülke”nin ilk haberleri Avrupa topraklarına ulaştığında, İspanya’da bir grup idealist insan, yeni bir “gizli örgüt”ün çekirdeğini oluşturmaktadır. Aralarında yeni gelişmeye başlayan burjuvazinin mensupları, zengin tüccarlar ve mülksüzleştirilmiş eski senyörlerin bulunduğu bu insanlar, “Alumbrados” (Aydınlanmışlar) adını vermektedirler kendilerine. Köklerini büyük olasılıkla Cathar-Albigens hareketinden alan bu örgüt, Kilise diktasına karşı pagan Roma dönemindeki düşünce, inanç ve ticaret serbestisini savunmakla kalmamakta, idealleri bir adım daha ileri taşımaktadır: Kaynakların eşit paylaşımı, özgür aşk ve dünya kardeşliği. Kolayca tahmin edileceği gibi, İspanyol Engizisyonu olanca sertliğiyle ezer Alumbradosları. Kaçabilenler, Fransa’ya ve Güney Almanya’ya sığınırlar.

İlluminati: Aydınlanma’nın “radikal” entelektüelleri

Onaltıncı yüzyıl sonlarında, Avrupa’nın değişik yerlerinde “Aydınlanma” çekirdekleri filizlenmiş ve “Eski Roma özlemleri”ne bağlı idealler üzerinde Katolik iktidarını sarsmaya başlamıştır ama hareketlerin bütününde homojen bir yapının izlerine rastlamak güçtür. Uzun yıllar, hatta yüzyıllar boyunca, teokratik iktidarların gazabından kurtulmak için örgütlenmesini meslek ocağı olan loncaların ardında (“Duvarcı Ustaları Loncası”) kamufle eden Masonlar, genel olarak burjuvazinin çıkarlarını temsil etmekte ve “Aydınlanma”nın bayrağı olan “Deizm” (yaradancılık) düşüncesi çevresinde toplanmaktadırlar. Onyedinci yüzyılın ünlü düşünür ve sanatçılarının çoğu da bu grubun içinde yer alırlar. Tepkilerini Katolik Kilisesi’ne odaklayan ve hıristiyanlığın yerine okültist değerleri ve serbest inancı koymaya çalışan bir başka gizli örgüt, Rosicrucian Kardeşliği’dir (Gül-Haç) ve bir “şaka” gibi ortaya çıkıp, özellikle Orta Avrupa’da şaşırtıcı biçimde yandaş bulmuştur kendine. Bir üçüncü güçse, Bogomil-Cathar-Alumbrados çizgisinin en yetkinleşmiş biçimi olarak, onsekizinci yüzyıl sonlarına doğru (kaderin bir cilvesiyle, ABD’nin “doğum yılı” kabul edilen 1776’nın 1 Mayıs’ında) Bavyera’da doğar: Bir hukuk profesörü olan Adam Weishaupt tarafından kurulan ve ilkin “Mükemmelciler”, ardından da “İlluminati” adını alan, dar kadrolu bir aydın hareketidir bu.

Weishaupt ve yandaşları, Batı’da yüzyıllardır için için yanan “Eski Roma’ya dönüş” özlemlerinin en rasyonel ideolojisini biçimlendirmektedirler Bavyera’daki gizli toplantılarda. İdeallerindeki dünyada insanların inançları ve yaşam biçimleri üzerine ipotek koyan bir dine ve onun yaygın örgütlenmesi olan Kilise’ye hiçbir biçimde yer olmadığı gibi, ülkeler ve sınırların varlığı da dışlanmakta, tek bir “uluslararası insan kardeşliği”nin altı çizilmektedir. (5) Üstelik, “etik bir kaygı”nın da ötesine gitmektedir İlluminati: Weishaupt, insanların üretime yetenekleri oranında eşit katılıp, kaynaklardan ihtiyaçları oranında pay alacakları, hegemonyasız ve devletsiz, liberter bir dünya profili çizmektedir. Bir anlamda, “proto-komünist” ideallerdir Weishaupt’un ve İlluminati’nin savundukları. Ne var ki, onsekizinci yüzyıl sonlarında, hele Katolik ve Cizvitlerin ezici egemenliği altındaki Bavyera eyaletinde, böylesi bir hareket, kapalı bir “entelektüeller kulübü” olmanın ötesine geçememektedir. Oysa Weishaupt’un düşleri çok daha büyüktür ve edilgin kalmaya da hiç niyetli değildir.

1780’lerde, üye sayısını ve etkinliğini artırıp yaygınlaşmak amacıyla, çaresiz bir ittifaka gider Weishaupt: Avrupa’da “etkin çevrelerle” sıkı fıkı ilişkileri olan bir aristokratla, Baron Adolf Von Knigge’yle işbirliği yaparak İlluminati saflarına mason localarından üye kabul etmeye başlar. Başta İngiltere olmak üzere Avrupa’nın çoğu ülkesinde Sanayi Devrimi rüzgârını ardına almış burjuvaları saflarında toplayan masonik örgütlenme, “özgür ticaret” ve “özgür inanç” gibi genel ilkeler dışında (“renk” katmak için monte edilen sözümona “arkaik” nitelikteki “inisiyasyon” törenlerini katmazsak) ayırt edici bir ideolojiyi biçimlendirememiş ve Aydınlanma’nın pragmatik yönleriyle ilgilenmiştir yalnızca. Diğer yandan “Katolik kalesi” Bavyera’da etkin ve saygın bir konuma erişmek için, entelektüellerin (aralarında Johann Wolfgang Goethe’nin de yer aldığı) “krema tabakası”nca kurulan gizemli İlluminati, iyi bir “av”dır. Weishaupt’un bu atağı kısa sürede İlluminati hareketinin çapını hatırı sayılır oranda büyütürse de, aradan kısa bir süre geçtikten sonra “balayı günleri” biter. İdeallerinin ve örgütündeki “minerva” kod adıyla andığı öğrencilerinin, “saf kapitalizm” düşlerinden başka hiçbir modeli umursamayan masonik yapının ve Rosicrucian ezoterisinin etki alanına girmeye başladığını fark eder Weishaupt.

Aslına bakılırsa, Adam Weishaupt ezoterik öğretilere bütünüyle karşı olan biri değildir; hatta üzerlerindeki okültist örtü kaldırıldığında antik düşünce ve inançlara ait değerlerin kendi düşünceleriyle de paralellik taşıdığına inanmıştır çoğu zaman. Dahası, İlluminati’nin kuruluşunu 1 Mayıs’a denk getirmesi bile bir rastlantı değildir: Avrupa Pagan kültüründe “Beltane” bayramıdır 1 Mayıs; doğanın “yeniden dirilişi”nin ve “dünyanın kışın ardından yeniden aydınlanması”nın bayramıdır. Ne var ki, simgesel anlama sahip bu “hoşluk”ların ötesinde ezoteriyle ilgilenmeyen Weishaupt için asıl önemli ideal, “devletsiz-kilisesiz-ordusuz eşitliğe dayalı dünya kardeşliği”dir elbette. Onun çok önem verdiği ilke ve değerler bütünüyle geriye itilmiş, “günlük siyaset” ve yükselen yeni sınıfın çıkarlarını gözeten bir örgüt yapısının içinde Kardeşlik yozlaşmaya başlamıştır. Sonunda, sert tartışmaların ardından Von Knigge’yle yollarını ayırır ve İlluminati’yi, ideallerin saflığını koruyarak “sıfırdan” yeniden örgütlemeye karar verir. Ne var ki, bu umutsuz çabalarının sonuçlarını alamadan, şiddetli bir polis takibi ve yargılanma süreçleriyle yüz yüze gelir bir anda: İlluminati üyeleri birer birer tutuklanır (bu arada nedense polis masonlara hiç ilişmez) ve Weishaupt üniversiteden atılır, her şeyini kaybeder. Yaşamının bundan sonrasını, anılarını yazmakla ve İlluminati’nin savunusunu yapmakla geçirecektir yalnızca.

“A Merica” – Batı Yıldızı’na Doğru

Diğer yandan, onsekizinci yüzyılın sonunda gücünü ve etkinliğini iyice artıran masonik örgütlenmenin, artık İlluminati gibi “fazla radikal” desteklere ihtiyacı yoktur. Sınırlar, okyanuslar aşılmış; Yeni Dünya’da yüzyıllardır hevesle beklenen “Yeni İmparatorluk” kurulmuştur. Dünyanın potansiyel egemeni olarak “serada büyütülecek” bu yeni devletin harcına da, bizzat kurucularının, yani George Washington, Benjamin Franklin ve daha birçoklarının elleriyle, masonik ideal yerleştirilmiştir: Ticaret ve sanayinin sınır tanımadan “küresel” bir yapı içinde gerçekleştirileceği; dinin insanlar üzerindeki baskısının ve Kilise’nin ekonomik/siyasi gücünün kırıldığı ama “inanç” unsurunun yaşamasına izin verildiği, dahası, bunun desteklendiği; aslında “insani” görülen ilkelerden yola çıktığı halde süreç içinde kaçınılmaz olarak “hegemonya” tutkusuna kilitlenecek bir “Yeni Dünya İdeali”dir bu. O kadar ki, serada pamuklar içinde yetiştirilecek bu “Yeni Roma” için Okyanus’un batısındaki toprakların seçilmesi, hatta ülkeye verilen ad bile yüzyıllar öncesinin bu idealiyle bağlantılıdır: Masonik düşünce, Batı Yıldızı (Venüs’ün akşam yıldızı hali) izlenerek ulaşılacak, uzak ve verimli topraklara sahip bir “simge ülke”nin düşlerini kurmuştur yüzyıllar boyu: Bu ülkenin ve onun yönünü gösteren yıldızın adı, “Merica”dır. Dolayısıyla, sera görevi yapacak yeni verimli toprakların adı, “Merica’ya doğru” sözcüğünden türeyen “A Merica”dır; bir başka deyişle, onaltıncı yüzyılda kilise arşivcisi bir rahibin düştüğü kayıtlarda yapılan bir hatadan kaynaklanan, Amerika’nın adının Amerigo Vespucci’den geldiği düşüncesi, bir yanılgıdan ibarettir. (6)

Bu anlamda, etkinliğini ABD’nin merkezine dek eriştiren masonik örgütlenmenin artık Weishaupt gibi “radikal”lerin getireceği prestije ihtiyacı yoktur. Belki de bu nedenle, İlluminati ile masonik yapı arasındaki bağların kopmasından çok kısa bir süre sonra örgüt takibata uğramış ve bütünüyle yok edilmiştir. Yine bu nedenle, bütün Avrupa’da “İlluminati adında dinsiz bir örgüt, dünya hükümetlerine karşı bir komplo içinde” yaygaralarıyla, Katolik çevrelerin kışkırtmalarıyla hızlanan büyük polisiye kampanyalar körüklenmiş ve Weishaupt ideallerine paralel düşünceler içindeki örgüt ve dernekler, Avrupa’nın ütopik sosyalistleri, sert koğuşturmalara uğrarken, “saygın ve nüfuzlu burjuvalar”dan oluşan mason localarına ilişilmemiştir hiç.

Bu noktada, biraz soyut ve bulanık görünen bir durumu açıklığa kavuşturmakta yarar olabilir: Dokuzuncu yüzyıldaki Bogomillerden, onüçüncü yüzyıldaki Catharlardan, ondördüncü yüzyıldaki Rönesans’tan ve onbeşinci yüzyıl sonundaki Alumbrados’tan beri Batı dünyası, çok net bir biçimde “Roma’ya Dönüş” özlemlerini yeşertmiştir içinde. Peki ama, hangi Roma’dır bu, özlem duyulan? Bir “kabileler ittifakı” olarak, basit bir kent devleti içinde kurulduğu ilk dönemlerden itibaren din ile devlet işlerini ayıran ve inanç hizmetlerini kralın otoritesinin altında yer alan Rex Sacrorum’a bırakan, arkaik Roma mı? Siyasi örgütlenmesini pleblere de söz hakkı vererek “sınırları kesinleşmiş sınıflar”dan uzak tutan Cumhuriyet Roma’sı mı? Yoksa, mare nostrum çevresindeki tüm topraklarında yerel kültlerin ve çok renkliliğin yaşamasına izin veren ama buna karşın prokonsül-konsül-sezar (kayzer) hiyerarşisindeki örgütlenmesi içinde sert ve kayıtsız şartsız diktatörlüklere de kapı açabilen, fetih/haraç/kaynak sömürüsü ekonomisine yaslanan İmparatorluk Roma’sı mı?

Herkesin Roma’sı kendine

Öncesi ve sonrasını da içerecek biçimde Aydınlanma Avrupası’nın harcında yer alan farklı kesimlerin, bu seçeneklerin her birine değişik anlamlarda ve değişik beklentilerle yaslandığını söyleyebiliriz. Ama ondokuzuncu yüzyıl bitiminden itibaren ABD’deki düşler ve idealler, biraz Bizans’ın Maviler-Yeşiller düalizmine benzeyen fraksiyon ayrılıkları gösterse de, açıkça “İmparatorluk Roma’sı”ndan ve dünya üzerinde yeniden egemen kılınacak bir “Pax Romana”dan yanadır. Dahası, Luther ve Calvin darbelerini yedikten sonra çok da dikkate alınmayan bir başka kesimin, yine ondokuzuncu yüzyıl sonu itibarıyla, bu tabloya azımsanmayacak bir etkinliğe yaslanarak dahil olma çabaları vardır: Vatikan’daki Roma Katolik Kilisesi’dir bu ve elbette onun düşlerindeki de, hıristiyanlığın devlet dini olarak örgütlendiği ve Kilise’nin imparatorla yetkileri paylaştığı “Hıristiyan Roma”ya dönme özlemleridir. Batı’da iki yüz yıla yakın bir süredir türetilen komplo teorilerine malzeme oluşturacak inatçı bir “Anti-Masonik” ideolojinin kaynağı da Katolik Kilisesi olmuştur çoğu kez. ABD’de Cumhuriyetçi iktidarlar döneminde bu partinin bile sağında kalan muhafazakâr kanat güçlendikçe, Vatikan’ın da etki alanı hissedilir biçimde büyür. Her ne kadar Papa barış yanlısı mesajlar verse de, George W. Bush’un politikalarına (partneri İngiltere dışında) en candan desteği verenlerin İtalya ve İspanya gibi Katolik ülkeler olması da bunun sonuçlarından biridir aslında.

“Elit”lerin Yeni Dünya Düzeni

Yeni Dünya Düzeni ideali, iki büyük savaş, bir uzun ve yıpratıcı “Soğuk Savaş” ve sayısız ekonomik kriz atlattıktan sonra, bugün İmparatorluk Roma’sı düşlerini sürdürerek, yaygın ve etkin bir uluslararası örgütlenme içinde egemen olmaya çalışıyor dünyaya. ABD, bu ülkünün ve bu sistemin “doğal lideri” konumunda. Kral III. George döneminden itibaren (yani bağımsızlık savaşından beri) ona el altından destek veren “büyük ağabey” İngiltere’nin finans-kapital devleri, en güçlü partner grubunu oluşturuyorlar. Tıpkı Soğuk Savaş günlerinde Japon mafyasını çağrıştırırcasına “UK-USA” (Yakuza) adıyla oluşturdukları, Avustralya ve Kanada’yı da içeren paktın seksenlerde bütün dünyanın iletişim mahremiyetini hayasızca ihlal eden “Echelon” denetim sistemini kurması gibi, ABD merkezli “Küresel Elit”ler, Roma düşlerini bütün dünyayı denetim altına alan ekonomik ve siyasi örgütleri aracılığıyla gerçekleştirmeye çalışıyorlar: Avrupa’da, “Bilderberg Grubu”; okyanus ötesi düzeyde Japonya’yı da içeren “Trilateral Komisyon”; ulusal ekonomilerin küresel entegrasyonu için “Dünya Ticaret Örgütü” (WTO) ve “Dünya Bankası” (WBG); siyasi pasifizasyon içinse, “Birleşmiş Milletler”.

Bu yapıda, şaşılası hiçbir şey yok aslında: Her şey, İmparatorluk Roması’ndaki gibi işliyor. Farklı etkinlik alanları için, farklı baskı gruplarını kullanan, farklı tüzel oluşumlar. Sistemin örgütlenme yapısı bile, Roma modeline bire bir uygun. Aslında temelleri iki yüz yıl önce atılan, finans-kapital merkezli, malların ve paranın küresel serbest dolaşımı üzerine kurulu Yeni Dünya Düzeni, farklı kesimlerin idealist, iyi niyetli “Aydınlanma düşleri”ni, süreç içinde kapitalizm adına hadım ederek geldiği bugünkü nokta içinde tek ciddi sıkıntısını, ondokuzuncu yüzyıl sonlarıyla, yirminci yüzyıl sonları arasında yaşadı: Gerçek Aydınlanma ideallerini felsefi ve politik bir sistematik içinde yeniden ayağa kaldıran Marksizm olmuştu bu sıkıntının kaynağı. Yüzyıllar boyu baskı altında verilen onca uğraşın, harcanan onca çabanın, dile getirilen talep ve kurulan düşlerin tümü, yeni egemen sınıfın “elit kesimi”nce ihanete uğradığında, Marksizm bu tarihi sürecin ayakları yere basan, kararlı bir mirasçısı olarak “tekelci Yeni Dünya Düzeni”nin karşısına dikilmişti. Ne var ki, Sovyetler Birliği ve periferisindeki ülkelerde de yönetici bürokrasiler hegemonya oyununun cazibesine kapılınca, uygulamada sosyalizmin alternatif olma iddiası süreklilik ve kalıcılık kazanamadı; meydan da bütünüyle Pax Romana’nın ferasetine kaldı.

ABD merkezli Küresel Elit’in önümüzdeki on yıl için öngördüğü stratejinin sürekli ve yaygınlaştırılmış savaş olduğu, artık neredeyse kesin. Ne yazık ki, dünya üzerinde giderek büyüyen toplumsal muhalefete karşın, bu stratejinin önünü kesecek bir güç de görünmüyor ufukta. Bir yandan “Borsa”ların tapınak, “Marka”ların fetiş ve “Marketing”in “amentü” haline getirildiği verimsiz, huzursuz, plastik bir “Yeni Dünya Düzeni”nde yaşarken, bir yandan da soruyoruz kendi kendimize ister istemez: Bütün yollar Roma’ya mı çıkacak, yoksa bu gezegenin yazgısını olumlu yönde değiştirebilecek gelişmeler “sürpriz” biçimde gündeme gelebilir mi? Ortaçağ karanlığıyla yitirilen zamanı dünyaya yeniden kazandırmak uğruna yaşamlarını veren Aydınlanmacıların idealleri, günümüz dünyasında yeniden diriltilebilir mi? Nazım’ın dediği gibi, “Ama umudu var Büyük İnsanlığın”; ve evet, “umutsuz yaşanmıyor.” Ak ve kara, birkaç yıl içinde iyiden iyiye netleşecek, hep birlikte göreceğiz.

NOTLAR
(1) Virgilius, “Aenias”
(2) Tim Cornell – John Matthews, “Roma Dünyası”
(3) Georg Ostrogorsky, “Bizans Devleti Tarihi”
(4) F. Tupper Saussy, “Rulers Of Evil”
(5) Conrad Goeringer, “The Enlightenment, Freemasonry and Illuminati”
(6) Christopher Knight – Robert Lomas, “The Hiram Key”

Burak Eldem