13 Nisan 2013 Cuma
ANKARA- KIZILAY MEYDAN CAMİİ

Mimberin üzerindeki dev ekrandan gelen müezzinin “el fatiha” diyen sesi camideki ihtişamlı sessizliğin üzerinde patlayıp tek tek binlerce dikkatli kulağa yayıldığında, mırıldanmalar da başladı. Cemaat içinde herkes yanıbaşındakine duyurmak istermişçesine dualarını yüksek fısıltılar içinden okudu. Binlerce el sakallı yüzlerini sıvazladı. Caminin dev kubbesi altında oturmakta olan binlerce abdestli ayak diğer camilerde aynı şekilde oturan aynı duyguları paylaşan onbinlerce din kardeşi gibi tehlikeli bir tedirginlikte beklemeye başladı. Bir saniye ile bin yıl arasında zaman nokta aldı. Gözler birbirini aradı, buldu , yakaladı… Herkes cevabını bildiği bu sessizliğin sorusunu aramaktaydı. Derken umulmadık bir anda büyü bitti zamanı durdurmayı başaran noktanın üzerindeki temdid kalktı. Gözler önce iç dünyalara döndü ve geniş açı bir kayma hareketi ile cemaat bir hamlede ayaklanıverdi. Ne olduğunu bilmeyen anlamayan gözler için bile ibadet dışı böylesine toplu bir hareketin bir hamlede ve hep beraber başlaması yeterince kuşku vericiydi. Dev camiinin geniş salonu, yıllardır ne kurban bayramlarının serin sabahlarında, ne de şeker bayramlarının mahmur şafak namazlarında ağırlamadığı kadar kalabalığı son aylarda Cuma günleri ağırlamakta olsa da böylesine toplu bir hareketlenmeyi gizleyemeyecek kadar zavallı bir çaresizlik görüntüsü içindeydi. Cami aynı anda binlerce diğer caminin benzeri hızla ve görülmemiş bir hızda boşaldı. Camiden çıkan binlerce kişi ayrı yönlere dağılmaya başladı. Kimse birbirine bakmamaya, yan yana olmamaya özen gösterir gibiydi. On bin kişilik bir kalabalıkta herkes tek başına hareket etmekteydi.

Normal zamanlarda en az bir kaç saati bulması gereken caminin boşalma süresi şimdi bu bireysel cemaat hareketinde şaşılacak sürede tamamlanmıştı. Mekan tüm çıplaklığı ile kendi başına kaldığında her vakit olması gereken, bir köşede herkesin gitmesini bekleyen , herkes gittikten sonra da o geniş salonunun havasındaki her toz zerreciğini kaplamayı başaran huzur, şimdi yoktu.

Garip bir huzursuzluk havada asılı toz zerreciklerini sayıyordu. Mimberin hemen üzerinde dev minarenin altında 8- 10 metrelik dev ekrandan yükselen hışırtı ve karlanmış görüntüler dev caminin metal duvarlarında, kuşların bile ağaçlarına konmaya kıyamadığı benzersiz yeşillikteki avlusunda, yapıldığı yıl yani bundan 4 yıl önce dünyanın en yüksek yapıtı ünvanını kısa bir süre içinde olsa elinde tutmayı başarmış olan minaresinin asansör boşluğunda, dolaştı, dolaştı, dolaşmasına çok dolaştı da bir yer bulamadı… Boş caminin arap aleminin hediyesi değerli halılarının üzerinde parıldayan ışıktan önce caminin içindeki dev ekran sonra da tüm bu olan biteni seyrettiğiniz şu dikdörtgen beyaz perde karardı

7 Nisan 2017 Cumartesi
İstanbul – Emniyet Genel Müdürlüğü

“Saygıdeğer efendim sanırım bizim bilgimiz haricinde meydana gelen kimi nahoş gelişmeler şu fani hayatta tek gayemiz olan barışı, mutluluğu, devlet sürekliliğini ve tabi her şeyden önemlisi halkımızın güvenliğini, bağımsızlığını koruma gayemize gölge düşürüyor” dediğinde karşısında yıllardır kendisini tanıyan Şener’in yüzündeki hayret ifadesinin kendi söylediklerinden çok söyleme şekline olduğunu yine bilmiyordu Kerhan Bey. Şener, Kerhan bey ile her konuştuğunda acaba benimle dalgamı geçiyor hissini üzerinden yıllardır atamadı. Ve her seferinde olduğu gibi yine aynı cevabın güvencesine sarıldı.

“Hayırdır , bu sefer ne oldu yine Kerhan Bey?”

“Son dinleme operasyonlarımızda ulaştığımız kimi ses kayıtları hepimizi derinden düşündürecek şekilde derin kimi tesadüfi muhabbetlerin varlığını ortaya çıkarttı. Öyle ki Yüzlerce yıllık Türklük tarihimizin ve de yüzüncü yılına basmasına bir kaç sene kalmış cumhuriyet tarihimizin belki de en korkunç, en kanlı ve de en can yakıcı tertiplerinden birini kimilerine göre tamamen tesadüf gibi gözükebilme ihtimali olmasına rağmen dikkatli kulaklarımız sayesinde öğrenmeye muvaffak olduk.”

Şener yaşını başını almış 50‘sini çoktan aşmış bir devlet memuruydu ama yaşı böylesine bir Türkçe’nin konuşulduğu yıllara da yetişmemişti. Oysa yarı yaşında henüz 20’lerinin bile ortasını yakalayamayan, karşısında duran bu gayretli ve dikkatli insan sanki başka bir zaman aralığında yaşıyormuş gibi rahatça bu dili konuşmayı başarıyordu. Bu garip durum her seferinde Şener’i sinirlendiriyor ama hiçbir zaman dışa vurmadığı siniri ses tonu ile değil sert emir cümleleri , kısa cevaplar eşliğinde konuşuyordu. Kerhan bey ne de olsa teşkilatın bugüne kadar yetiştirdiği ve yıllar önce bir görev sırasında şehit düşen bir kahramanın, ”küçük BERKAY’ın” küçük kardeşiydi. Bu yüzden yıllardır bir baba gibi Kerhan Bey’e kol kanat germiş ve sırf Küçük Berkay’ın hatırı ve tabi onunla aynı genleri taşıdığı için bu zeki ve garip adama biraz zor da olsa tahammül etmişti. Şener her zamanki gibi uzatmadan konuya girdi.

“ Uzatmayın, hemen anlatın nedir bu tedirginliğiniz sebebi, Kerhan Bey”

“Efendim zatıaliniz bildiğiniz gibi Taksim anıtı çevresine yerleştirdiğimiz kurşun geçirmeyen faunusun güvenliği için her daim illegal örgütlenmelerin olası gafil ataklarına karşı çeşitli dinleme faaliyetlerimizi devletimizin bize bahşettiği değeri malum teknolojik imkanlar ile sürdürüyoruz. Bunun yanı sıra her ne kadar ülkemizde güvenlik baki olsa da Gerek avrupa birleşik devletler topluluğu ile amerika birleşik devletlerinin ortadoğuda yani yanı başımızda 3 yıldır devam devam eden amansız savaşının da sınırlarımızdan ülkemize sokulmaması ya da sıçramaması için tüm olanaklarımız ile bazı anti-dinleme sistemlerini kimi legal hedeflere yönelik de kullanıyoruz.”

Şener sinirle Kerhan bey’in lafını kesti” uzatmayın da saadete gelin lütfen ! ”
“Tam da zat-ı alinizin bahsettiği noktaya geldim efendim. Bu anlattığım amaçlar uğruna çeşitli zaman dilimlerinde değiştirilen frekansları dolaşırken umulmadık iki sesin önceleri kodlandırıldığını düşündüğümüz konuşmalarını yakaladık. Bu şifreli konuşmaların ne maksatla yapıldığını öğrenmek için cumhuriyetimizin ürünü ve gururu bütün şifre çözücü uzmanlarımızı beyinlerini ve bu beyinlerin ürünü bilgisayarlarımızı devreye soktuk.

Şener lafın bu kadar uzamasından sıkıldığını belli eden bir ses tonu ile yine sabırsızca sordu…

“Neydi ki o konuşmalar, bu kadar üstünde durma gereğini hissedip ortalığı bu kadar ayaklandırmışsınız?”

Kerhan bey her zamanki o sonsuz sabrı ile sorunun bitmesini bekledikten sonra başını sallayıp ağır ama kendinden emin bir tavırla kimselerin duymayacağından emin olduğu sır aleminin en nadide parçalarını özenle seçildiği belli olan sözcükler ile anlatmaya devam etti.

“Aslında konuşmalar anlaşılır bir Türkçe ile teşkil ediliyordu. İlk edindiğimiz olumsuz izlenim ve şüphe tohumları da bu yüzden içimize düşmüştü. Efendim arzu ederseniz bir kaydını yanımda getirdim. CD cihazınızın elverdiği ölçüde siz değerli beyefendiye de bilhassa dinletmek isterim.”

Şener uzandı CD’yi aldı, özenle yerine koydu. Büyük toplantı salonu karanlıktı. İki ışık yalnızca konuşanların silüetini anlatmaya yetiyordu. Ancak konuşanların her ikisi de biliyordu ki tavanlarda ya da bilinmeyen kimi noktalarda saklı fece görüş yeteneğine sahip kameralar da her zamanki gibi birileri için onları izliyordu. Yeşile çalan görüntüler bir yerlerde birileri tarafından belki de dünyanın ucunda aynı anda seyrediliyordu. Neyse ki artık bu durumu kabullenmişler , mücadele etmeyi çoktan bir kenara bırakmışlardı. Loş denilemeyecek kadar karanlık toplantı salonunda birazdan iki metalik ses yankılanmaya başladı.

1.Ses ; “Komutanlar bu eylemleri bitirmekte kararlılar. Artık gerekenin ne ise üzerine sorumluluk düşen kişiler tarafından yapılması gerektiğini söylüyorlar.”

2. ses “ Biz de yıllardır bunu söylüyoruz . Zaten kimin sorumluluk aldığı da ortada ama bir endişemiz var. Acaba bütün komutanlar aynı fikirde mi şeklinde?”

1.ses “ bu ne cüret”

2. ses: “Efendim yanlış anlaşılmasın biz görevden kaçan insanlar değiliz ama böylesine önemli bir görevi uygularken emirlerin de kesin olduğundan emin olmak isteriz.”

1. ses; “ Senin görevin komutanların fikirlerini öğrenmek değil verdikleri emirleri yerine getirmek, ne zamandır verilen emirler sorgulanıyor burada… ”
kısa bir sessizlik oldu. Beklenen cevap az sonra yüksek sesle geldi.

1. ses “Efendim, Emirlerinizi dinliyorum.”

2.Ses “ En iyi adamlarını alıp derhal buraya gelmeni istiyorum. Anlaşıldı mı?”

1. Ses “ Baş üstüne efendim! ”

Şener iki askerin konuşmalarının kaydedildiğini anlayınca tüm vücudundan soğuk terler boşaldı. Bu tehlikeliydi. Yıllardır bu tehlikeli işlerin nasıl olup da içinde tam ortasında hatta başında olduğunu zaten kendisi de anlamıyordu. “Eee, ne var bunda şimdi?” dedi. Kerhan bey müstehzi bir gülümseme ile karşılık verdi.

“Şu ana kadar işittiklerinizi dinlediğimizde sıradan iki askerin arasındaki konuşma gibi kulağınıza çalınıyor olabilir. İlk anda bize de öyle geldi. Şifre çözücülerde yeni bir anlam yakalamaya muvaffak olamadılar. Bunun üzerine bir görev emri ile psikologlarımızdan, analizcilerimizden, özel ses bilimcisi teknisyenlerimizden en güvendiğimiz bir kaçını bir araya getirip özel bir ekip teşkil ettik ve bu konuşmaların ne anlama gelebileceğini tesbite karar verdik. Ortaya çıkan genel kanılar, bu konuşmaların bütün ülkemizin umumi manzarasını derinden etkileyebilecek gelişmelerin başlangıcı olduğunda birleşmekteydi. Biz de bunun üzerine bu konuşmaların devamını dinlemek için özel bir ekip oluşturduk. Dinlemeye faaliyetlerimizi de bu iki sesin buluşma noktalarına kaydırdık. Zatialinizin tahmin edeceği gibi iki ses bir askeri garnizonda sözü edilen buluşmayı gerçekleştirdiler.

Şener bu sefer hışımla araya girdi. “ Yani siz şimdi bana bu iki askerin bir garnizonda yaptıkları konuşmayı da dinlediğinizi mi söylüyorsunuz. Bunun sonuçlarının hakkınızda neler olabileceğini tahmin edebiliyor musunuz ? Herhalde teşkilat tarihimizin geçmişinde yaşanan çeşitli olaylardan hiç ders almadınız. Bu teşkilatta son 10 yıldır hiç bir garnizon, lojman hatta haki renkli binalar bile dinlenmemektedir, bu uyulması gereken bir kural değil sonuçları hayatınıza mal olacak bir emirdir, umarım geçmişte diğer meslektaşlarınızın başına gelen olayları unutmamışsınızdır !!!”

Kerhan bey bilgiç bir gülümseme ile Şener’in gözlerine bakıyordu. Şener de gözlerini onun o alaycı gözlerinden ayırmıyor hırsla ve sinirle bakmaya devam ediyordu. Hırs ve sinir yerini meraka bıraktığında Şener dayanamayıp sordu.

“Peki ne konuştular orada?”

Kerhan bey’in yüzündeki ifade bir anda ciddileşti. İşte yine kazanmış doğru olanı yapmıştı. Kendinden son derece emin bir ses ile devam etti.

“Efendim şahsınızın bildiği gibi Taksim ve Kızılay meydanına birkaç yıl önce yaptırılan görkemli camilerin ardından misilleme olarak askeri birlikler Topkapı Sarayı’nı ve Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nü birer garnizona çevirmişlerdi. İşte bu sırada biz de çevre güvenliğini almak için kısa bir süre de olsa sarayın ve köşkün içinde bulunmuştuk. Bu sırada elemanlarımız üst düzeyde devletimizin güvenliği açısından bir gün, bir rehin alma ya da bir işgal olayında gerekebilir düşüncesi ile herhangi bir işgal ya da baskın anında kolluk kuvvetlerine verilen imkanlarının gerektiğince kullanılmasını mümkün kılmak için sarayın çeşitli bölümlerini bugün bile henüz hiç kimse tarafından varlığı dahi bilinmeyen teknolojik cihazlar ile donatmıştı. İşte sarayın şu anda er gazinosu öncesinde ise mutfak olarak hizmet veren bölümünde gerçekleştirilen bu görüşme gazinonun kapatıldığı, tüm eratın uyuduğu bir vakitte dolunayın batma vaktine yakın bir saatte gerçekleşti. Nöbetçiler dışında zaten hiç kimsenin ayakta olmadığı bu saatte bir masanın etrafına yerleşmiş 4 kişinin konuşmalarının tamamının ses ve görüntü kayıtlarını bu teknoloji sayesinde gerçekleştirmeyi başardık. Ülkemizin en güvenli yerlerinden birinde gerçekleşen bu konuşmanın çözümü için çok uğraş verdik ancak sonunda hiçbirimizin beklemediği ilginç bir sonuca ulaştık” derken elindeki cd-rom’u da Şener’e uzatıyordu.

Şener kızgınlıkla cd-rom’u aldı. Ne diyeceğini ne yapacağını bilmiyordu, karşısında dikilen osmanlı kitaplarından fırlamış gibi duran, lugat parçalayan bu genç ajanın anlattıklarında hiç bir zaman yanılmadığını biliyor ancak sonunda kendi ölümüne kadar yol açabilecek bu gelişmelerin farkında olmadan -belki de bir parça gençlik ateşi içinde – kalkıştığı bu olayların sıkıntısını içinde taşıyordu. Aklında ne çocukları ne de ölümünden sonra kendisinin arkasından ağlayacak olan karısı vardı. Merakı bütün duygularının üzerini örtüyordu. Cd- Rom dönmeye başladığında görüntüdeki 4 adam masaya oturdular. 


5 Mart 2017
Topkapı Sarayı İstanbul

Yüzleri net olarak görülmese de kim oldukları biraz uğraştan sonra çıkartılabilirdi. Üzerlerinde sivil elbiseler vardı ancak bulundukları ortamın askeri bir ortam olduğunu anlamak zor değildi. Sesi duyduğunda biraz önce gözünde canlandırmaya çalıştığı cd’den çıkan iki ses de gözünün önünde netleşti. Muhtemelen üst rütbeli olan kısa boylu ufak tefek, düşük omuzlu bir adamdı. Diğeri ise sivil elbiseler içinde de olsa -geniş omuzları ile – dikkat çekecek kadar asker gözüküyordu. Onunla gelen iki kişi ise silik hiç bir özelliği olmayan orada o anda rastlantı eseri geçerken masaya takılmış iki insan görünümündeydi. Üst rütbeli olan kişinin yüzünde derin bir güven ve çok önemli bir iş yaptığına inanan insanların hali vardı. Geniş omuzlu olan asker ise daha yaşlı ama kendinden daha emin biri intibaını veriyordu. Masada oturan diğer iki kişi ise soğuk cansız ve ölümle tanışmış insanların duyarsızlığı ile konuşmaları dinliyorlardı. Konuşmaya üst rütbeli genç asker başladı.

“Bakın çocuklar bu sefer yaptığımız iş hepimizin boyunu aşıyor. Komutanlar tamam dedi. Yıllardır süren, sonu alınmayan eylemleri noktalayacağız. Tarihi yeniden yazacağız. Belki de tüm geleceğimizi ateşe verecek bir alevin ilk kıvılcımları olacağız. Ama bazen büyük yangınları söndürmek için büyük patlamalar gerekir. Bıçak kemiğe dayandı anlıyor musunuz?”

Sorunun cevabını düşünmeleri ve yeni bir cümleye başlamaları için bir kaç saat uzunluğunda bir kaç saniye geçti. Bu sefer ilk cümle geniş omuzlu yaşlı askerden geldi.

“Komutanım biz yıllardır görevden kaçmış insanlar değiliz. Atina Operasyonu’nda, Bağdat Operasyonu’nda hatta İtalya’daki suikastler de hiç birimizin gözünde korku kıvılcımı görülmedi. Ama sizin dediğiniz kadar ciddi sonuçları olan bir görevi yaparken de bu emrin kimin kararı olduğunu bilmek istiyoruz. Zira ateş bir kez alevlenip duman gidince alevlerin neyi ne kadar yakacağı belli olmaz. Ve böylesine önemli bir emri yerine getirirken baştan atılacak yanlış bir adım sonucunda bu ateş yalnızca sizi, bizi değil, tüm ülkeyi yakar.”

Komutanın cevabı kendinden emin ve sertti.

“Hepinizin birer kahraman olması benim verdiğim emirleri tartışabileceğiniz sonucunu getirmiyor. Ne zamandan beri benim emirlerime güvenilmiyor burada. Bu vatan hepimizin vatanı, ama sizi rahatlatacaksa bu emirler de kuşkunuz olmasın ki benim değil bu vatanı savunan en büyük vatan evlatlarının emirleri.”

Masanın üzerine tedirgin birkaç sessiz saniye daha düştü. Tartışma bitmişti. 4 çift göz sessiz emirleri anlamak için masanın üzerinde bir araya geldi. Yüzler gergin, gözler soru işaretleri ile doluydu.

Sessizlik itaat ile bozuldu.

“Emirlerinizi bekliyoruz komutanım!!!”

“Başta Kızılay ve Taksim camileri olmak üzere yıllardır bütün camilerde devam eden eylemlere bu hafta bir nokta koyacaksınız. Bugüne kadar hep demokrasi içinde hoş gördüğümüz bu eylemlere şimdi bir nokta koyulamazsa önümüzdeki yıllarda başımıza daha büyük dertler açacağı ortada. Gerçi eylemlerin örgütlendiği Cihangir’i çoktan boşalttık. Fatih Mahallesi de Gazi Mahallesi gibi aylardır kuşatma altında ama artık bu eylemlerin de demokratik bir yönü kalmadı. Hatırlarsınız bizzat sizin yakaladığınız Talibanlar eylemcileri nasıl eğittiklerini itiraf ettiler. Duyumlarımıza göre önümüzdeki aylarda tüm Türkiye’ye yayılacak büyük bir silahlı hareketin hazırlığı içindeler. Bu yüzden bu hafta tüm bu eylemlere yurt çapında noktayı koyacağız. Madem ki yasaklamalar işe yaramıyor o zaman sizler de bu eylemlere katılacaksınız. Ankara’da Çankaya Köşkü’ne, İstanbul’da Topkapı Sarayı’ndaki garnizona yönelmeleri için eylemcileri kışkırtacaksınız. Aranızda hafif ve ağır silah taşıyanlar olacak. Önce taşlar atılacak sonra siz devreye girecek ve tekbir sesleri ile garnizonlara ateş açacaksınız. Sonrası bizim işimiz.”

Masada bir sessizlik oldu. Geniş omuzlu daha yaşlı , daha asker , daha sert ve kendinden daha emin ses, sessizliğin çelik zırhını deldi.

“Emir anlaşıldı komutanım, izin verirseniz ayrıntıları tespit edip size daha sonra bildirelim.”

“Hayırlı olsun çocuklar” dedi genç ve kısa boylu komutan

“Sağolun” dedi diğer üçü fısıltı ile…

Şener “Ne demek doluyor bu şimdi?” dedi.

Kerhan bey gülümseyerek “ Darbe! Efendim… ” dedi ve sustu. 


Şener’in kafasında dolaşan tilkilere yenileri eklendi hiçbiri kuyruğunu birbirlerine değdirmemekteydi. En son darbeden bu yana nerede ise yarım yüzyıl geçmişti. Çok komutan gelmiş, çok kadro gitmişti ama hiçbiri darbe yapmaya girişmemişti. Üstelik kime karşı darbe yapılacaktı ki zaten… Ülkeye yıllardır emekli komutanlar başkanlık etmekteydi. Tüm yurtta olağanüstü hal uygulamasını başlatan içişlerinin başı, Türkiye’yi temsil eden dışişleri bakanı, okullardaki güvenliği silahların gölgesinde sağlayan milli eğitim bakanı ve siyasi eğilimlere göre nüfus artışını denetleyip, planlamaktan başka asli hiçbir işi bulunmayan sağlık bakanı hepsi birer emekli askerdi. Zaten askerlerin gölgesi ülkenin her karışının üzerindeydi. Şimdi bu darbe lafı , bu insanlar ve bu esrarengiz emirler de nereden çıkmıştı.

“Böyle bir tertibin faturası nedir?” diye sordu.

Kerhan Bey, ”Efendim analistlerimizin yaptığı çalışmaların neticesinde ulaştığımız rakamlara göre böyle bir kışkırtma sonucunda İstanbul’da 20 bin Ankara’da 15 bin ve diğer illerimizin her birinde de en az 5 ila 6 bin arasında sivil zayiat beklemekteyiz. Endişe verici olan etki tepkiyi doğuracak ve ne yazık ki ateş yalnızca düştüğü yeri yakmayacaktır. Elbette bu rakamlara askeri kayıplar dahil değildir ki en az üçte bir oranında da memleketimizin askeri kuvvetlerinde kayıp olabileceğini tahmin etmekteyiz.”

Bu bir iç savaş demekti. Böylesi bir olayın sonrasında bir askeri darbe yapılsa bile akan kan durmayacak aksine şimdiden başlamış olan çılgınlık tüm ülkeyi saracaktı. Muhtemelen burnumuzun dibinde devam eden ABD – AT savaşı da sınırların içine sıçrayacak ve durum gerçekten içinden çıkılmaz bir hal alacaktı. Şener durumun vehametininin farkındaydı. Kerhan Bey ise bir devlet memurunun üzerine düşen tüm sorumlulukları yapmış olmanın mutluluğu içinde duruma hakim gözüküyordu. Tek ve ilk seçeneği kuşkusuz Kerhan Bey bilmekteydi.

“Sizce şimdi ne yapmalıyız peki Bay Kerhan?”

Kerhan bey çoktan yapılacakları yapmış ilk adımları atmıştı. Anlatmaya başladı. Yüzündeki müstehzi gülümseme kaybolmuş durumun ciddiyeti yüz hatlarını germişti.

“Efendim zatıaliniz de uygun görürler ise herşeyi göze alıp böyle bir tertibi engellemek niyetindeyiz. Bunun içinde dinci örgütlenmelerin içine sızdırdığımız ajanlarımızı kullanmayı düşünüyoruz. Ancak bu ajanlarımızdan bugüne kadar yalnızca bilgi alışverişinde faydalandığımız için tekkelerin, gerilla hareketlerinin ve beyin takımının içindeki tüm ajanlarımızın ağırlığı böyle bir hareketin varlığını tüm kesimlere anlatacak güçte değil:”

“Peki o zaman nasıl kullanmayı planladınız ajanları?”

“Efendim ajanlarımızın hepsini deşifre etmeyi ve gerçek kimliklerini açıklamayı düşünüyoruz.”

“Saçmalamayın Kerhan Bey bu insanların kimilerini kuran kursundan bu yana bu gurupların arasında yetiştiriyoruz, kimileri tarikat şeyhlerinin çocuklarıyla evlendi, hatta kimileri görev sırasında vefat ettiler ve radikal dincileri ile yan yana mezarlarda yatıyorlar. Yıllardır teşkilatın en büyük emeğini, göz nurunu siz şimdi bana göz ardı edip bu insanların yıllardır bize olan güvenlerini ve hayatını tehlikeye atmaktan mı söz ediyorsunuz?”

“Bu yalnızca benim yani şu fakirin bencil düşünceleri değil yaptığımız çalışmaların da bir neticesi. Şu anda dini örgütlenmelerde yaptığımız çalışmalar ve yarattığımız hava yüzünden büyük bir paranoya hakim. Herkes telefonlarının dinlendiğini, takip edildiklerini ve sürekli haklarında komplolar kurulduğunu düşünüyor. Hatırlarsınız kimi ajanlarımızı kullanarak ortaya attığımız televizyonların içinde kamera varmış iddialarını bir iki tanesi ile mahsustan ortaya çıkardıktan sonra nerede ise hepsi evlerindeki televizyonları nasıl da dışarı atıp yakmışlardı.”

Şener içinden “hatırlamaz mıyım, Türkiye’nin en büyük holdingleri ile nasıl başları belaya girmişti” diye geçirirken Kerhan Bey sözlerine ara vermeden devam ediyordu.

“Yani efendim bu insanları yıllardır öyle büyük korkularla, o kadar çok kandırdık ki artık korkudan korkmamaya başladılar. Eylemlerin bu kadar artmasının ardında da belki de bizim yıllardır güttüğümüz bu politikanın izleri var. Bizim fikrimiz efendim teşkilat içindeki bütün ajanlarımızın kendilerini deşifre etmeleri ve önümüzdeki hafta içinde yapılacak eylemi bu insanlara anlatarak protestoları durdurmalarıdır. Başka bir yol göremiyoruz.”

“Peki ya ajanlarımızın can güvenliği! Ne yani bu insanlar, arkadaşlarına, komşularına, karılarına hatta çocuklarına yıllardır onları aldattıklarını söylediklerinde herkes bunu anlayışla karşılayacak mı sanıyorsunuz?”

“Efendim onu da düşündük. Önce şu anda kritik yerlerde yer alan ajanlarımızın beyanatları ve fısıltı gazetesinin de yardımıyla bir söylenti yayıp İslam dininde affetmenin, ajanlığın ne kadar kötü bir melanet olduğunun önemini anlatan konuşmalar yaptıracağız. Sonrasında da bizim ajanlarımız sanki doğru yolu bulmuş birer gerçek müslüman gibi olan biteni anlatacaklar. Kuşkusuz bir çok yerde sempati doğacaktır ancak kontrol edilmeyen öfkeler karşısında şehit düşmekten de eminim bu teşkilatın havasını soluyup ekmeğini yemiş olan hiç bir vatan evladının korkusu ve tereddüttü olmayacaktır.”

Kerhan bey burada kısa bir ara verdi. Duygularında ne kadar samimi olmak istediğini anlatmak ister gibiydi. Duruşu üzüntülüydü. Ama emin bir ses tonu ile konuşmaya devam etti.

“Efendim üstelik bunun da iyi bir sıfırlama herşeye herkes tarafından yeni baştan başlama imkanı olduğunu düşünüyoruz. Ajanlarımız kimliklerini açıkladıktan sonra dinci örgütlenmeler içinde yer alan bütün eski üyelere karşı bir şüphe oluşacağı kesin gözüküyor. Bu sefer en güvendiklerine, en kritik bölgelerde bulunanlara karşı bir şüphe başlayacak, bir de bu şüphelere itirafçıların imaları eklenince gerisini siz düşünün bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. İşte biz de tam bu şüphe ortamında harekete geçmeyi planlıyoruz. Yeni ajanlarımızı farklı kimlikler ile bu insanların arasına sokmak niyetindeyiz. Tıpkı Cihangir semtinin boşaltılması sırasında çeşitli apartman dairelerine yerleştirdiğimiz konsolos kılığında yabancı görünümlü ajanlarımızın yaptığı gibi. Bugün bu örgütlenmeler artık tamamen bir iç savunma oluşturdukları için biz de ne yaptıklarını nasıl yaptıklarını eskisi kadar takip edemiyoruz. Üstelik böylesi bir affın ardından kısa bir süre içinde eminiz onlar da rahatlayacaklar ve hiç kimsenin beklemediği ve ummadığı açıkları ardı ardına vereceklerdir.”

Kerhan bey !!!

Bu genç casusluk dehası, hin oğlu hin efsanevi “Küçük Berkay’ın” küçük kardeşi bir taşla daha kaç kuş vurmak istiyordu acaba. Kestirmek imkansızdı. Aslında söyledikleri yabana atılmayacak, üstüne de hemen bir kaç gereksiz cümle kurulamayacak kadar önemliydi. Şener’de bunun gayet iyi farkındaydı, bu yüzden kelimelerini seçerek kullandı.

“Teori bay Kerhan , teorinin gölgesi her zaman pratiğin gövdesi kadar kıvrak hareket etmez. Bu dedikleriniz mükemmel bir plan olarak gözüküyor. Mükemmel bir A planı. Oysa ben B ve C planınızı da duymak isterim.”

Kerhan bey yaşından beklenmeyecek kadar kendinden emin bir şekilde , ölümün anlamını bilen insanların ses tonu ile cevapladı.

“B ve C planı yok efendim. Durum o kadar ciddi ve zamanımız o kadar az ki ya A planını uygulayacağız ya da olup biteni hep beraber seyretmek ile yetineceğiz…”

Haklıydı. Şener sustu.

 

11 Nisan 2017
Taksim Camii İstanbul

Hasan ile Çağatay Son 30 yıldır hemen hiçbir sabah namazını kaçırmamış iki arkadaştan da öte iki kardeş olarak dualarını bitirdiler ama camiyi hemen terk etmediler. Gençliklerinde bu caminin yapılması için onca emek harcamışlar her eyleme katılmışlar, her tuğlanın koyuluşuna ya yardım ya da tanıklık etmişlerdi. Caminin hep aynı yerinde namaz kılıyorlardı. Arkasındaki duvarlarda 2007 yılında Taksim meydanlarındaki olaylarda binlerce kişi ölmeden bir kaç dakika önce çekilen ve sonra da ölenlerin anısına dev bir çerçeve ile cami duvarında tutulan siyah beyaz fotoğrafın önünde. O gün bu resimde yer alan ancak gelin görün ki sonraki yıllarda bir türlü tesbit edilemeyen provokatörler inanılmaz bir tahrike girişmişler ve durduk yerde kalabalığın arasından çevre güvenliğini sağlayan askerin polisin üzerine ateş açmışlardı. Sonrası malum Taksim bir kan gölüne dönmüş, binlerce kişi ölmüş, kan kokusundan Taksim durağındaki metro durağı aylarca ulaşıma kapatılmıştı.

Geçen yıllar içinde iki delikanlı yürek beraber ihtiyarlamış ama her gün Taksim Camiisi’ne gelmekten vazgeçmemişlerdi. Her gelişlerinde önce saygı ile siyah beyaz fotoğrafta ölen arkadaşlarının ruhlarına birer fatiha okuyorlardı. Neden o gün, neden o meydanda mücadele arkadaşları ile omuz omuza ölmedikleri, kurtuldukları için kendilerine kızmışlar ve bir kaç damla gözyaşını adresini bilmedikleri derinliklerden koparıp bilinmez diyarlara arkadaşlarının yanına yollamışlardı.

Şimdi, sabah vakti, namaz ertesi Cami bahçesindeki devasa hoparlörlerden yükselen vaazın sesi her 5 vakitte olduğu gibi namaz sırasında da tepelerinden geçmekte olan ve nerede ise minareye dokunmak üzere sortiler yapan F16lar’ın kulakları çınlatan gürültüsünü bastırıyor, ancak her namaz sonrasında geçici duyma bozukluğuna yol açacak düzeyin altına da inmiyordu. Namaz aralarında devam eden vaazlarda son günlerde sürekli ajanlar ve ajanlığın ne kadar kötü olduğunun altı çiziliyor, tüm ajanlar af dilemeye ve af edilmeye çağrılıyordu. İkisi de vaazı kabullenilmez bir yüz ifadesiyle dinliyorlardı. Neyse ki ikisinin de aklından birbirlerinden şüphelenmek gibi adice  şerefsizce, iki mücadele arkadaşına yakışmayacak düşünceler geçmiyordu…ki Çağatay, Hasan’ı kendine bakarken buldu.

Hasan’ın gözleri af diliyordu. Ama neyin affı Çağatay anlayamıyordu…ki Hasan ayağa kalktı. Sessizce caminin ön tarafına doğru yürüdü sessiz ve yerde oturan cemaatin arasından geçerken başına gelecekleri biliyor ama nasıl taşıyabileceğini bilemediği için omuzları her zamankinden aşağıda yürüyordu. Vaizin önüne gitti. Vaiz düşündüğü şeyin olmamasını isteyen, yalvaran gözleriyle Hasan’a baktı. Göz göze geldiler Hasan suçluların ve birbirlerini kandıran en iyi dostların mahçup ifadesi ile başını öne doğru eğdi. “Hasan!!! ” diye yankılanan ses ise vaizden değil Hasan’ın tam arakasında duran, deli gözleriyle titreyen, sıkılmış yumruğu ile ayakta durmaya çalışan, bir eli belindeki silaha şimdiden giden Çağatay’ın ağzından çıktı. Hasan başı önde kırık bir ses ile konuşmaya başladı. “Ben de ajanım hem de ilk Taksim eyleminden bu yana, İmam hatipten bu yana onlar için çalışmaktayım artık bu yükü taşıyamıyorum, affedin” dedi.

Çağatay’ın tüm bir hayatının altına konulmuş dinamit patladı. En yakın arkadaşlarını kaybettikleri eylemi düzenleyen de o eylemden sonra üzülen de demek aynı Hasan’dı. Demek her sorduğu soruda bilinmeyen bir keramet saklıydı, demek ara sıra kaybolmalar, akraba diye tanıttığı hatta evine getirdiği yakınlar… hepsi, hepsi, hepsi yalandı.

“Değer miydi be Hasan!!! ” diye bağırdı ve hiç kimseler yetişemeden tetiğe asıldı. Camideki hoparlörlerden kulakları sağır eden bir tabanca sesinin ekosu yayıldı. Yere önce bir kaç damla kan aktı sonra bir beden cansız yığıldı. En yakın dostların ihaneti karşısında en büyük ceza elbette intihar olmalıydı. Tam cemaat öfke ile Hasan’a yönelmişken vaizin sesi kulakları sağır edecek bir dehşet ile çınladı.

“ Sakın ha müslümanlar, af dileyene el kalkmaz, tövbe deyin tevbeeee, tövvbeeeeeeeeee…….”

Hasan Kurtuldu, Ahmet , Kenan , Can , Perihan ve merkez camilerde af dileyen bütün ajanlar kurtuldu. Ne var ki küçük kasabalardaki , köylerdeki ajanlar onlar kadar şanslı olamadı.

Tek tek en vahşi yöntemlerle öldürüldüler. Minarelere asıldılar, kör bıçaklarla boğazlarını kestiler, kızgın demirlerle, olmayacak işkenceyi yaptıktan sonra öldürmeden günlerce beklettiler. Ama sonunda ajanların anlattıkları hikayeye de inandılar.

Fısıltı gazetesi manşetine cuma eylemlerinin ardındaki tertibi çıkarttı.

Eski ajanlar da tabii boş durmadılar, imalar, göndermeler, benzetmeler birbirini izleyince güvenilemeyeceklere güvenilmeye, güvenilir olanlara güvenilmemeye başlandı. Şüphe dağları deldi. Korku geçilmez sarsılmaz sanılan mevkileri yerle bir etti. Yıllardır devam eden eylemlerin ve devam edelim diyen seslerin üzerine koca bir şüphenin gölgesi düştü. …ve karar, kararsız vicdanlarda konuşulmadan alındı. Artık Cuma eylemleri nokta alacaktı…

 

17 Nisan 2017
Kızılay Camii – Ankara

Cami boşaldıktan sonra ortada yalnızca sessizlik tur atmaktaydı. Birden acele adımlarla şeyh cani tarikatı giysilerine bürünmüş bir gurubun toplu halde caminin dışına taşan ayak sesleri duyuldu. Benzer seslerin ekoları Taksim Cami’inden de yükseliyordu. Kısa, ama çok kısa bir süre sonra da büyük bir patlama sesi sessizliğin üzerine yıkıntıları, tozu, dumanı, mimberi, ekranı, minareyi, gökkubbeyi getirdi. Kızılay Camii yerle birdi. Tıpkı Taksim Camii ve diğerlerinin olduğu gibi. Bu kadersiz toprakların Misak-ı Milli sınırları tepesinde tur atan Amerikan malı casus uydular şimdi çeşitli şehirlerde hemen her mahalleden çıkmakta olan dumanı seyretmekteydi. Hiç kimse ölmemiş, hiçbir cami ayakta kalmamıştı. Bu topraklar bundan nerede ise 1000 yıl önce İslamiyet’in gelmediği günlerdeki kadar ıssız ve camisiz gözükmekteydi.

Gürültüleri duyanlar önce kapılarının kilitlerini birer kez daha çevirdiler. Akşama doğru da evlerinden çıkıp camilerin yıkıntılarını seyretmeye gittiler.

Adımlarda, bakışlarda , duruşlarda sessizlik vardı ve sessizliğin öfkesi her zamanki gibi korkunç olacaktı.

Şok yerini şiddete bırakacaktı.

Havanın kararması ile birlikte dört bir yandan bağırışlar çağırışlar, en vahşi dönemlerden kalma ilkel çığlıklar yükselmeye başladı. Önce meydanlara alevler yakıldı. Sonra barikatlar yapıldı. Her yer düşman, herkes düşman, herşey düşmandı. Ardı ardına koruma altındaki çelik cam fanuslar içindeki Atatürk heykelleri görünmeyen ellerin yardımı ile havaya uçurulmaya başlandı.

Yanık kokusu kan kokusuna karışmak üzereydi.

Ateş açıldı. Ateşe ateşle karşı çıkıldı. Sanki koca bir ülkenin üzerinde kırmızı bir alarm ışığı yanmaktaydı. Talan kana, kan kana karıştı. Sokak araları, bahçe duvarları ve artık bir minaresi bile kalmayan camilerin yıkıntıları arasında korkunç bir savaş başladı. Kimin kiminle neden ve ne ile savaştığı belli olmayan, geçmişten fırlamış bir şiddet pınarı akmaktaydı. Tank paletlerinin satırları ezdiği, satırların günahsız bebek başlarının üzerine acımasızca indiği bir savaş.

Kan kokusu korkunçtu.

Her yerde hiç durmadan gece ve gündüz üç gün boyunca savaş amaçsız, lidersiz , benzersiz devam etti. Umumi manzara o kadar korkunç ve ürkütücüydü ki yıllardır bu toprakların yanı başında devam eden iki süper gücün AT ve ABD’nin bile böylesine bir vahşeti seyretmeye gücü yoktu. Önce aralarındaki savaşı durdurdular sonra tarih kitaplarının ileride tarif ederken zorlanacağı ve muhtemelen büyük bir kısmını göz ardı edeceği bu katliamı durdurmak için beraber hareket etmeye karar verdiler. Hukuk, mantık, duygu ve vicdanın giremediği yerlerde uzaktan kumandalı kitlesel imha gücü olan füzelerini kalan sivil ve askerlerin üzerinde patlattılar.

Uçakları ile hiç bir zaman durmayacağını bildikleri dinmeyecek bir kinin üzerine çoluk çocuk demeden bomba yağdırdılar.


28 Nisan 2017
Konya – İstanbul

Dünya tarihinde ikinci kez iki şehir ardı ardına yerden havaya doğru yükselen dev mantarların görüntüsü ile irkildi. İnsan insanlıktan çıkınca, aileler bölünüp bir savaşa masumların kanı bu kadar karışınca atomla atomda yan yana duramazdı. Durmadı da… Atom bombası Konya’nın üzerinde gece vakti patladı ve patlamanın ışığı yüzlerce kilometrelik Konya ovasında yansıdı.

Tuz gölü tuz çölüne döndü .

İstanbul’un da Anadolu yakası Avrupa yakası kadar şanslı olamadı. İkinci patlama çatışmaların durmadığı ve sonsuza kadar durmayacağı Anadolu yakasında bir şafak vakti Konya’daki ışık bitmeden parıldadı. Eli kanlı dini bütün kimi gaddar yürekler bu ışığı allahın bir emri olarak yorumladı. Nereden ve nasıl geldiğini bilmeseler de, etkisini tahmin edemeseler de, bu iki bomba dinci dinsiz herkesin üzerinde şok etkisi yarattı. Çatışmalar uzaktan kumandalı bir düğmeye basılmış gibi noktalandı.

İmparatorlukları ağırlamış , bağrından çıkartmış, yedi cihana nam saldırmış bu coğrafya şimdi uzun yıllar boyunca sarmaya çalışacağı bir derin yaranın nasıl kapanacağını bilemezliğinin çaresizliğini yaşıyor. Ülkenin dört bir yanında durmuş tüm işlerin, talan edilmiş fabrikaların, dükkanların, evlerin, ruhların eskisi gibi olmasını zaten hiç kimse beklemiyor


30 Haziran 2017
Ankara – Ulus Meydanı

Ayakta duracak yer kalmamıştı. Ortadaki devasa boşluğun etrafındaki binler çoktan onbinlere karışmış iki aydır devam eden duruşmanın sonunu, ilk gün olduğu gibi seyretmekteydi. Birleşmiş Orduların subayları tarihin son bin yılda gördüğü en büyük insanlık kıyımlarından birini yapanları, hazırlayanları, kullananları, kullanılanları, özel hazırlattıkları dev darağaçlarının gölgesinde yargılıyorlardı. Darağaçları ve bu darağaçlarının önünde yargılanan herkes akşam olmadan davaların sonuçlanmasına göre hemen hak ettiği cezayı buluyordu. Tanıklar dinleniyor , belgeler ortaya koyuluyor ve infaz vakit geçirilmeden çelik halatların boyunlara geçmesi ile gerçekleştiriliyordu. Her seferinde yargılamalarda iki taraftan eşit sayıda insanın asılması için denge gözetiliyor, boyunlara yağlı ilmekler başka dili konuşan yabancı cellatlar tarafından geçiriliyor ve tarifsiz bir sessizlik içinde can çekişler, ölümler seyrediliyordu. Çelik halatlar gerilmeden ve gerilirken ve tabii gerildikten sonra kameralar idamları ve yargılamaları tüm dünyaya uydular ile ulaştırıyor, kanlı ölümler reyting rekorları kırdıran birer infaz belgeselinin vahşeti ile dilini bile kimsenin çözemediği uzak diyarlarda “canlı” yazılarının eşliğinde birer insanlık birer ibret belgesi olarak seyrediliyordu.

Şener ve yanıbaşında duran düşük omuzlu bir adamın yargılaması ise tüm bu idamların kreşendosu yani sonuncusuydu. İlk gün yakalanmışlar son güne kadar bekletilmişlerdi. Uluslararası mahkeme tüm bu çılgınlığa son noktayı tüm bu çılgınlığı başlatan iki insan ile koymak istemişti. Bu ikilinin yaptığı provokasyon konuşmaları aylardır her mahkeme öncesi dev ekranlardan yayınlanan canlı görüntülerden önce insanlara dinletilmiş ve kahraman bir Türk evladının bu iki çılgına nasıl karşı koyduğu ibreti alem vesikası olarak tüm dünyaya seyrettirilmişti. Tüm görüntülerde bu iki çılgının camileri nasıl bombalayacaklarının planını yaptığı gizli bir görüşmenin kayıtları yer alıyordu. Kerhan Bey adlı İngilizce’yi Shaekspear’in kullandığı kadar iyi kullanan bir genç Bütün bu konuşmalara bizzat tanık oluyor ve bu iki çılgın ile ayrı ayrı uyarı konuşmaları yapıyor ama ikisinin de Kerhan Bey’i aşağılayan konuşmaları dev ekrandan binlerce kişinin yuhalamaları ile yankılanıyordu.

Nihayet yargılamaların yani idamların en hak edilenine sıra gelmişti işte. Yaşlı İngiliz hakim kendisi yaşlarındaki Fransız ve İtalyan meslektaşına dönüp kısa bir süre baktı . Bir an önce işlerini bitirip gitmek isteyen ya da uçağı kaçırmak üzereyken yemek yedikleri restoranda hesabın gelmesini bekleyen insanların aceleciliği ile yargılamayı kısa kesmekte ve bir an önce evlerine gitmekte kararlıydılar son tanık olarak kahraman Kerhan Bey çağrıldı ve Kerhan’ın mükemmel bir Osmanlı Türkçesi ile yaptığı açıklamalar dev ekrana ve milyonlarca haneye yayıldı. Kerhan Bey’in önceden yaptığı İngilizce ve Fransızca konuşmaları da saniye gecikmeden dünyanın dört bir yanında banttan yayınlanmaya başlandı.

Kerhan Bey her zamanki mütevaziliği ile kendisinin bir kahraman olmadığını bu iki insana ise acıdığını hatta yüzbinlerce kişinin ölmesine sebep vermiş olmalarına rağmen bugün içine düştükleri durumdan dolayı üzüldüğünü -bundan önce gazetelerde vermiş olduğu söyleşilerde olduğu gibi- yineledi. Ancak tabii ki bu iki insanın özellikle cezalarının verilmesi gereken iki ibret vesikası olduğunu eklemeyi de önceki konuşmalarında olduğu gibi unutmadı. Yaptığı konuşma özünde bu iki zavallı insanı suçlamaktan çok kendinin bu vatan için yaptığı kahramanlıkları anlatan üstü örtülü mesajları içermekteydi. Tabii kimse anlamadı ve bittabi her zamanki gibi savunmaya son söz hakkı bile verilmedi. Yalnızca Kerhan Bey’in konuşması bittiğinde büyük bir alkış koptu. Onbinlerce kişi onun adını avazı çıktığı kadar bağırdı. Şener yanıbaşında omuzları düşük adamla ilk kez yanyana gelmişti.

Binlerce kişi bağırırken, yukarıdaki darağaçlarından sallanan çelik halatlar ağır ağır aşağı inerken, onca gürültünün arasında Şener başını yanında aynı kaderi paylaştığı insana çevirdi.

“ Hiç Topkapı Sarayı’na gittiniz mi?” diye sordu. Karşısındaki adam gülümseyerek cevap verdi.

“Hayır ama ben sizin gittiğinizi biliyorum.”

Şener de gülümsedi “Biliyor musunuz ben de aslında hiç gitmedim”. Bunun üzerine omuzları yerçekiminin gücüne her saniye biraz daha isyan eden adam Şener’e döndü ve sordu.

“Kimdi biraz önce güzel türkçesi ile konuşan şu genç adam, sizi hayatımda ilk ve sanırım son kez görüyorum neydi o seyrettiğimiz görüntüler, biz sizinle hiç bir yerde buluşmadık ki üstelik bizi ne ile suçluyordu inan hala anlamadım?”

Dev demir darağaçlarından aşşağı inen çelik halatları kara başlıklı cellatlar boyunlarına geçirirken Şener’in gülümseyen yüzü dev ekranda son kez belirdi. Sağına döndü ve “O” dedi “ Bu ülkenin bir kaç yıl içindeki yeni başkanı Teşkilattan Büyük Kerhan Bey, daha doğrusu artık Kahraman Kerhan Bey, biz de teşkilatın küçük kurbanlarıyız. Tarihi bin yıldır kanla yazılmış iktidar savaşlarının tarihe geçecek iki isimsiz kahramanıyız. Benim adım….”

Şener gerisini getiremedi. Çelik halatlar yükseldiğinde binlerce insanın çığlığı ve alkışı eşlik etmekteydi. Kerhan Bey görevini yapmış bir devlet memurunun huzuru içinde gülümsemekteydi.

Kalabalık altlarındaki toprağın kıpırdadığını fark etmedi. Fay hattının kırılıp bütün bir ülkeyi toprağın altına götürmesine daha 3 yıl vardı.

(1998 düşsesi kitabımdan alındı…)

Konuk Yazar