Beklenmedik bir şey oldu. Adam kızı aradı. Kız şaşkındı, çünkü adam hiçbir zaman aramamıştı onu.Uzaktı ona.Hani birinin telefonunu kaydedersiniz, formalite icabı. Aramazsınız çok gerekli olmadıkça.

“Sizin oralardayım. Gelebilirim herhalde. Ara istersen demiştin, projeyle ilgili çalışmış oluruz biraz.” dedi. Gırtlağından gelen o boğuk, delici sesle konşuyordu. Kız şaşkındı. Gözleri kararır gibi olurken “Peki.” dedi ve telefonu kapar kapamaz hazırlanmaya başladı.

Kalp çarpıntısı, kalp çarpıntısı… Kalp ağrısı!

Nice günler telefonuna sabit gözlerle bakıp, ona, onun aramasına konsantre olmaya çalışmış da, tek arayan evhamlı annesi olunca hayal kırıklığıyla buzdolabının önünde bulmuştu ya kendini; şimdi tüm bu olup biten küçük, küçücük şeyden sonra bulutlu bir sarhoşluk içindeydi kız. Kırmızılar, morlar, dansediyordu kafasının içinde bir yerlerde. Bir de o ağrı.

Biraz pudra, hafif göz kalemi ve solmuş olmayan bir eşofman geçirdi üstüne.Bir gram bile önemsenmediğini ve onun oraya gerçekten geçerken uğramak niyetinde olduğunu biliyordu. Aklında da çalışmak vardı, evet. Rastgele seçilmiş 4 kişilik bir grup olarak yazmaları gereken 60 küsür sayfa ve sadece 2 günleri vardı.  O’nun uğraması mecburiyettendi herhalde. Ama kız… Başlamıştı daha ilk saniyede hayal kurmaya. Kimse bilmiyordu, bilemezdi ki. Hemen konuşurlar, eleştirirler, yargılarlardı. En kötüsü, düşünürlerdi. Kız bunu istemiyordu. Hep başkalarının düşüncelerini önemsemiş biri olarak, bu defa hiç mi hiç kabul görmeyecek bi batağa bulaşmıştı. Batak mı? Hayır, aşk ne zamandan beri bataktı ki? “Başından beri..” dedi bir ses, içinden. Ne olursa olsun, içten içe acı çekmeyi seven bir tarafı vardı, en başından beri bile bile tüm bu kızıl balçıkla sıvamıştı tüm vücudunu sanki. Bile bile lades. Yine de güzel, karşı konulmaz, bağımlılık yapıcı. Ve tüm bunları farketmek de en acısı.

Ve bugün, ya da başka bir zamanda bir şeyler olursa… Anlatır mıydı sevgili arkadaşlarına? Anlatırmıydı 3 günlük chat arkadaşının her ince ayrıntısına dek bildiğini ama her şeyini paylaştığı 3 yıllık sıra arkadaşının haberinin bile olmadığı o gerçeği? En yakınlarının bilmediği bu en derin duyguyu en uzağındakilere de anlatması ilginçti hani. Ilginçten öte ironik. Hangileri daha yakındı şimdi ona…?

Ve bugün, ya da başka bir zamanda bir şeyler olursa… Yere in, yere in. Uçmamalıydı yine. O zaman daha da… Derken,

Zil çaldı.

Gerçekten de çabuk olmuştu bu. Gerçekten de oralardaydı demek ki.

Ve şimdi karşısındaydı. Yine onu gördüğü zamanki maskesini taktı, bir gün çıkarıp atmaya cesaret edebilmeyi ümit ederek…

Odasına gittiler. Kitaplarını incelemeye koyuldu. O da aynısını yapmıştı onun evine gittiğinde. Tabi daha kalabalıktılar. Ama sayı fark etmiyor, hep aynı maske. Kız adamın da maske takmış olmasını diledi. Yoksa o maskesiz yüzün bakışları kalbini binlerce parçaya ayıracaktı. Şimdilik erteliyordu.

Genelde hep yaptığı gibi, kendini adamın yerine koyarak odasına onun gözünden bakmaya çalışan kız, arkasını döndüğünde açık bilgisayarı kapamayı unuttuğunu fark etti. Icq da açıktı ve adam kitapları bitirdikten sonar ekrana yöneldi. “Ne çok okuyorsun.” dedi. Kız cevap vermedi. Her zamanki gibi yanlış anlaşılabilirdi. Hoş, yanlış anlamak isteyen kişi sessizliği bile farklı yerlere çeker, üstüne bir dolu laf edebilirdi. Artık yorgundu kız. Yorgun, ama arzulu. Hayal dolu. Hayat dolu.

Kitaplar hakkında daha çok konuşsalardı keşke. Bakıp görmemiş miydi yoksa adam? Görmemiş miydi onu?  …

Şükür, körlük bulaşıcı değildi.

“Onların yarısını okumamışsındır bile sen şimdi.”

Yine cevap vermedi kız. Gözlerini kısarak tebessüm etti sadece. Bozulmamalıydı, takılıyordu adam sadece adam. Sonra bilgisayara yöneldi, en iyi arkadaşlarından biriyle olan history’sine girdi. “Bakalım dedikodumu yapmış mısın..”Bunları söylerken çok eğlendiği yüzünden okunabiliyordu adamın, ama kız panik içinde atıldı ekrana. Fakat adam güçlüydü, büyüktü ondan. “Find” kısmına adını yazdı, “enter” tuşuna basmak üzereydi ki, kız aniden ekranı kapatma düğmesine bastı. Doğru zamanlama. İlk kez! Şimdi adamın önünde durmuş, yalvaran, çığlık atan, haykıran ve içten içte deliler gibi ağlayan gözlerle ona bakıyordu.

Kendi sesi uzaklardan bir yabancı gibi geldi kulağına.“Duvarlar inşa ettim. Kimsenin aşamayacağı… Geçemezsin. Ben bile geçmiyorum, geçemiyorum. Çok nadir, o da ben farkında olmadan sınırı aşıp içeriyi talan eden var mı diye..”

Baktı adam kızın suratına. Yine o buz gibi gözleriyle. O eğlenen yüz de toz olmuş, bukarlaşmış, yerini kuru, tokat gibi bir ifadeye bırakmıştı. Ama okuyamadı kız yine hiçbir şey o yüzden. Konuşmak istedi. O sustukça, daha çok konuşmak. O sustukça ve onu hem eritip hem dondurdukça, ona saldırmak, öldüresiye dövmek, suratını parçalamak, kanlar içinde bırakmak, sonra sımsıkı sarılmak.. Hiç ayırlmayacak gibi ona sarılmak, içine çekmek, ağlamak, ağlamak, onu solumak… Sonra dudaklarını araladı, ama konuştu sadece.

“Kapalı tuttuğum o kapıyı açmak, içeriyi görmek istiyosun. Ama farkında mısın, senin de sımsıkı kapadığın bi kapın var ve bana kapı deliğinden bakıyosun?”

Soğuk.

Buz.

Bu kadar soğuğa nası dayanırdı ki…? Adam hala ona o kapkara, cevapsız, buz gibi gözlerle bakarken ve o adamın karşısında kendi kendine yanan deli bir mum gibi erirken, aktıkça kendi kendini söndürür, ölürken?

Kız kapısını sonuna kadar açsa bile adamın kapı deliğinden onu izleyen gözleri tamamını göremezdi. Kız mı? Kız sadece delikten süzülen ışığın kesilmesiyle anlayabilirdi onun baktığını. Görmekse hayaldi galiba. Hayallerin bir gün onu düşürmeden gökyüzünde uçurabileceğine inanmaksa sadece kıza hastı. Tepe üstü çakıldıktan sonra herşeyi unutmak, yeniden uçmak, uçmak uçmak da..

“Hadi başlayalım şu mereti yazmaya. Fazla vaktim yok, bir saate kadar gitmeliyim. Akşam diğerlerine de yollarsın yaptıklarımızı. Haydi, fazla vaktim yok.”

E niye geldin ki? Demek geldi kızın içinden.

Niye geldin ve çabuk diyorsun? Niye geldin de beni böyle mahvediyorsun?

Gel…reddemiyorum nasıl olsa. Gir içeri.. Dök benzini, yak kibriti. At yere. Ama o kadar hızlısın ki, daha kibrit düşereken kapı koluna değiyor elin, ve yere 1 santim kala da dışarıdasın.

Tebrikler. Ah, bir de alevler.

Ve bana lanet olsun. Kızamıyorum bile sana.

Doğal olarak fısıltıya bile dönüşemeden, sessiz notalar, ya da düşünce parçacıkları olarak evrene yayıldı kızın sözcükleri. Bir gün bir yerde duyulmayı ümit eden o diğer tüm haykırışları, itirafları gibi.

Derin bir nefes aldı. Gözyaşları birikmişti, tek bir kelime söylerse serbest bırakıcaklardı kendilerini. O kartlarını açmıştı. Ama hala kapalı bi ekran vardı ve bu kadar soğukta o ekranı açamazdı… Raftan bi kağıt parçası aldı. Kalın bir defterin üstüne koydu. Siyah pilot kalemle uzun bir başlık yazdı bomboş kağıdın üstüne.

Bir saatten fazla geçti, 5 sayfa yazdılar. Kızın yazısı adamınkinden daha büyük, ama daha az savruktu. Çalışırken güldüler, eğlendiler de. Kız sanki mutluydu. Evindeydi ya adam. “Gel, gör beni.” böyle yazmıştı bir gün bir yerlere kız. Ona ya da değil… Çağrısını O duymuştu sanki. Ya da kız yine uzaktaki duvar çatlağını örümcek zannediyordu.

Kız sanki mutluydu. Ama bağlı olduğu pamuk ipliğiyle yine bozulacak, kırılacak bir şeyler buldu tabi. Zaten adam ne zaman eğlenir gibi olsa toparlıyordu kendini. Masken batsın! Kabul edemediğin kendi gerçeklerin yüzünden bu kadar gaddarsın bana sen!…

İnanmak istedi yine. Bu kadar hayalci geçinmesine rağmen inanamadı. Çünkü en son inandığında yere çakılması uzun sürmemişti. Toparlanana kadar da baya zaman geçmişti tabi. Şimdi sararmış sargı bezleri hala vücudunda, çoktan başka bir uçuşa geçmişti.

Bile bile….

İşte, demin yine bir şeye gülmüşleri uzun uzun. Saniyeleri saydı kız. Artık alışmaya başlamıştı onun darbelerine. İğneler battı sonra, beklediği gibi. Sözler. Kız yine cevap vermedi. Ama farketti ki alışamamıştı henüz. Kırıldı. Ve onu en çok kıransa şuydu; ne kadar incinirse incinsin, adamın umrunda değildi.

Bağırarak, çağırarak bunu dile getirdiğindeyse adam yine tepkisizdi.

Galiba yine içinden feryat etmişti.

Güzel sözler bile değildi artık istediği. Ona hakaret edebilirdi, kendini savunabilir, tartışabilir, birbirlerine girebilirlerdi. Ama bir hareket!…

Koşulsuz sevgi… Koşulsuz sevgi… Bunu fısıldamaya çalışıyordu kız kendi kendine.

Okumak kolaydı. Anlamak. Ya da doğru yolu görmek. Ama en zoru o yola sapmak ve orda yürümekti? Onlarca kitabı yalayıp yuttuktan sonra, görebiliyordu kız ne yapması gerektiğini. Ama yapmak… Zordu.

Sadece onu sevmekten mutlu olması gerektiğini düşündü.

Onu sevebildiği için… Sevgiyi, o tanrısal duyguyu hissedebildiği için.

Aşk tek kişilikti zaten değil mi?

İnandı. Ama içindeki o hınzır ses tüm bunlara sövdü defalarca. Ne ayıp!

Umurunda değildi kızın. Onu istiyordu. Sayesinde aşka bir çehre kazandırdığı bu adamı istiyordu. Beslerken beslenmeye de ihtiyacı vardı yoksa kaynak kurumaz mıydı? Kaynak nerdeydi ki bu arada?

Sorular bitmez. Bu burda bitmez, hikaye bitmez diye düşündü kız. Yazarı gibi.

Saat geçiyordu zaten. Adam gitmeliydi. Birşey söyleyecek gibi oldu, sustu. Ne diyecekti acaba? Elini uzattı. Klasik konuşmalardan yapıp ayrıldılar. “Görüşürüz, unutma o dediğimi son sayfaya eklemeyi.”… “Tamam, görüşürüz.”

Koşulsuz sevgi.

Kibrit faciasından (Facialarından… Bir tane değildi ki!) Sonra da sevmeye devam etmek bu olmalıydı.

Her yarada ondan nefret etmesi gerektiğini söyleyip yine onun varlığıyla iyileşmeye çalışmak…

Kızamamak.

Koşulsuz.

Kandır kendini!

Farkında olmadan sapmıştı galiba o yola. Ama artık ne kadar doğru ondan emin değildi.

Adamın gözden kaybolduğunu ve merdivenlerden inerek apartmanın çıkış kapısına yöneldiğini farkedince örttü kapıyı. Nazik bir evsahibiydi kız. Gelip de göremeyenlere, ya da görmezden gelenlere bile nazikti.

Yağmur yağmaya başlamıştı galiba dışarıda. Islanır mıydı adam? Yağmur şiddetlenirse eve dönmesi zor olur muydu?

Kızdı kendine. Hem de çok.

Sonra kızmadığını farketti. Kızamadığını. Üzgündü galiba.

İçini çekti. İçinde bişeyler çarpışıyordu. Durmalıydı artık, yoksa… Aç olduğunu farketti, mutfağa yöneldi. Diyetin canı cehenneme.

Pudrası uçup gitmişti yüzünden. Ve ne kadar pahalı olursa olsun sonunda akan göz kalemi de siyahtan açık griye dönmüştü. Eşofman altı diz izi yapmıştı. Elindeki kağıtlar buruşmuştu. Midesiyle göğsü arasında bir yerler sızlamaya başlamıştı. Allahın belası bir ilaç yok muydu şu adamı yiyip bitiren ağrı için?

Zeynep Oğuz