Koyu kırmızı rujunu son kez tazeledikten sonra, hiç alışık olmadığı topuklu ayakkabılarıyla müziği ayarlamaya gitti Su. İngiliz bir grubun şarkılarını çalmaya başladı. Camdan dışarıya bir göz attı. Ne kadar çabuk kararıyordu hava artık! Hava koyuldukça insanlar dolmaya başladı birer ikişer. Hepsini tek tek öptü, tek tek oturdu hepsinin masalarında. Bir masada normalden bir saat daha fazla oturdu. Hiç farketmeden. Sonra huylandı, bir şeyler yapmış olmak için müziği değiştirdi. Tuvalete gitti, akan göz kalemini düzeltti. Yüzüne kendinden emin, vurdumduymaz bir gülümseme yerleştirdi. Masalara göz gezdirip tek bir kişiyi seçmeye çabalarken ışıklar sönüverdi. “Tam zamanıydı şimdi…” diyordu ki, pasta ritüeline geçmeleri gerektiğini anladı. İnsanlar kocaman kestaneli pastanın etrafında toplandılar. Neden herkes ondan daha neşeliydi?

 

Pastasının üstündeki mumlara öylece bakakaldı önce. Adet olduğu üzere, dir dilek dilemeliydi. Ama öyle çok şey geçip duruyordu ki kafasından, bir tanesini çekip çıkaramıyordu. “İyi ki doğdun” şarkısı bitmek üzereydi, az sonra mumları üflemek zorunda kalacaktı. Bütün yüzüne yayılmış gülümsemesinin, diş etlerini ortaya çıkardığını farkedip kendini toparladı ve şarkı bitimi alkışlarının başladığını duydu. Pastaya doğru eğildi, önüne düşen saçlarını kulağının arkasına atarken derin bir nefes alıp var gücüyle üfledi. Kafasında dönen onlarca dileğin içinden bir tanesini seçti. Dilek kendi kendine geldi ona daha doğrusu. Büyüdü kocaman oldu, Su, üfledi. 19  mum söndü, insanlar yine alkışladılar. Yine yayıldı gülümsemesi tüm yüzüne. Yüzünü kulağının arkasından çıkardığı saçlarıyla kapatırken, pasta dilimlerini kapmaya çalışan kalabalığın arasından onun yüzünü seçti. Ona doğru ilerlemeye davranmıştı ki, bir tebrik dalgası başladı. İnsanlar önünü kesiyor, Su’ya sarılıyor, “canım’lı cicim’li laflar ediyorlardı. Onu kaybetti bu keşmekeşin içinde. Yoksa o sarılmayacak mıydı Su’ya? Pasta yemekle mi meşguldü?

Pek sevmediği ve doğumgünü partisinde ne aradığını da tam anlayamadığı bir kız yanaklarından öperken, biri omzunu kavrayıp kendisine çevirdi Su’yu. Su öylece kalakaldı. Sonra ne yapacağını bilmediği zamanlardaki gibi gülümsedi anlamsızca.

“Birşey söyleyeceğim.” dedi o.

“Söyle.”

“Sen, beni hayatımda en çok şaşırtan insansın Su. Tanıdığımı zannettiğim her defasında, başka bir yüzünü gösterdin bana. Kendime olan güvenimi sarstın adeta. Sana hiç belli etmedim ama, herkesi çözdüğümü sanardım ben seni tanımadan önce. Ama anladım ki ancak kendi gözlerinin derinliği kadar uzağı görebilirsin. Ben sana baktığım zaman, ulaşamadığım o kadar çok yerin kalıyor ki…”

Hiç böyle şeyler duymamıştı ondan. Alkolün getirdiği bir tür halusinasyon içinde olup olmadığını merak ederken, onun ağzından “İyi ki doğdun Su” sözcükleri döküldü ve Su, ne yaptığını bile sorgulamadan sarıldı karşısındaki lacivert kazaklı adama.

O anda yine kaybetti kendini, her sarılışında olduğu gibi. Kokusunu içine çekti, mumları üflemeden önce aldığından bile daha derin bir nefesle.

“Teşekkür ederim…” Bunu söyleyebildi önce sadece. Zaten kullanıp durduğu iki tanecik cümle vardı bu aralar; “Teşekkür ederim” ve “Ozür dilerim”. Her ağladığında çevresindekilerden özür dilemeye başlıyordu. “özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim.” Neden özür dilediğini soruyorlardı, o ise ağlamaya devam ediyor, “Sizi benimle ilgilenmek zorunda bırakıyorum, özür dilerim, ama elimde değil gerçekten, gerçekten!” deyip daha şiddetli bir hıçkırık krizine tutuluyordu. Şimdi ise teşekkür etme mevsimi açılmıştı tekrardan. Kendisine onun tarafından yapılan her şey bir lütufmuş gibi, teşekkür ediyordu. Su’yu dinlediği, geldiği, mesajlarına cevap yazdığı, sarıldığı, birazcık olsun bile önemsediği için ona teşekkür etme ihtiyacı hissediyordu.

O ise kollarından tuttu. “Neden teşekkür ediyorsun?”

Ağladığı zaman sorulan “Neden özür diliyorsun?” sorusu gibiydi bu da. Adam gibi bir cevabı yoktu. Anlaşılcak türden birşey değildi daha doğrusu. Ve belki de basitti gayet. Ona akıtılan bir damla sevgi için teşekkür ediyordu belki.

Cevap vermek istemedi. Yoksa şu sarıldıkları, her anınını bir yerlerine kazımayı arzu ettiği ender bulunan dakikalar sona erebilirdi. Kollarını, bedenini onunkinden hiç çekmeden,onun da duyabileceği bir sesle konuşmaya başladı.

“Ben de senin sayende ne kadar yükseklere uçabileceğimi öğrendim. Her geçen saniyede de şaşırıyorum kendi kendime.”

“Neden? Ne olacak en yükseğe eriştiğinde?”

“Yanacağım.”

“Şu an yanmıyor musun sanki?”

Yüzüne nefesini üfledi yavaşça. Su titredi. “Boynun bile alev alev şu an.”

Bu sözleri duyduktan sonra birkaç santim geriye çekildi Su. Yüzleri arasındaki mesafe yok denecek kadar azdı artık. Onun vodka kokan nefesi şimdi dudaklarındaydı.

“Hayır, şu an yanmıyorum.” İlk kez düşündü ona cevap vermeden önce. “Gözlerine bakıp durdurken nasıl yanabilir insan?”

“Donarsın değil mi?”

Bunu söylediği anda, yine kilometrelerce, insanlarca, zamanlarca uzağa kaçtı Su’dan.

Başka zaman olsa, ondan bedenini de ayırır, uzaklaşır, sonunda özür dileyeceği şeyler yapmaya başlardı Su. Acısının tadını çıkarırdı öylece. Ama şimdi garip bir şey olmuş gibi, meydan okuyarak dikti gözlerini onunkilere.

“Donarım evet. Ama o bile vız gelir artık, biliyor musun?”

Cevabı duymayı beklemeden gözlerini sımsıkı kapayıp kendine çekti adamı. Kollarını doladı sırtına. İtilmedi.

Su, gözlerini açmadan o da kıpırdamadı hiç. İnsanlar geçti yanlarından. Garip garip baktılar onlara, fısıldaştılar, anlamlar çıkarmaya çalıştılar, çıkardılar, konuştular, konuştular.

Onlarsa öylece sarıldılar birbirlerine. Ara sıra müziğin ritmiyle sallandılar hafif hafif. Adam daha sıkı, daha sıkı tuttu kızın belini. Kız ara sıra ürperir gibi olduysa da önemsemedi hiç. Pastasındaki mumlar geldi gözününün önüne. Derin bir nefes aldı.

Zeynep Oğuz