Bu sabah deniz kenarında yürürken alıma bir türkü geldi:
“Havada bulut yok, bu ne dumandır…”

 O an, başımı gökyüzüne kaldırdım. Pek çok bulut vardı. Tam içimden ne kadar güzel olduklarını geçirirken, çok narin, bembeyaz, tombiş bir bulut elini uzattı bana. Ardından:

“Hadi gel,” dedi. Şaşırdım önce, sonra: “Olur,” dedim.

Neden olmasındı? Her zaman dilemiştim bembeyaz bulutların üzerine çıkabilmek. Ama üzerinde uçmak değil, gerçekten üzerine çıkabilmek, bağdaş kurup oturmak aralarında. Öylesine yumuşak ve saf görünüyorlardı ki… Ve hiç düşünmeden uzatıverdim elimi beni davet eden buluta.

“Ama, “ dedi Bulut, “korkmayacaksan gel, korkarsan ben sana yardım edemem ve aşağı yuvarlanıverirsin.”

Bir an düşündüm ama merakım, her zaman ki iç gıdıklayıcı tetiklemeleriyle, beni baştan çıkardı.

Ve hooop…

İnanılmaz bir hızla çekti beni bembeyaz bulut yükseklere. O an, kalbim yerinden çıkacakmış gibi hissettim. Hem korkuyor, hem de heyecanla olacağı bekliyordum.

Aşağıda bakmak istedim ama cesaret edemedim. Bir an nefesim kesilir gibi oldu, sanki derinden nefes almak istedim. Lakin uyardı beni bulut hemen:

“Aman, buralarda sık ama kısa nefesler almalısın!”

Kısa nefes alıp vermeye alışana kadar zorlandım açıkcası. Çünkü korkuma korku ekledi nefes alamama duygusu. Bununla birlikte korkmamam gerektiğini düşünen beynim daha da bir kasıldı. Tam o sırada hızla aşağı yuvarlanmaya başladım. Korku tuhaf bir şeydi, tüm duygular gibi başlayınca sarmal halde devam ediyor, bu arada önüne çıkan herşeyi silip süpürüyordu. Sonum geliyor diye düşünürken diyaframım girdi araya. Öylesine dingin nefesler alıp verdi ki, hafifleyen bedenimle yeniden Bulut’un yanına yükseldim. O, sanki olacakları biliyormuş edasıyla homurdandı:

“Ben sana demiştim, korkmayacaksan gel diye!”

“Demek kolay, kabul etmekte kolay ama uygularken pekte öyle olmuyor.”

“Siz insanlar hep aynısınız. Kendinizi doğru dürüt ifade edemezsiniz ve sürekli yapabileceklerinizden bahsedersiniz. Gören herşeyi yapabileceğinizi sanır. Öylesine söylemler yaparsınız ki, bir zaman sonra kendiniz de kral olduğunuza inanırsınız. Lakin iş yapmaya gelince, hele hele de başarısızlık varsa, sizin dışınızda herkes sorumlu olur.”

“Senin için kolay tabi söylenmek. Öylesine, rüzgar nereye savurursa gidiyorsun. Ekmek elden su gölden. Oh, ne rahat. Bizim hayatımız öyle değil ki.”

İyice homurdandı Bulut. Sonra yüksek sesle söyleniverdi:

“Ekmek elden su gölden öyle mi? Şimdi aşağıya bak. Şu sarı binayı görüyor musun, hani önümüzde ve solda olanı? Şimdi onun üçüncü katında duran kadın ve kocasına bak. Biraz dinle bakalım ne konuşuyorlar.”

Eliyle gösterdiği yere baktım. Hoş bir evdi gördüğüm ama bağırışlar yükeliyordu evden.

“Sen,” dedi kadın, “ herşeyden sen sorumlusun. Hiçbir zaman beni anlayamadın.”

“O halde defol git” dedi adam ve ekledi:

“Seni tutan mı var?”

“Bunca sene sonra mı? Utanmıyor musun böyle konuşmaya.”

“Sen beni suçlamaya utanmıyor musun?”

Ve devam etti gitti bağırmalar, ta ki adam büyük bir öfkeyle kadına tokat atana kadar. Kadın önce yere düştü, sonra gözü yaşlı başka bir odaya gitti. Adam, büyük bir gürültüyle kapıyı çarparak çıktı evden. Kadının hıçkırıkları bir süre sonra duyulmaz oldu.

“Şimdi de,” dedi Bulut coşkuyla “şu aşağıdaki parkta oynayan çocuklara bir bak!”

Gerçekten deniz kenarındaki parkta neşe içinde oynayan çocuklar vardı. Olduğum yerden çok ufak görünüyorlardı ama mutluluk ve çoşkuları yukarıya kadar yükseliyordu. Parkın bir köşesinde topla oynayanlarda vardı. Bir topun peşinden koşulması yukarıdan bakınca çok aptalca geliyordu. Ama çocukların bağırtısındaki heyecan yüreğime kadar yansıyordu.

Sonra aniden:

“Şu sağdaki eve bak, hani hemen altımızda olan mavi eve,” dedi Bulut.

Bir genç kız odasına çekilmiş günlüğünü yazıyordu.

Bulut sordu:

“Okuyabiliyor musun yazdıklarını?”

İmkansız olmasına rağmen okuyabiliyordum. Aklım bir süre nasıl olabilir diye sorguladı ama çok kısa bir süre. Genç kızın yazdığı hüzünlü satırları okuyunca unutuverdim sorgulamaları.

“Ah, anneciğim, neden beni bırakıp gittin? Çok yalnızım, erkek arkadaşım beni üzüyor zaman zaman. Ama onu öyle çok seviyorum ki, sesim çıkmıyor. Kabulleniyorum sessizce, zamanla geçer diyorum, ama öyle olmuyor anne. Keşke yanımda olsaydın.

Çünkü babam benimle konuşmuyor. Sanki beni suçluyor sen öldün diye. Oysa benim hiç suçum değildi. Seni çok özlüyorum anne.”

Bulut omuzuma dokununca aynı evin diğer odasında oturan adama takıldı gözlerim. Bir kadının resmi önünde ifadesiz bir yüzle oturuyordu.

“Çok çaresizim” dedi kadının resmine doğru. “Sensiz çok yalnızım ve kızımızla nasıl ilgileneceğimi bilmiyorum.”

Tam gözlerimden yaş akacakken Bulut:

“Gördün mü,” dedi ve ekledi:

“Aslında öyle ekmek elden, su gölden yaşamıyoruz. Her gün bunca duyguya tanık olmak nasıl bir şey biliyor musun sen? Siz kendi duygularınızla bile başa çıkamıyorsunuz, oysa biz binlerce duygu ve yaşama tanık oluyoruz her gün. Tanık olmak ve sadece tanık olmak! Hiçbir şey yapamadan, sadece görmek. Bu duygu nasıl bir şey biliyor musun?”

Homurdandıkça öfkesi arttı, öfkesi arttıkça ona katılan bulutlar grileşti. Bir de yetmezmiş gibi rüzgar çıktı aniden. Ve ben sağa sola savruldum.

“Sakin ol, lütfen sakin ol,” dedim, “yoksa düşüp öleceğim.”

Lakin hemen sakinleşemedi Bulut. Bağırtısına gelen diğer bulutlarla birlikte beni savurmaya devam etti. Korkmamam gerektiğini biliyordum, korkarsam aşağıya düşecektim. Ama Bulut’a da yardım edemiyordum. Bunlar yetmezmiş gibi, kızgınlığa karışan üzüntüyle ağladı bir süre; hem de hıçkırıklarla. Ben biraz daha korkuyla savruldum etrafında. Savruldukça diyaframıma yüklendim ve tam umudu kestiğim bir anda burnuma taze toprak kokusu geldi. O an, aniden sakinleşiverdi Bulut. Ardından ortalığı derin bir sessizlik ve dinginlik sardı.

Aklıma yeniden yemen türküsü geldi. Mırıldanmaya başladım.

“Havada bulut yok, bu ne dumandır…”

Birlikte mırıldandı o da benimle. Ve ardından yeniden sessizlik oldu. Birlikte sessizliğin keyfini çıkardık bir süre. Sanırım her ikimizde kendi düşüncelerimiz arasında kaybolmuştuk. Belki de bana öyle geldi. Sebebi ne olursa olsun keyifli sessizliğin ardından Bulut:

“İnmek ister misin?” diye sordu hafiften.

“Olur” dedim. Ve ekledim:

“Şimdi daha iyi misin?”

“Evet, iyiyim. Hadi tut elimi de indireyim seni aşağıya.”

Elini tuttum, beni yavaşça indirdi aşağıya. Bir an tökezledi ayaklarımı yere bastığımda. Sonra başımı kaldırıp baktım gökyüzüne.

“Hoşça kal” diye mırıldandım.

Deniz kenarında kaldığım yerden yürümeye devam ederken hayatın ne kadar da tuhaf olduğunu düşündüm. Ömrüm boyunca, bulutların rengi, görünüşü kısaca onların durumu beni etkilemişti. Oysa asıl etkilenen onlardı. İnsanları yansıtıyordu Bulutlar. Onların yansıtmasında yüreğimiz duygulara bürünüyordu.

Doğa bizi yansıtıyordu, onun yansıtmasında bizler kendimize tanık oluyorduk. Ancak sadece bildiğimiz duyguları algılayabiliyorduk. Kalanı anlamlandıramıyorduk. Ve doğa sürekli bize anlatmaya çalışıyordu:

Görmek, yetmez,

Bilmek gerek.

Bilmek yetmez,

Tanımak gerek.

Tanımak yetmez,

Tanımlayabilmek gerek.

Tanımlayabilmek yetmez,

Anlatabilmek gerek.

Anlatabilmek yetmez,

Yaşamak gerek.

Ve yaşarken

Görmek gerek…

Deniz Kite