Bir süredir, boşluk içerisinde, sanki yerçekiminden bağımsız bir ağırlıkla, iri kayalar, yosunlar ve deniz minareleri arasında, anlamsızca salınan iri bir balık gibi dolaşıyorum sevgili arkadaşım. Oysa dün hava bana nispet yaparcasına güzeldi. Toprak, iki gün öncesinin erken gelen soğuk ve karlı görüntüsünden sıyrılmış, gökyüzü de yazı kıskandıracak kadar derin bir maviye boyanmıştı. Fırsat bu fırsattır deyip biraz silkinmeye karar verdim ve öncelikle karaya çekilmiş, üzeri kar kaplı yalnız sandallar gibi bekleyen motosikletimi biraz da zorlanarak -uzun süre sessiz sedasız bir köşede yattığından çok zor çalıştı zavallı kızım- garaja götürüp bıraktım. Artık üzerinde bir çatı olduğundan, muhtemelen kendini şimdi biraz daha iyi hissediyordur.

Ama o kadarcık aktivite yetmedi bana. Gidip bir yerlerde -belki Tunalı boyunca- yürümeyi istedim, bu sefer de hastalığımın buna pek izin vermeyeceğini anladım. Ben de rotamı, binalardan arınmış, toprağı ve üzerindeki bitki örtüsünü daha çok içime sindirebileceğim bir yöne çevirdim. Etimesgut, Sincan derken Ayaş yönünde gidiyordum şimdi. Doğa, beklediğimden daha canlıydı yol boyunca, ekim başında ekilen kış buğdayı yeşermiş, ekilmemiş kahverengi toprağa nazire yaparcasına hayat saçıyordu adeta. Sol tarafta parlayarak gözümü kamaştıran güneş, bana, insan denilen varlığın nasıl da doyumsuz olduğunu hatırlatıyordu sanki. Öyle ya, sadece iki gün önce, onu ne kadar erken yitirdiğimizi düşünürken bu kez de kendisinden korunmak için güneşlik ve gözlük kullanıyordum.

Bir ara aklım yolda, çocukluğumda annem ve ablamla gittiğimiz Ayaş İçmelerine takıldı. Aradan öyle uzun bir zaman geçmişti ki oraya yaptığım ilk ve tek ziyaretten buyana. Daha ilkokula bile gitmiyordum. Benimle aynı yaşlarda bir kız çocuğu hatırlıyordum aynı ziyaretten. Nedense adının Ayşe olduğunu düşündüm yıllar boyu. Galiba bir erkek olduğunu algılamaya başlayan küçük çocuk için ilk sevgi kıpırtılarının da başlangıcı olmuştu o ziyaret. Yeşillikler içerisinde, ikimizi el ele dolaşırken, oyunlar oynarken, eğlenen büyükleri izlerken hatırlıyordum. Ve bir sabah dönüş yolunda, güneş dünyamızı henüz aydınlatmaya başlarken, onunla ayrılmaktan, daha kötüsü onu bir daha göremeyecek olmaktan doğan hüznün göğsümde neden olduğu derin sızıyı duydum. Sonra, ablamın bu ziyaret esmasındaki kısacık flörtünü hatırladım otobüsümüzü kullanan delikanlıyla. Onlarca yıl öncesinin çimler üzerinde oturup doğayı seyrederek utangaç sohbetler yapmaktan ileri gitmeyen, el ele bile tutuşmaktan çekinen, kelebek kanadı misali incinmeye açık flörtünü. Ama günler birbiri ardına tükenmiş artık dönüş zamanı gelmişti. Onun içinde boy veren yeşil fidanın da, ağaç olamadan öylece kaldığını hatırladım.

Tüm bunları hatırlayınca gitmek, bir kez daha ziyaret etmek istedim onlarca yıl öncesinin o masal ülkesini. Benzincideki iyiliksever adam; “Buradan sonra yirmi üç kilometre daha yolun var beyim!” dedi, “Yoldan içeri girince tabelasını görürsün. Seversin, güzel yerdir, belki gidince bir-iki gece kalırsın da.”

Zamanım yoktu o kadar. Teşekkür edip ayrıldım. Ve kim bilir kaçıncı kez ertelemiş oldum, çocukluğuma yapmak istediğim o nostaljik ziyaretimi. Tam dönmeye karar vermişken, birkaç yüz metre ilerden bir “U” dönüşü yaparak, yeniden kasabaya girdim. Arnavut kaldırım kaplı yollardan, eski Ankara evlerinin arasından yokuş aşağı inip meydanı geçtim ve karşı tepeye tırmandım. Bir tabela üzerinde; “Gölete gider” yazıyordu. Tepeye tırmanıp, kavaklar arasındaki yeşil su birikintisini yukarılardan izledim bir süre. İçimde bazı anılar canlandı buğulu görüntüsünü izlerken. Otuz yıllık bir dostluğun ardından, bir akşam aniden sevgilim olan biriyle, yine böyle bir öğle sonrası ziyaret etmiştik göleti. Bir taraftan bu ani başlangıcın olağanüstü şaşkınlığını yaşarken, diğer yandan da onu -hiç istemeden de olsa- üzeceğimi biliyordum. Sanırım o da bunun farkındaydı, yine de gelip o temiz ruhunu açmıştı bana. Ne yazık ki sonuç sürpriz olmadı.

Aklımdan bunlar geçerken, aradan on yıldan fazla geçmesine rağmen, yaptıklarından utanan iki suç ortağı gibi, Göletle uzaktan süzdük birbirimizi. Konuşmasak da birbirimizin aklından geçenleri biliyorduk. Kimse kimseyi suçlamadı zaten, yaşamın içinde olan şeylerdi bunlar. Sessizce vedalaştık. Ayrılırken bulutlardaki bir ışık huzmesi dikkatimi çekti. Sanki gökyüzünde bir prizma varmışçasına bir noktadan kırmızı turuncu ışıklar yayılıyordu. Otomobilin camından yansıdıklarını düşünüp camı indirdim. Prizmadan yayılan renkler gerçekti ve oradaydı. Nedenini anlamaya çalışmadım bile, bir süre izleyip sonra yeniden yola koyuldum.

Bilmem neden, gece rüyamda yine aynı göletin kıyısındaydım. Ama gerçeğinin aksine bir falez, bir fijord yüksekliğindeydi kıyısı bu kez. Yükseklik korkum nüksedip düşme tehlikesi geçirdim, güç bela toprağa tutunup kendimi çektim yukarı. Zaten bilincim rüyalarımda kötü şeylerin olmasına izin vermez hiç, en kötü noktasında uyanıveririm. Rüya üzerine de düşünmedim uyandığımda, zaten rüya yorumlamayı bilmem, ayrıca istemem de. Kış içinde güneşli bir öğle sonrası, ardından da gece, böyle geçip gitti işte. Kim bilir, belki bu da bir rüyadır, bir gün uyanıveririm ama bunu da yorumlamaktan kaçınırım.

Sabit Sümer