Aradan yıllar geçer ve siz, günlük bir gazetenin seri ilanlar sütunundaki yüksek tavanlı evlerden birinin kiralandığı emlakçının numarasını çeviriyor olarak bulursunuz kendinizi…
Yeni teknoloji hatta mimariyle yapılmış onlarca ev birbirinden fazla sıfırlarla sütunları donatıyorken, nedense hatıraların, tarihin, dokunun, kokunun kazındığı yüzlerce senelik binalar diğerlerinden daha değerli ve çekici gelir gözünüze…

Belki de o yüzden tercihinizi hep yaşanmışlıklar üzerine yapmışsınızdır. Çünkü yeniler bir iz taşımaz, hikayeleri olmaz; çiğdir, toydur, soğuktur.

– “Bakın aynı fiyata daha yeni bir daire var.” diyen emlakçıya;
– “Önce bunu görelim!” derken bile haklı bir gurur vardır sesinizde…

Sonunda bir zamanların en güzel binası sayılan ve işçiliğiyle, detayıyla, mimarisiyle insanı tuhaf bir girdaba sürükleyen yapıdan içeri girerken buluverirsiniz kendinizi…

Neredeyse iki adam boyu yüksekliğindeki o sokak kapısı! Acaba nereye ayak basıyor olduğunuza uyandırmak için mi bu kadar ağırdır kendileri?

Hemen girişte yer alan bir görevli koltuğu, eski tip posta kutuları ve apartman görevlisini çağırmak için fildişi üzerine geçirilmiş hatta çoğunlukla aslan başı motifli zil… Bundan yıllar öncesinin zevkini, arzusunu çığırmaya daha çalmadan hazırdır aslında.

İşte şimdi en heyecanlı bölümdeyiz. Üç kişiden fazlasını almayan bir asansörün çağrılma seremonisi… Sanki bir uzay üssü iniyormuşçasına yukarı çekilen halatlarla birlikte aheste aheste aşağıya salınan bu demir yığınının sesi, yağlanma vaktinin gelmiş olduğunu hatırlatmaz mı size de?

Hemen önünüze açılan asansör kapısının içinde yer alan akordeon şeklinde açılan demir parmaklık ise, maskeli baloda kadınların gözlerine tuttukları yarım maskeyi andırır adeta…

“Bunu kapatmasak ne olur acaba? ” diye geçirirken içimden, emlakçının sarf ettiği bir cümle, düşümden uyandırmaya yeter de artar bile…

– “Yapmışlar o zamanlar işte, bir işe de yaradığı yok hani!”
Olur mu hiç! Üzerinde bu kadar düşündürmesi ve düşletmesi bile öyle kurgusal ki…

Şimdi apartman zilinin sağ üst köşesinde bronz bir plakanın üzerine yazılmış 3 kelimeli ismin ön adı olan Naşit Bey’in kapısının açılma anındayız.

Nerede o günümüzün çelik kapıları? Aslında hiç gerek yok ki! Zaten her şey öyle ihtişamlı ve haşmetli ki?

Hırsızı cesaretle değil, nezaket ile kovan bir neslin binasında olduğumu unutuyorum galiba… Kimse kimseden korkmuyor belli ki! Adlarını plakalara yazdıracak, şimdikiler gibi her mevsim başka muhitlere göç etmeyecek, hatta izleri kuşaklara taşınacak kadar…

Aranızda mazi kokusu alan var mı? Daha antrede burnunuza çalınan anneannelerimizden yadigar bir naftalin kokusundan bahsediyorum. Oysa evin boş olduğunu inkar ediyor işte, kokudan mı, hatıralardan mı, yıllardan mı bilinmez…Kimse olmasa bile bir çok şey var o evde, henüz tanımlanmamış, tanımı yapılmamış…

Yine de bir yaşanmışlık sinmiş marleylere, yani bir zamanın parkelerine….Duvarlar hala kağıt kaplı…Alçı yüzü görmemiş, boya izi değmemiş…Camların yukarı doğru açıldığı, tavanlarını motiflerin süslediği, gömme dolapların en atıl yerleri bile doldurduğu, aspiratörün bile bir çeşit pervane olduğu, zilinin eski tip telefonlarla aynı melodiyle çaldığı ve kalorifer peteklerinin soba ısısı verecek kadar sık ve büyük döşendiği…

Şimdi bu erezyona uğramamış daireyi bir de emlakçıdan dinliyoruz;

– “ Mal sahibi yerlere laminant döşeyecek. Duvar kağıtlarının yerine saten boya yapılacak. Aşağıda görmüşsünüzdür, doğalgaz kapıda. İsterseniz bu petekleri söküp kombi taktırabilirsiniz. Camları pimapen yaptırmayı düşünüyorlar, masrafı paylaşabilirsiniz. İnanın tüm bunlar yapılınca bu fiyata asla böyle bir yer bulamazsınız.”

– “Peki ben bu haliyle kiralasam ve hiçbir şey talep etmesem?”

Dairenin içinde birkaç tur daha attıktan sonra benim algıladığım boyuttan çok uzak olan emlakçı kapıya doğru yürürken kartını uzatıyor ve daha masrafsız bir yer bulabileceğini de sözlerine ekliyor. Naşit Bey’in dairesinden çıkıp asansörü çağırıyoruz. O da ne? Belki de hayatımın en nadide şaşkınlıklarından biri;

Asansörde bulunan iki düğme:

“Çağırma” ve “gönderme”…

İşte onlarca yıl önce yapılan ve kimbilir hangi hatıraların, olayların, kişilerin gelip geçtiği, bastığı, indiği, çıktığı o asansörün “incelikler” düğmesi bir anda aklımı başımdan alıyor.

Aslında bu bir nezaket düğmesi…
Bizim çoktandır unuttuğumuz hatta hatırlamadığımız bir hamle tuşu…

Bir yayaya yol vermeyen otomobilden, “kısa mesafe” diyerek sizi taksiden atan şoföre; bıraktığınız çağrıya geri dönmeyen herhangi birinden, televizyon izlerken istediği kanala zıplayan bir aile ferdine kadar…

Oysa yıllar önce kimin gelip bineceği bile bilinmediği halde, onu bekletmemek için asansöre “gönderme” düğmesini ekleyen zihniyetin, günümüz düşünce yapısından çok uzak bir inceliği görür hatta uygular kılmasını nasıl büyük bir saygıyla karşılamalı?

Kimimizin hayatı incelikler yüzünden aklanırken, kimimizin sicili yine aynı nedenle kararıyor. Acaba nezaket katsayımızın giderek azalması mı bizi daha duyarsız yapan? Yoksa hayat şartlarının zalimleşmesi mi, bizi nezaketsiz kılan?

Evet, hiçbir şey eskisi gibi değil ne yazık ki… Tıpkı evler, asansörler, insanlar ve hatıralar gibi…

İşte böylesi basit bir amaç için monte edilmiş bir gönderme düğmesinin beni yıllar önceye dayalı bir nezaket göndermesine sevk etmesi de kaçınılmaz elbette…

– “ Yok yok basmayın hanfendi, artık çalışmıyor o düğme. Eskiler yapmışlar işte!”

Evet farkındayım! Hatta onu göndermek yerine bir daha bineceğimiz zaman tekrar çağırmak zorunda kalmayalım diye katta tutma düğmesinin daha çok prim yapacağının da farkındayım.

O yüzden bu yazı, bir asansörün gönderme düğmesi üzerine yazılmış kendi halinde bir göndermedir. Ancak yine de tüm bu kendi başınalığın aksine sözü edilen gönderinin, esas algılaması gereken kişilere ulaşıp ulaşmayacağı, ulaşsa bile anlaşılıp anlaşılmayacağı şaibelidir.

Göndermelerin gücü adına…

Güç, gönderenlerde…

Elçin Demiröz