Allah’ın nasıl bir şey olduğunu düşünmeye başladığımda ilkokul öncesi çağdaydım… Gökyüzünde, yıldızların olduğu yerde, yer yer yoğun yer yer silik gri bir bulut gibi bir şeydi ve kesinlikle erkekti…

Geceleri yattığım yerde henüz uykuya dalmadan eskaza ezan okunmaya başlarşa, karanlık pencerenin diğer tarafından gelen yankılı sesten çok korkar, bunun Allah’la ilgili olduğunu bildiğimden şikayetçi hissetmekten tırsar, uyanık olmasını dileyerek ranzanın alt katında yatan kardeşime doğru sarkardım.

Gariptir, ilkokul çağımda Allah’a dair neler düşünüp hissettiğim oldukça silik. Bölük pörçük anılarımın merkezinde annemin sözleri oturuyor. Annem, Allah’ın her yerde olduğunu ve kafamızdan geçen şeyleri dahi bildiğini sylerdi. Bu fikir dehşete düşürürdü beni. Kafamdan geçen düşüncelerin hangisinin iyi, hangisinin kötü olduğunu tam olarak ayırdedemez, şüpheye düştüklerim için makul açıklamalar yazıp bu açıklamaları Allah’ın kafamdan okumasını beklerdim. Bu komik geldiyse, bir de şunu okuyun: Annem her iki omuzumuzda da birer melek olduğunu söylemişti bir keresinde. Bir tanesi iyiliklerimizi, diğeriyse kötülüklerimizi kaydedip öldükten sonra cennete mi, yoksaa cehenneme mi gideceğimizi belirleyecek çeteleyi tutarlardı. Bunu ilk duyduğumda kafam epey bir karıştı. Ne yani? Benim omuzlarım doğduğumdan beri iki tane minicik meleğe ev sahipliği mi yapıyordu? Buna da inandım ve faaliyete geçtim. Her aklıma geldiğinde ellerimi yere paralel birer platform şeklinde omuzlarıma getirip dayar, meleklerin ellerimin üstüne çıktıklarından emin olduktan sonra evin içinde uyur gezerler gibi ellerim önde dolaşırdım. Buu yaparken kimse tarafından görülmemeye özellikle dikkat ederdim çünkü bir tarafım annemlerin buna güleceğini bilirdi. Ama… Bir gün annemlere yakalandım. Ne yaptığımı sordular ve ben de dilim döndüğünce açıkladım. Bir kahkaha koptu evin içinde! Dinsiz olduğunu o zamanlar bilmediğim babam anlamını çok sonraları öğrenene kadar kimselere sormadan hafızama yazdığım bir cümle sarfetti anneme: “Küçük yağcıya bak hele!”

Cennet ve cehennem hakkında da epey kafa yorardım. Bir tarafta ağaçlar, nehirler ve melekler… Diğer taraftaysa sadece ateş ve şeytan. Şeytan öyle bir şeydi ki, insanın karşısına her kılıkta çıkabilir, kendi tarafına çekmek için her türlü dalavereyi yapabilirdi.

Tam okumayı yeni söktüğüm sıralarda, oturduğumuz sokakta eczanesi olan sakallı (hacıymış) bir amca benim için annemlere bir kitap serisi hediye etti. 6-7 kitaptı galiba. Meşhur Ayşegül serisinin boyutlarında, renkli kitaplar. Birinde peygamberimizin hayatı, birinde imanın esasları, diğerlerinde benzer konu başlıkları inceleniyordu. Defalarca okudum hepsini de… “Dinimiz” hakkında ne öğrendiysem onlardan öğrendim.

İlkokulu bitirip hazırlık sınıfına geldiğimde, az buçuk uzaklaşmıştım çocuksu dindarlığımdan. Deliler gibi kitap okuyor ve bu kitapları elimde görenlerin çoğundan da aynı tepkiyi alıyordum: “Ama bu kitaplar senin yaşına göre değil ki…” Derken, Hazırlık 2. sınıfta, 13 yaşında falandım sanırım, babam elime 60’lı yıllarda basılmış, sararmış sayfalı bir kitap verdi ve bunu okursam bundan sonra bana vereceği kitapları daha iyi anlayacağımı söyledi. Kitap, George Pulitzer’den “Felsefenin Başlangıç İlkeleri” idi… Daha kalın olan Felsefenin Temel İlkeleri’nin bir özeti. Bu sefer bir solukta okuyamadım kitabı. Dili ağır ve zor geldi, içinde yabancı olduğum bir sürü kavram vardı, ama sora soruştura birkaç haftada bitirdim. Kitap, materyalizm ve idealizm denen kavramların kıyaslamasını yapıyor ve doğru yolu materyalizmde gösteriyordu. Hmmm.. Oldukça kafa karıştırıcı. Ama tüm kitaptan bugün bile en net olarak hatırladığım ve o zamanlarda da en fazla ilgimi çeken bölüm Berkeley adlı bir adam hakkındaydı. Adam şöyle diyordu: “Algıladığımızı sandığımız herşey bizim hayal ürünlerimiz olabilir.” Kitabın yazarı Pulitzer, Berkeley hakkında şu yorumu yapıyordu: İdealizmin en uç noktası olan tekbenciliğin kurucusu sayılabilecek Berkeley’in bu savını çürütmenin hiçbir yolu yoktur ama ööle diil, valla inanın bana….” :)) Eh… İnanmadım elbet. Madem ki materyalistler bilimsel ortamda kanıtlayamadıkları hiçbir şeye inanmayı kabul etmiyorlardı, Berkeley’in fikirlerini de çürütemediklerine göre en azından “muhtemel” olarak kabul etmelilerdi. O zamanlar nereden bilebilirdim ki daha sonraları birçok kitapta çürütülmek üzere ele alınan kavramları o kitabın ana görüşünden çok daha yakın hissedecektim kendime…

8-9 yaşlarına geldiğimde, artık omuzlarımdaki melekleri attaya götürmüyordum belki ama, şüphecilik ve benmerkezcilik hat safhaya ulaşmıştı. Allah’ın herşeyi benim için yarattığına inanan bir yanım vardı. Annem ve babam da dahil olmak üzere herkes ve herşey benim için tasarlanmış bu oyunda birer piyon olabilirdi. Berkeley bu yüzden çok tanıdık geldi.

O sıralarda yeni bir huy edimiştim, gizlice kapı dinliyordum. Sanki yeterince ustaca davranırsam, kapının ardında olduğunu farketmeyen annem ve babamı görevleri hakkında konuşurken yakalayabilirdim. Ama oldukça hızlı davranmalıydım, çünkü her yerde olan ve herşeyi bilen Allah en kısa zamanda annemle babama benim onları dinlediğimi veya gözetlediğimi haber verebilirdi. Onca denememe rağmen, bir türlü açıklarını yakalayamadım ve bunu hangi yönde değerlendirmem gerektiği konusunda ikilemde kaldım: Ya annem ve babam da en az benim kadar gerçekti, ya da herşeyden anında haberdar olan Allah onlara beni ispitliyordu.

Kafayı yediğimi falan düşünmeyin. Çok da ciddiye almıyordum bu mevzuyu… Dedim ya, sadece içimdeki bir yan ilgiliydi bu konuyla… Diğer yanlarım palavra olarak görüyordu şüphelerimi….

Berkeley ise benim şüphelerimi biraz daha farklı bir yöne çekmişti. Bırak oyuncu olmayı, belki de annem ve babam (ve ben hariç geriye kalan herşey) yoktu dahi; benim hayallerimdi… Allah ne iş yapıyordu peki? Muhtemelen o da yoktu, hayali kişilerin bana öğrettiği bir varlıktı, o da benim hayalimdi demek ki…

Madem ki aslında benden başka hiçbir şey yoktu, tüm bunların hayalden başka olmadığını bilen ve işin perde arkasından haberdar olan bir “ben” de olmalıydım. Bunu düşünmeye başladığım sıralarda, atlatmaya çalıştığım eski rakibim olan Allah’ın yerini “ben” aldım. Ben… Benim bir parçam… Adına böyle demesem de, bir nevi “üst bilincim”…

Rüyalarım gittikçe daha çok ilgimi çekiyordu… Çok sonraları adına lucid dendiğini öğrendiğim tipte rüyalar görüyordum ağırlıkla: Rüyada olduğumun farkındaydım. Bu, harika bir imkan yaratıyordu bana!… Binaların tepesinden atlıyor, süpermen gibi havalarda uçuyor, evimizin mavi marleylerini denize çevirip suya dalıyor ve su altında rahat rahat nefes alarak halıların altını kolaçan ediyordum. İşi daha da abarttım, bir keresinde rüyamda gördüğüm ve “gerçek” hayatta tanımadığım birine, “Sen aslında yoksun. Bu sadece benim rüyam”, dedim. İnsanları şaşırtmayı, hatta şok etmeyi seven bir çocuktum ama karşımdakinin tavrı hevesimi kursağımda bıraktı: Beni hiç duymamış gibi davrandı. Haydaaa!… Sanki o değil de, ben yoktum orda…

Ama yılmadım. Bunun sadece benim rüyam olduğunu söylediğim tipler arasında üzülenler de olmuştu sanki… Hayal meyal hatırlıyorum…

Bir gün, okulda kafasının işleyişine güvendiğim bir arkadaşıma, tek kişilik oyun teorimden bahsettim. Benimle dalga geçme ihtimali yok değildi, ama kız bırak dalga geçmeyi, benimle tamı tamına aynı hissiyatı paylaştığını ifade edince dumur oldum. Sonraları, bunu birkaç kişiyle daha konuştum, bir de baktım ki neredeyse herkes kendinin tek kişilik bir planın kahramanı olduğundan da şüphelenmiş, gizli gizli kapı da dinlemiş. Ama… Oyun kurucu yüce yaradanı dışlayıp da, herşeyin belki de benim hayal ürünüm olma ihtimali üzerinde yoğunlaştığımı anlatınca arkadaşlarım o kadar da anlayışlı olmadılar. Her kafadan bir ses yükseldi:

“O zaman hayal kurduğunu bilirdin muhtemelen.”

“Peki neden o zaman herşeyi yapma gücün yok?” ve benzeri itirazlar…

Ama aralarından biri vardı ki, esas noktayı koydu tartışmaya…

Şöyle dedi çocuk:
“Peki ya herşey benim hayalimse? Sen dahil?”

Afallayıp kaldım…
“Ama ben gerçek olduğumu biliyorum”, dedim.

“Eeee… Ben de biliyorum”, dedi.

“Ama ben senin bunu bildiğini nerden bileyim?”, dedim.

“Ben de senin bildiğini bilemem”, diye yapıştırdı cevabı…

O zamandan sonra, bir yerine iki sorunsal vardı kafamda: Benim dışımda bir şeylerin varolup olmadığını keşfetmek ve eğer varlarsa, benim gibi şüphecilere benim gerçekten varolduğumu ispat etmenin bir yolunu bulmak…

Bir fransız lisesinde okumanın en iyi tarafı, ortaçağdan başlayıp 1. Dünya Savaşı’na kadar düşünüp de bir şeyler yazmış ne kadar fransız varsa size zorla okutmaları… Bir önceki yazının sonunda anlattığım iki sorunsal beni liseye kadar oyaladı, ama lise birinci sınıfta karşıma çıkan iki adam koluma girip az öteye kadar eşlik ettiler bana: Blaise Pascal ve Rene Descartes… Bu yüzden, fransız edebiyatı dersinden ve hocamız Madame Silva’dan nefret etmeyen 2-3 kişiden biriydim…

Pascal hem filozof, hem de matematikçiymiş. Bilgisayardan az buçuk anlayan bir arkadaşım, temel bilgisayar dillerinden biri olan Pascal’in bu amcadan etkilenerek yaratıldığını söylemişti. Bu, merakımı daha da arttırmıştı: Nasıl olur da 16. yüzyılda yaşayan bir adam bir bilgisayar yazılım diline temel oluşturabilecek bir şeyler koyabilirdi ki ortaya? Hesap makinasının prensibini bulmuş bu adam… O dönemde matematikten nefret ettiğim, bilgisayarlar hakkındaysa hiçbir şey bilmediğim için bu konuya fazla takılmadım. Oysa aradan yıllar geçtikten sonra, daha elektriğin bile keşfedilmemiş olduğu bir çağda yaşayan bir adamın yüzyıllar sonra kullanılabilecek bir şeyler üretmesi fikri beynimde çok şeyi tetikleyecekti… Hmm… Daha oraya gelmedim…

Matematikçi Pascal’ı bir yana bırakalım da, beni asıl etkileyen düşünür Pascal’a gelelim… Adam, bir çoğunuzun bildiği çifte koşullu tercih paketinin fikir babası. Şöyle diyor: Tanrının varolup olmadığını bilmiyoruz. Ya var, ya da yok. Önümüzde iki seçenek var: Ya inanacağız, ya da reddedeceğiz. Eğer varsa ve reddedersek çok şey kaybederiz. Ama inandığımız takdirde, her iki koşulda da kaybedeceğimiz bir şey yok. Ve devam ediyordu: “İnfiniment petit et infiniment grand” Yani sonsuz küçük ve sonsuz büyük… İnsan sonsuz küçüktü ve tanrı da sonsuz büyük. Nasıl olur da sonsuz küçük bir şey, sonsuz büyük bir şey hakkında fikir yürütebilirdi ki? Pascal şunu öneriyordu insanlara: “Küçük odalarınıza kapanın ve ibadet edin. Boyunuzdan büyük şeyler hakkında düşünmeyin dahi.” Oysa kendi öyle mi yapıyordu? Düşünmeyi yasaklayan Pascal yaşadığı çağa damgasını vuran birkaç düşünürden biriydi…

Hiçbir zaman sevemedim Pascal’i… Ama son derece dolaylı da olsa, bana yardımı dokunmadı desem yalan olur. Hani ilk bölümde dediydim ya, genellikle yazarların çürütmeye çalıştıkları fikirler bana onların savunduklarından daha cazip geliyor diye, yine öyle oldu. Pascal’e hak vermeyi ve tanrının varlığına ve egemenliğine koşulsuz inanmayı denedim. Ama olmuyordu. İnanmayı seçmek diye bir şey olamazdı ki, insanın içinden gelmesi gerekirdi ve benim içimden gelmiyordu. Herşeyin merkezinin bizzat ben olduğuma inanmaya meyilli olan egom sonsuz küçük ve düşünemeyecek kadar aciz olmayı kabul edemezdi ki!…

Pascal’den hemen sonra Descartes’a geçtik. Onun meşhur cümlesi “Cogito Ergo Sum” (düşünüyorum, öyleyse varım) Pascal’e nanik yapıyordu adeta… Düşündüğünü bilen tek kişi sendin ve bu yolla varoluduğunu sadece kendine karşı ispat edebilirdin. Eh, benim yeni rakibim de kendim değil miydi zaten?

Madem ki inanmak, özlemek, sevmek gibi fiiller seçimle değil, içten gelmeyle vuku buluyordu, bir gece yattığım yerde şöyle dedim boşluğa: “Eğer varsan ve benim sana inanmamı istiyorsan, içimden gelmesini sağla. Eğer içimden gelmediği için inanmıyorsam bu benim suçum değildir çünkü beni yaratırken içime şüpheciliğe de, aklı da sen koydun. İnanmadığım halde inandığımı söylersem her yerde, sen gerçeği bilirsin zaten; bu yüzden yalan söylemeye gerek yok.” Oh be! O kadar rahatlamıştı ki içim… Cehenneme gitme korkum falan yoktu artık. Eğer inanmıyorsam bu benim suçum değildi. İlk önce beni şüpheci olarak yaratıp, kaderimi de kendi yazdığını iddia eden Allah sırf kendisine inanmak içimden gelmiyor diye beni cehenneme gönderecekse zalim tiranın tekiydi demek ki, ben de onun hoyratça oynadığı Barbie bebeklerinden biri… Elimden bir şey gelmezdi bu noktada… Öldüğümde, sırf kendim olduğum ve dürüst davrandığım için cayır cayır yanacaksam bunu kabul etmekten başka çarem yoktu.

Derken, inanılmaz olaylar olmaya başladı… “Mucize” dediğim şeyler o sıralarda karşıma çıkmaya başladı ve bu beni bir yıl boyunca babamdan gizli gizli namaz kılmaya dek götürecek bir inanç vecd haline taşıdı… Huşu ile dolmuştum…

Aycan Çankaya

1976 yılında İstanbul’da doğdum. 1994’te Saint Benoit Fransız Lisesi’nden, 2000’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun oldum. Öğrencilik yıllarımda ilgilenmeye başladığım hipnoz ve NLP’yi 2 yıl boyunca pratisyen hekim olarak çalıştığım özel poliklinikte kısmen uygulama şansım oldu. 2002 yılında evlendim ve hekimliğe ara vererek ilaç sektörüne girdim. İki yıl kadar medikal danışman, bir yıl kadar da ürün yöneticisi olarak çalıştığım süre boyunca NLP Practitoner, NLP Master Practitioner, Reiki ve Hipnoterapi eğitimleri aldım.